TEVHİDE DAVET

 

İbn Abbas (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.), Muaz İbn Cebel’i Yemen’e gönderdiği sırada, O’na hitaben şöyle buyurdu:

“Sen, Kitab Ehli olan bir kavim üzerine valî gidiyorsun. Onlara vardığın zaman kendilerini, Lâ ilâhe illallah ve enne Muhammeden Rasulullah düsturuna şehadet etmelerine çağır. Eğer onlar, bunda sana itaat ederlerse, onlara, Allah’ın kendilerine bir gece ve gündüzde beş namaz farz kıldığını haber ver. Eğer onlar, bunda da sana itaat ederlerse, bu defada kendilerine, Allah’ın onlara bir sadaka (zekat) farz kıldığını, bunun, onların zenginlerinden alınıp fakirlerine verileceğini haber ver. Eğer onlar, bunda da sana itaat ederlerse seni, onların en kıymetli mallarını almaktan sakındırırım.

Bir de mazlumun (bed)duasından sakın! Çünkü şu muhakkak ki, mazlum ile Allah arasında (duanın kabulüne mani olacak) hiç bir perde yoktur.” (1)

Hayat önderimiz ve biricik örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in Muaz İbn Cebel (r.a.)’a yapmış olduğu bu tavsiye, İslâm davetçileri olan bütün muvahhid mü’minler için temel ilkelerdir… Yegâne Rabbimiz Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet eden (2) mü’min müslümanları dikkat edeceği ve hassasiyetle koruyacağı ilkelerdir bunlar…

Âlemlerin Rabbi  Allah (Azze ve Celle), kendisine şek ve şübhe etmeden iman eden muvahhid mü’min kullarından oluşmuş İslâm Milleti’ne şu emri buyuruyor:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.” (3)

“Allah’a çağıran, salih amellerde bulunan ve: ‘Gerçekten ben, müslümanlardanım, diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (4)

Rabb olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, Rasul olarak Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’e iman etmiş, kabul edip razı olmuş, izzet ve şeref sahibi muvahhid mü’min müslümanlardan oluşmuş Ümmetin baş vazifelerinden birisidir “Allah’a Davet”…

Bu mukaddes çağrıda bulunurken, yegâne hayat nizamı İslâm’ı tebliğ ederken ve insanları İslâm’a davet eylerken nelere dikkat edilmelidir? sorusuna en güzel cevab, Rasulullah (s.a.s.)’in yukarıdaki hadiste geçen tavsiye emirleridir…

İslâm Davetçisi olan muvahhid mü’minlerin hayat örneği, Rasulullah (s.a.s.) ve O’nun Tevhid, iman ve cihad mektebinin değerli talebeleri olan Ashabıdır (Allah cümlesinden razı olsun)… Yeryüzünün ve insanlık âleminin en hayırlı nesli olan Ashab nesli, ne ile ve nasıl yetişmiş ise, Kıyamete kadar önder Rasulullah (s.a.s.)’i ve O’nun hayırlı Ashabını takib eden muvahhid mü’minler de öylece yetişmelidirler… Aynı Tevhid anlayışıyla, aynı katıksız imanla ve aynı şüphesiz salih amelle…

En hayırlı nesil olan Ashab nesli, kadınıyla erkeğiyle kendilerinden sonra gelen Ümmetin kadınlarına ve erkeklerine örnek öncülerdir…

Rabbimiz Allah (c.c.), şöyle buyurur:

“Siz, insanlar için çıkarılmış, hayırlı bir ümmetsiniz. Maruf (iyi ve İslâm’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz….” (5)

“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar, Allah, onlardan hoşnud  olmuştur, Onlarda, O’ndan hoşnud olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (6)

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)’ın rivayetiyle hayat önderimiz Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İnsanların hayırlısı, benim asrım(daki Sahabîlerim) dir. Sonra onlara yakın olan (tabiî) lardır. Sonra onlara yakın olanlardır (tabiîlerin tabiîleridir).” (7)

Rasulullah (s.a.s.)’i ve en hayırlı nesil olan Ashabını örnek edinen muvahhid mü’minler, hayatlarının her biriminde onlar gibi olmaya gayret ederken, İslâm’a davet konusunda da onlara tabi olmaya çalışırlar… Onları, hayırla anarlar…

“Allah’a Davet” ederken ve hayat nizamı olan İslâm’ı tebliğde bulunurken şu ilkelere dikkat edilmelidir:

1) Davete muhatab olan kitlenin ve ortamın iyi tanınması gerekir…

Rasulullah (s.a.s.)’in:

“Sen, Kitab Ehli olan bir kavim üzerine valî gidiyorsun.” buyruğu, muhatab kişi, kitle ve ortamın tanımasının şart olduğunu beyan eder…

Kendilerine İslâm’ın tebliğ edildiği ve İslâm’a davet edilen muhatablar kimlerdir?.. Kitab Ehli olan gayr-ı müslimler mi? Kitabsız olan gayr-ı müslimler mi? Ataistler mi veya ateistler mi? Beşerî ve tağutî herhangi bir ideoloji mensubu mu? Herhangi bir gayr-ı İslâmî ve İslâm düşmanı düzenin bekçisi mi? vs… vs…

Davete ve tebliğe muhatab olanların itikadî ve amelî anlayışları, hayata bakış açıları, gelenek, görenek, örf ve adaletleri iyi bilinmeli, tarihleri öğrenilmeli ve kültür yapıları iyice tesbit edilmelidir… Akide olarak yapıları bilinince, nerelerde saptıkları, yanlışlıkları veya isabetli yanları ortaya çıkar… Var ise doğruları takdir edilirken, düştükleri hatalar ve sapıklıklar gündeme getirilerek düzeltilmeye çalışılmalıdır… Amelî ve ahlâkî yönleriyle tanınmalı ve bu konudaki batıl olan tarafları düzeltilip kendilerine hak anlatılmalı, öğretilmelidir… Eğer muhatab kitle ve kişinin sosyolojik ve psikolojik yapısı bilinemez ise, onların davet edilmesi sırasında bir çok yanlışlıklar ortaya çıkar ve davetçi sonradan zor düzelteceği hatalara düşer…

Bu konuda Emiru’l-Mü’minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.) şöyle buyurur:

— İnsanlara, anlayabilecekleri şeyler söyleyin. Siz, Allah ve Rasulü’nün tekzib olunmasını arzu eder misiniz?(8)

Abdullah ibn Mes’ud (r.a.)’da, şöyle diyor:

— Eğer bir kavme, akıllarının eremeyeceği bir hadis rivayet edersen, o hadis, onların bazısı için ancak bir fitne olur. (9)

Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha), şöyle demiştir:

— Rasulullah (s.a.s.) bize, insanlara derecelerine göre yer vermemizi emir buyurdu. (10)

Meymun b. Ebu Şeybe (r.a.), şunu anlatır:

Aişe (r.anha)’ya bir dilenci rastladı. Ona, bir ekmek parçası verdi. Üzerinde elbisesi bulunan kılık-kıyafeti düzgün birisi rastladı.

Aişe (r.anha), onu oturttu (yemek koydu), dilenci yedi.

Aişe (r.anha)’ya, bu konuda:

— Neden ayrı muamele yaptın? denildi.

Rasulullah (s.a.s.):

“İnsanlara, mevkiîne göre muamele edin.” buyurdu, dedi. (11)

Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“….. Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (12)

Allah’ın insan kulları, sınıf sınıf, derece derecedirler… Anlayış, kavrayış, inanış ve yaşayış bakımından kısım kısımdırlar… Tebliğ ve davet ibadetiyle meşgul olan muvahhid mü’minlerin bu gerçeği çok iyi kavramaları gerekir…

Şu hakikatı da hemen ifade edelim ki, Allah’a davet eden, İslâm davetçilerinin arasında sarsılmaz ve kopmaz bir birlik, bir beraberlik olması lazımdır… İslâm davetçileri, mü’min müslüman oldukları için birbirilerinin kardeşi ve bir vücudun organlarıdırlar… Onlar, birbirilerini tamamlayan ve destekleyen sağlam kale duvarının düzgün taşlarıdırlar… Her işlerinde olduğu gibi İslâm’a davet işlerinde de, birbirilerini tamamlar, uyum içinde çalışır ve azab olan ihtilaftan kaçınırlar…

Ebu Bürde (r.a.), bu konuda şu hadisi rivayet eder:

Rasulullah (s.a.s.), Ebu Said’in dedesi Ebu Musa ile Muaz (ibn Cebel)’i Yemen’e gönderip şöyle buyurdu:

“Her ikiniz de kolaylaştırın  zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin ve ikiniz de birbirinizle uygun olun (uyuşun ve ihtilaf etmeyin).” (13)

Muaz İbn Cebel (r.a.), Rasulullah (s.a.s.) tarafından Ehl-i Kitab’ın bulunduğu Yemen’e valî olarak gönderdiğinde, vazifelerinin en önemlisinin İslâm’ı tebliğ ve İslam’a davet olduğunu hatırlatmıştır… Muaz İbn Cebel (r.a.), Ehl-i Kitab’ı, yani kitablı gayr-ı müslimleri önce Tevhid’e davet edecekti… Ehl-i Kitab olan gayr-ı müslimler, yani Yahudî ve Hristiyanlar, Allah’a inanıyor, Allah’ın gönderdiği Peygamberlere inanıyor ve Allah’dan vahy olarak inzâl olunan Kitabları da kabul ediyorlardı.

Bu hakikata inanan Ehl-i Kitab Yahudî ve Hristiyanlar, inançlarına ve amellerine, şirk, küfür, batıl ve hurafe karıştırmışlardı… Allah’a inanıyor, fakat O’nun kadrini hakkıyla tasdik etmeden, O’na çocuk isnad ederek inanıyorlardı… O’nun Peygamberlerine inanıyor, fakat ya Allah’ın oğlu sayıyor, ya da son olarak gönderileni inkâr ettikleri gibi bazısını kabul etmiyorlardı… O’nun gönderdiği kitablara inanıyor, fakat Allah’ın gönderdiği son Kitab’ı inkâr etmekle beraber kendilerine gönderilen kitabları, ya bir şey ekleyerek, ya  birşey çıkararak, ya da olan hükmü değiştirerek tahrif ediyorlardı… Kısaca gerek akidelerinde, gerekse amelerinde bir çok yanlışlıklar, şirk, küfür ve batıl unsurlar vardı…

Yegâne Rabbimiz Allah (Azze ve Celle), şöyle buyurur:

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şübhesiz Allah, güç sahibidir, Aziz’dir.” (14)

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer bütünüyle O’nun avucu (kabzası)ndadır. Gökler de, sağ eliyle dürülüp bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir.” (15)

“İhlas Suresi”nde, Rabbimiz Allah, yüce şanını ve zatını şöyle beyan buyurur:

“De ki: ‘O Allah, birdir.

Allah, Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, daimdir, O ise hiç bir şeye muhtaç olmayandır).

O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.

Ve hiç bir şey O’nun dengi değildir.” (16)

Rabbimiz Allah (c.c.), zatını böyle beyan buyururken, Ehl-i Kitab olan Yahudî ve Hristiyanlar, O’na çocuk isnadında bulunarak iftira ediyordu…

“Yahudîler: ‘Üzeyr, Allah’ın oğludur’ dediler. Hristiyanlar da: “Mesih, Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleridir. Onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah, onları kahretsin, nasıl da çevriliyorlar.

Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem  oğlu Mesih’ide . Oysa onlar, tek olan bir ilâha ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. Ondan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeyden yücedir.” (17)

Ehl-i Kitab gayr-ı müslim olan Yahudî ve Hristiyanlar, ayet-i kerimede beyan buyrulduğu gibi Allah’a inanma ve O’nu tanıma konusunda Tevhide aykırı davranmış ve büyük bir sapıklığın içine düşmüşlerdi… Ayrıca Allah’a rağmen Alah’ı bırakıp bilginlerini, yani ilim adamların, devlet adamlarını, kendi aralarında akıllı gördükleri kişileri ve rahiplerini yani din adamlarını, hocalarını, efendilerini, mürşidlerini kendilerine rabler edindiler… Onları, rablik ve ilâhlık makamına oturttular… Allah’ın kendilerine yasak kıldığı şeyleri serbest bırakan bilgin ve rahiblerine tabî oldular ve yine Allah’ın kendilerini serbest yaptığı şeyleri yasakladıklarında yine onlara uyup itaatta bulundular… Allah’ın haram kıldığını helâl ve helâl kıldığını haram yapan, ayrıca heva ve heveslerinden kaynaklanan kanun koyucuların hükümlerine tabi olup, emirleri doğrultusunda hayatlarını tanzim ettiler…

Tevbe Sûresi’nin 31. ayet-i kerimesini tefsir eden önderimiz Rasulullah (s.a.s.), böyle buyurmuştu…

Olayı, Adiyy b. Hatim (r.a.) anlatıyor:

Boynumda altın bir haç olduğu hâlde Rasulullah (s.a.s.)’e geldim.

Rasulullah (s.a.s.):

“Ya Adiyy, bu putu üstünden at!” buyurdu.

Kendisinin Beraat (Tevbe) Sûresi’nden:

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilâhlar) edindiler….” (Tevbe, 9/31) ayetini okuduğunu işittim.

Buyurdu ki:

“Gerçi onlar bunlara ibadet etmiyorlardı. Fakat bunlar, herhangi bir şeyi onlara helâl kıldıkları vakit onu, helâl kabul ediyorlar ve herhangi bir şeyi de onlara haram kıldıkları vakit onu, haram kabul ediyorlardı.” (18)

İbn Abbas (r.a.), bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir:

“Hahamlar ve papazlar, Yahudî ve Hristiyanlara, kendilerine secde etmelerini emretmemişlerdi. Fakat onlar, Allah’ın emirlerine aykırı emirler vermişler, onlar da bu emirleri tutmuşlardı. Bu sebeble Allah, hahamları ve papazları ‘rabler’ diye isimlendirmiştir.” (19)

Kitab Ehli olan gayr-ı müslimler, Allah’dan başka kanun koyucu olup helâl-haram sınırlarını belirleyen mercilere tabi olmakla, Tevhid akidesini bozmuş ve yeni yeni rablerin, ilahların peşine takılıp onlara karşı kulluk vazifelerini yapmaya başlamışlardı…

Ayrıca Allah (c.c.)’nin kendilerini gönderdiği ilâhî kitabları bozmuş, kitab’ta olmayan hükümleri eklemiş, olanları saklamaya çalışmışlardı. Böylece Allah’ın hükümlerini uygulamaz olmuşlardı…

Bu konuda Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“Artık vay hâllerine, kitabı kendi elleriyle yazıp sonra az bir değer karşılığında satmak için, ‘bu, Allah katındandır’ diyenlere. Artık vay, eleriyle yazdıklarından dolayı onlara, vay kazanmakta olduklarına.” (20)

Abdulah İbn Ömer (r.a.), şu olayı anlatır:

Rasulullah (s.a.s.)’e, Yahudîlerden birbiriyle zinâ etmiş bir erkekle bir kadın getirildi.

Rasulullah (s.a.s.), Yahudîlere:

“Sizler, zinâ edenlere ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

Onlar:

— Bizler, onların yüzlerine kömür sürüp karartıyor ve onları (bir merkeb üzerine ters olarak bindirip sokaklarda dolaştırmak suretiyle) hakaret ediyoruz, dediler.

Rasulullah:

“Şu hâlde eğer doğruysanız, Tevrat’ı getirin de onu okuyun.” (Âl-i İmrân, 3/93). Kavlini söyledi.

Yahudîler, Tevrat’ı getirdiler ve kendisinden razı bulundukları bir adama (ki o, Abdullah ibn Sûriyâ el- A’ver el-Yahudî’dir):

— Ya A’ver, oku! dediler.

O da, Tevrat’dan recm ayetine kadar okudu da, oranın üstüne elini koydu.

(Abdullah İbn Selâm, O’na:)

— Elini, onun üstünden kaldır! dedi.

O da, elini kaldırdı. Bir de baktık ki, orada recm ayeti parlayıp durmaktadır.

(Bunun üzerine Abdullah İbn Selâm) dediki:

— Ya Muhammed, şübhesiz bunlar üzerine taşlamak cezası vardır. Lâkin bizler, recm ayetini aramızda gizliyorduk.

Akabinde Rasulullah, zinâ edenlerin taşlanmalarını emretti.

İbn Ömer:

— Ben, onların taşlanmalarını gördüm. Erkek, kadını taşlardan korumak için üzerine meylediyordu, demiştir.(21)

Diğer bir hadiste, Berâ b. Âzib (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurur:

“Allah’ım, onların öldürdüğü senin emrini ilk ihyâ eden benim!” (22)

Muaz ibn Cebel (r.a.)’ın kendilerine İslâm’ı tebliğ edip İslâm’a davet edeceği Kitab Ehli gayr-ı müslimlerin akidevî ve amelî anlayışları böyle olup kendileri bu durumdaydılar… Akidelerini bozmuş, amelerini geçersiz kılmış ve sapmış olan bu topluluk, Rasulullah (s.a.s.)’in emriyle:

“La ilâhe illallah ve enne Muhammeden Rasulullah düsturuna şehadet etmelerine çağrılacaklardı.” Allah’dan başka hiç bir kanun koyucu kabul etmeyecek, Rububiyyet ve Uluhiyyet Tevhidine herhangi bir şirk karıştırmadan iman edeceklerdi… Birbirini rabler edinmeyecek ve ilâh kabul etmeyeceklerdi… Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’in Nübüvet ve Risaletine iman edecek, kendisine itiraz etmeden tabi olacaklardı… Kendinden önceki İlâhi Kitabların tasdikçisi olan Kur’ân-ı Kerim’e inanacak ve yegâne hayat düsturu olarak kabul edeceklerdi… Kur’ân’dan başka hiçbir yasa kabul etmeyecek, İslâm’dan başka bütün tağutî düzenleri reddedeceklerdi… Böylece katıksız gerçek bir imana kavuşmuş olacaklardı…

Ehl-i Kitab’ın Tevhide davet edilmelerini emreden Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:

“De ki: ‘Ey Kitab Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (Tevhid’e) gelin. Allah’dan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı rabler edinmeyelim. Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.”(23)

Allah’a davet eden İslâm davetçici muvahhid mü’minlerin ilk vazifesi, ister kitaplı, ister kitapsız gayr-ı müslim olsun, isterse yüz yıldan beridir işgal altında bulunan İslâm topraklarında cahil bıraktırılan müstaz’af müslümanlar olsun, kimi davet ederse etsin önce Tevhid’i anlatmaya ve kavratmaya çalışması lazımdır!..

Müstekbir tağutların egemen olduğu işgal edilmiş İslâm topraklarında esaret altındaki mazlum müslümanlar, küfür ve şirk kültürüyle eğitilmek istenmiş, İslâm’dan uzaklaştırılmaya çalışılmış, böyle bir ihanet ile akideleri bozulmuş ve amelleri ifsad edilmiştir… İşgalcı ve sömürücü tağutların egemenliklerini kabul etmiş, yasalarına göre hayatlarını tanzim etmeye başlamışlardır… Bundan dolayı bilerek veya bilmeyerek irtidad gündeme gelmiş, cehaletten dolayı batıl, hak gibi gösterilmiş ve imanlara şirk, amellere küfür karışmıştır… Allah’dan başka kanun koyucu, Kur’ân’dan başka yasalar ve Rusulullah (s.a.s.)’den başka önderler ortaya çıkarılmış, kabul ettirilmeye çalışılmıştır… İşgalcı tağutî güçler, bu bozulmuşluğu gerçekleştirirken devlet terörünün en zalim olanını uygulamaktan ve korkunç katliâmları yapmaktan asla geri durmamışlardır… Allah düşmanları olan egemen tağutlar, yalnız İslâm topraklarını işgal etmek ve İslâm’ın servetini, mü’min muvahhidlerin haklarını gaysbetmekle kalmamış, beyinleri, kalbleri, hatta ruhları bile işgal etmeye gayret etmişlerdir…

Tağutî işgal kuvvetleri, İslâm topraklarının bir çok beldelerinde bu korkunç ihanet planlarını gerçekleştirdiler… Büyük şeytan Amerika ve onun yerli mürted uşaklarının elele vermesi sonucu İslâm’dan uzaklaştırılmış, kalb, beyin ve ruhları işgal edilmiş nesiller ortaya çıkmıştır… Köksüz bırakılmış bir gelenek icabı kendilerini müslüman zanneden bu saptırılmış nesil, İslâm düşmanı tağutların sömürünün her alanında yardımcısı olmuş ve hizmetinde bulunmuştur… İslâm topraklarını işgal eden tağutî güçler, kendisini müslüman zanneden bu aldatılıp cahil bıraktırılan halk yığınlarının destek ve yardımlarıyla ayakta duruyor, sömürüsüne, zulmüne devam edebiliyor… Gerek akide ve gerekse amel yönüyle korkunç bir sapıklığın içine itilmiş bu müstaz’af mazlumların, zulümattan kurtarılıp İslâm nuruna kavuşturulması gerekir… Bunlar, her şeyden önce Allah’a davet edilmelidir… Kendilerine Tevhid anlatılmalı, kelime-i şehadetin gerçeği izah edilmeli ve akidelerindeki yabancı unsurlar, yani şirk, küfür, bid’at ve hurafeye aid ne var ise hepsi kökten sökülüp atılmalı, tertemiz edilmelidir… Şirksiz bir tevhid, küfürsüz bir iman, bid’at ve hurafesiz bir hayat anlayışı ortaya çıkmalıdır…

Kalbleri ve beyinleri tağutî küfür ve şirk kültürleriyle kirletilen halk kitlelerinin kalbleri ve beyinleri İslâm nuru ile yıkanmalı, Kur’ân ve Sünnet anlayışının yerleşmesi ile pırıl pırıl yapılmalıdır… Evet, kalbler ve beyinler, yıkanmalı ve tertemiz yapılmalıdır… İşgalci kâfir ve müşrik güçler tarafından kirletilen, pisleştirilen kalb ve beyinler İslâm ile tertemiz yıkanmalıdır… Öyle yıkanmalıdır ki, onda küfür, şirk, bid’at, hurafe ve tağutî kültürden hiç bir kalıntı bırakmamalıdır…

Dünyada ve ahirette büyük kurtuluş olan bu ameliyat gerçekleşip tedaviden sonra sıhhate kavuşulunca, amelî konular gündeme gelmelidir… Katıksız iman kalblere yerleştikten, yani kalb mü’min, beyin müslim olduktan sonra amel meselesi çok kolay hâl olur inşaallah!.. Çünkü gerçek bir iman ile inanan ve İslâm’a teslim olmuş olan mü’min müslüman, imanının gereği olan salih ameli, hiç zorlanmadan ve herhangi bir baskı olmadan gerçekleştirir… Onun kalbine yerleşen Tevhid inancı, yani tüm şirk ve küfür unsurlarından temizlenmiş olan kalbte yer edinen katıksız iman, o mü’min müslümanı amelden yana hiç sakin bırakmaz… O mü’min müslüman, devamlı hareket halinde olur… Her hâlinin kulluk gereği ne ise, onu yapmaya gayret eder.. O mü’min müslüman, Rabbi Allah’a karşı kulluk görevlerini yaparken, hiç sıkılmaz ve gevşemez… Bilir ki, her zorlukla beraber iki kolaylık var ve kendisinin kesinlikle hiç boş vakti olmamalı… Bütün zamanını Allah için harcamalı, boş oturmamalı ve tüm imkânlar dahilinde çalışmalıdır…

Bundan dolayı yegâne Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

“Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.

Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.

Şu hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya devam et.

Ve yalnızca Rabbine rağbet et.” (24)

Yegâne hayat nizamı İslâm’ı tebliğ ederek, yalnızca Allah’a davet eden İslâm davetçileri, muhatabı olan kişi veya kitlede iman problemini hâlettikten sonra amelî meselelere geçmelidir… İmanda hiç bir şirk unsuru kalmamalıdır ki, yapılan ameller kabul olunsun… Çünkü Allah, içine şirk karışmış iman ile yapılan amelleri kabul etmez… Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez… (25)

Hatırlanacağı üzere Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“Sizden kim dininden geri döner (irtidad eder) ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar, ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır.” (26)

İçine şirk ve küfür karışmış olan bir iman zedelenmiş olur… Böyle bir iman, Allah katında kabul görmeyen bir hâl alır… O iman, iman olmaktan çıkıp küfür ve şirke dönüşür… Bu durumda olanların yapacakları ameller, ne kadar salih amel türünden olursa olsun, dünyada da, ahirettede boşa gider ve Allah tarafından kabul edilmez…

“Ancak bundan sonra tevbe edenler, salih olarak davrananlara başka. Çünkü Allah, gerçekten bağışlayandır, esirgeyendir.” (27)

Kişi, küfürden ve şirkten ‘Nasuh Tevbesi” ile tevbe eder, iman edip Tevhidi kavrayacak olursa, o zaman yapacağı salih amelin bir kıymeti olur ve o ameller Allah’ın katında değer kazanır… Katıksız iman, Allah katındaki amellerin en üstünüdür… Böyle yıkılmaz, sarsılmaz ve hiç bir şübheye düşülmez iman gerçekleştikten sonra salih amel gündeme gelir ve imandan sonra gelen salih amellerin başı da, namazdır!..

Bundan dolayı iman noktasındaki kabul ve itaattan sonra namaz zikredilmiştir. İnsanlar, katıksız bir şekilde iman ettikten sonra, imanın gereği olan salih amel konusunda çok gayretli olurlar… İtaat ve ibadet, mü’min müslümanların kâmil olanları için çok kolay ve zevkle yapılan bir vazifedir… Kâmil mü’minler, imanın lezzetini tadınca, amel işlemekten de çok zevk alır ve lezzet duyarlar… Dikkat edilecek olursa, amel konusundaki gevşeklik, imanın zayıf oluşundan kaynaklandığı apaçık ortaya çıkar… İmanı zayıf olanlar, ibadet konusunda da zayıf olurlar.  Hele hele görünüşte müslüman olanlar, yani münafıklar için namaz, bir ölçüdür… Çünkü sabah ve yatsı namazları münafıklar için çok ağır gelen namazlardır… Kendilerinde imanın olmayışı, onlara namazı bir yük, bir boş iş gibi göstermekte ve kabul ettirmektedir… Uykunun en tatlı zamanında olan sabah namazı ve uykunun bastırdığı zaman olan yatsı namazı, münafıkların en zorlandığı, bundan dolayı yakayı ele verdikleri vakitlerdir… Bu hâl, kişide nifak bulunduğunun göstergesidir…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Münafıklar üzerine sabah ile yatsı   (Cemaat) namazlarından daha ağır hiç bir namaz yoktur. Halbuki bu iki namazda olan şeyleri bilselerdi emekleye emekleye de olsa, onlara muhakkak gelirlerdi.

Yemin olsun, içimden öyle geçti ki, müezzine emredeyim namazı ikâme etsin, sonra bir kimseye emredeyim o da, insanlara imamlık etsin, sonra ateşli fitilleri alayım, ezanı işitmeyi müteâkib namaza çıkmayanların evlerini başlarına yakayım.” (28)

Rasulullah (s.a.s.)’in namazı ikâme için emredeceği müezzin Bilâl-ı Habeşî (r.a.), insanlara yani yeryüzünün en hayırlı nesli olan Ashab’dan oluşan cemaate namaz kıldırmak için imam olacak kişi İmam Ebu Bekr (r.a.)’dır. Malum olduğu üzere Rasulullah (s.a.s.) müezzini Bilâl-ı Habeşî (r.a.) idi. Rasulullah (s.a.s.), hasta iken İmam Ebu Bekr (r.a.)’ın kendi yerine cemaate imamlık yapmasını emir buyurmuştur… Namazın kılındığı mescid ise, yeryüzünün en mübarek üç mescidden biri olan “Mescidu’n Nebevî” dir. (29)

Böyle bir müezzinin davetine icabet eden ve böyle bir imamın peşinde böyle bir cemaatın, böyle bir mescidde kıldığı namazın, ferden kılınan namazdan yirmiyedi derece fazla faziletlidir…

Abdullah İbn Ömer (r.a.) rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Cemaatle kılınan namaz, yalnızın kıldığı namazdan yirmi yedi derece faziletli olur.” (30)

Yeryüzünün hangi beldesinde olursa olsun, önder Rasulullah (s.a.s.)’in insanlığın en faziletli neslinden oluşan Ashab cemaati gibi, yani onlarla aynı akideyi, aynı hedefi ve aynı metodu paylaşan bir İslâm cemaatinin cemaatle kıldığı namaza iştirak etmeyen ve cemaat şuurunu hafife alanlar, elbette kaybedenlerden olurlar… Bu durumun aksine, namaz kılınan cami, haram paralarla yapılmış, namaz kıldıran memur, İslâm topraklarını işgal eden tağutların görevlendirdiği kişi, toplanan insanlar ise, işgalcı tağutlara rıza gösterip destek olanlardan oluşmuşsa, onların icra etmiş olduğu namaz gösterisinde fazilet derecesi aranır mı? Onlar, kime itaat ediyor, kime secde kılıyorlar? Soruları yeni baştan gündeme gelmeli, araştırılmalı ve sıhhatli cevablar verilmelidir!..

Bunu beyan ederken, işgal altındaki İslâm topraklarında tağutların korkunç baskı ve zulümlerine rağmen oluşan şuurlu, imanlı muvahhid mü’min cemaatları tenzih ediriz… Onlar, İşgalcı tağutların bütün işkencelerine rağmen İslâm cemaatini oluşturuyor ve cemaat sevabını alıyorlar… Tağutları ve tağutî her türlü kurum ve kuruluşu reddedip yalnız ve yalnız Allah’a kul olmaya çalışan muvahhid mü’min müslümanlar, her hareketlerini Allah’ın emri, Rasulullah (s.a.s.)’in sünnetine uygun bir şekilde yapmaya çalışıyorlar…

İmandan sonra en büyük hakikat olan namaz, vaktinde ve gereği gibi edâ edildiği takdirde ibadetlerin Allah’a en sevgili olanıdır…

İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:

Ben, Rasulullah (s.a.s.)’e:

— Amellerin hangisi Allah’a daha sevgilidir? diye sordum.

Rasulullah (s.a.s.):

“Vaktinde (kılınan) namaz” buyurdu.

Abdullah, dedi ki:

— Sonra hangisi? dedim.

Rasulullah (s.a.s.):

“Anneye-babaya iyilik etmek.” buyurdu.

Abdullah, dedi ki:

— Sonra hangisi? dedim.

Rasulullah (s.a.s.):

“Allah yolunda cihad etmek” buyurdu. (31)

Namaz hayatlaşır, hayatta namazlaşacak olursa, böyle gereği gibi ihlas ve hûşu ile edâ edilen namaz, mü’min müslümanları bütün kötülüklerden alıkoyar… Kulluğun en büyük mertebesi olan Allah’ı zikretmek, yani Allah’ı hiç unutmamak, Allah’ın farkında olmak ve O’nu görüyormuş gibi davranmak, kulu tüm çirkinliklerden uzak tutar, iyilik üzere yaşamasına vesile olur…

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle), şöyle buyurur:

“Sana Kitab’dan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklardan ve kötülüklerden vazgeçirir. Allah’ı zikretmek ise, muhakkak en büyüktür (en büyük ibadettir). Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir.” (32)

“Mü’minler, gerçekten felah bulmuştur.

Onlar, namazlarında hûşu içinde olanlardır.” (33)

“Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah sabredenlerle beraberdir.” (34)

Katıksız iman ile hûşu içinde namaz kılan muvahhid mü’minler, gerçekten kurtulmuşlardır… İşte bu mü’min müslümanlar, namaz ve sabır ile Allah’dan yardım dilemeye hak kazanmışlardır… Allah’ın yardımı, sabredenlerle beraberdir…

Ebu’d-Derda (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Paramparça edilsen ve (ateşte) yakılsan bile Allah’a hiç bir şeyi ortak etme ve hiç bir farz namazı bile bile bırakma. Çünkü kim bir farz namazı kasıtlı olarak (yani unutmak gibi şer’î mazeret olmaksızın) bırakırsa, zimmet (İlâhî te’minat) kendisinden uzaklaşmış olur. İçki de içme! Çünkü içki, her şerrin anahtarıdır.” (35)

Kalblerini bütün putlardan, yalancı ilâhların sevgi ve saygısından tamamen temizleyip katıksız imanı yerleştiren muvahhid mü’minler, gereği üzere namazı edâ ettikten sonra, sıra zekâta gelir… İmanda itaat eden, namaz kılmada itaat eden, izzet ve şeref sahibi mü’min müslümanlar, zekat vermede ve diğer kulluk vazifelerini yapmada da itaat ederler…

Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin. Önceden kendiniz için hayır olarak neyi takdim ederseniz onu, Allah katında bulacaksınız. Şübhesiz Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.” ‘36)

Muvahhid mü’minlerin zamanında edâ ettikleri malî bir ibadet olan zekatın verilmesiyle hiç bir mal noksanlaşmaz, aksine bereketlenir ve çoğalır… Şeytan, zekat ibadetini edâ etmek isteyen mü’min müslümanların önünü kesmek, onları engellemek için zekatı, maldan bir noksanlaşma olarak göstermeye çalışır… Elbette mü’min müslümanlar şeytanın hilelerine karşı çok uyanık olmalı ve kesinlikle ona kanmamalıdırlar… Onun hilelerini sezmeli, tuzaklarını bozmalı ve uzaklaştırılmalıdır… Muvahhid mü’minler, her konuda Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e teslim olduklarından dolayı zekat konusundaki teslimiyette hiç bir kusur etmemelidirler…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle önderimiz Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurur:

“Sadaka, hiç bir malı eksiltmez. Af sebebiyle Allah, ancak bir kulun şerefini arttırır. Ve bir kimse, Allah için tevazu gösterirse Allah, onu ancak yükseltir.” (37)

Zekat vermekle mükellef olan mü’min müslümanların malındaki zekat miktarı, Rabbimiz Allah’ın fakir mü’min müslüman kullarına vermek üzere, zengine verdiği bir emanettir… Allah’ın zengin mü’min müslüman kullarının mallarının arasına koyduğu, fakir mü’min müslümanlara verilmek üzere olan emanete, hiç bir ihanet edilmeden, zamanı geldiğinde gönül rızasıyla ve istenilen vasıflarda yetkililere teslim edilmesi lazımdır…

Zekat mükellefi olan zengin mü’min müslümanın verdiği zekat, hem kendisini, hem de helâlinden kazanmış olduğu malını tertemiz yapar… Bu arınma işini gerçekleştirmede elini çabuk tutmaya gayret eden zengin mü’min müslümanın, kalbi huzur ile dolarken, malı da bereketlenmiş olur…

Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“Onların mallarından sadaka al, bununla onları temizlemiş, arındırmış olursun. Onlara dua et. Doğrusu senin duan, onlar için bir sûkunet ve huzurdur. Allah, işitendir, bilendir.” (38)

Zekat anlayışı, İslâm ekonomisinin temelini teşkil e-der… Çünkü zekat, ancak helâl maldan verilir… Allah, helâl maldan verilen sadakayı kabul eder. Haram maldan sadaka olmaz… Haram yollarla kazanılmış maldan sadaka niyetiyle verilenler, sahibine hiç bir fayda, yani sevab ve hayır sağlamadığı gibi, aksine günah kazanmasına vesile olur… Başta zekat olmak üzere bütün sadakalar, helâl yollardan elde edilen mallardan ve yine helâl yollara sarf edilir… Helâl yol, Allah’ın razı olduğu ve Rasulullah (s.a.s.)’in beyan etmiş olduğu yoldur… Rabbimiz Allah’ın emri, önder ve örnek Rasulullah (s.a.s.)’in beyan etmiş olduğu şekilde yerine getirilmelidir… Zekat ve sadakalar, helâl kazançtan verilince kabul görüldüğüne göre, Daru’l-İslâm’da bütün emniyetleri sağlanmış mü’min müslümanlar, haram yollara asla tevessül etmezler… Allah’ın rızası doğrultusunda, Rasulullah (s.a.s.)’in gösterdiği şekilde helâl işlerde çalışır, alnının terinin karşılığı olan helâl kazancı elde eder ve sadakayı bu kazançtan helâl yolara sarf ederler…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Kim helâl kazancından bir hurma değerinde bir sadaka verirse-ki Allah, helâl maldan verilen sadakadan başka hiç bir sadakayı kabul etmez. İşte Allah, bu helâl sadakayı sağ eli ile kabul eder. Sonra o tek hurma değerindeki sadakayı, dağ gibi oluncaya kadar, sizin birinizin sütten ayrılmış tayını büyütüşü gibi sadaka sahibi için dikkatle büyütür.” (39)

Ebu Melik, babasından naklediyor.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Aziz ve Celil olan Allah, abdestsiz namazı kabul etmez. Haram mala da zekat düşmez.” (40)

Aynı konuda bir başka hadiste, Ebu Hüreyre (r.a.)’ı rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Her kim haram mal toplar da sadaka ederse, bunun sevabı olmayacağı gibi, vebali (günahı) de boynuna olur.”(41)

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu apaçık beyanlarından anlaşıldığı gibi Daru’l-İslâm’da, yani İslâm kanunlarının yürürlükte olduğu İslâm ülkesinde helâl kazanç sonucu gündeme giren zekat, Rabbimiz Allah’ın emri ile toplanıp yine O’nun emrettiği şu kişilere verilir:

“Sadakalar -Allah’dan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkün (miskin)ler, (zekat) işinde görevli olanlar, kalbleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış (lar) içindir. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (42)

Hakimiyetin kayıtsız – şartsız Allah’a, iktidarın da Allah’ın hükümleriyle hükmeden muvahhid mü’min müslümanlara aid olduğu İslâm ülkesinde zekat müessesesinin adalet ölçülerinde işletilmesi sonucu, ülkede fakirin kalmadığı görülecektir… Bu kurumun, gereği gibi uygulanması, memleketteki bir çok derin yaraların sarılması ve tedavi edilmesini sağlamış olur…

Böyle önemli bir ibadet vazifesini ihmal eden veya hafife alan kişiler, büyük bir günah işlemiş, İslâm ülkesinin ve İslâm milleti’nin hakkına tecavüz ederek ihaneti gündeme getirirler… Bu suçlarının karşılığında ahirette büyük azab görecekler… Onların bu suçları işlemelerinden dolayı, İslâm ülkesinin ekonomisinde dengesizlik gündeme gelir, İslâm Milleti’nin içinde karmaşa ortaya çıkar…

Bundan dolayı Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Her kim ki, Allah kendisine mal verir de o malın zekatını ödemezse, kıyamet gününde o zekatı verilmeyen mal, sahibi için çok zehirli erkek bir yılan suretine konulur. Bunun iki gözü üstünde iki nokta vardır.

Bu azgın yılan, kıyamet gününde mal sahibinin boynuna gerdanlık yapılır. Sonra yılan (ağzı ile) sahibinin çenesini iki tarafından yakalar da:

— Ben, senin (dünyada çok sevdiğin) malınım. Ben, senin hazinenim, der.”

Sonra Rasulullah, şu ayeti okudu:

“Allah’ın bol ihsandan kendilerine verdiği şeylerden cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır, bu, onlar için şerrdir. Kıyamet günü, cimrilik ettikleri şeyler boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası, Allah’ındır. Allah, yaptıklarından haberi olandır.”(43)

Yegâne hayat nizamı İslâm’ın beş rüknünden biri olan zekatın inkârı veya edasının reddi, savaş nedenidir… İslâm Devleti’nin hüküm sürdüğü İslâm ülkesinde, zekat farziyetini inkâr edenlerle veya edâsını yapmak istemeyenlerle savaşılır… Savaş yoluyla bu âsîlerin yola gelmesi sağlanmış olur…

İbn Ömer (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurur:

“Allah’dan başka hak ilâh olmadığına ve Muhammed’in Rasulullah olduğuna şehadet, namazı ikame, zekatı edâ edinceye kadar insanlarla savaşmam bana emrolundu.

Onlar, bu işleri yapınca -müslümanlık hakkının gereği (olan haddler) müstesna- İslâm hakkı olmak üzere canlarını ve mallarını benim elimden kurtarırlar. (Batınlarından dolayı olan) hesabına gelince, O (hesabı görmek) Allah’a aiddir.” (44)

Âlemlerin Rabbi Allah’ın hükümleri olan İslâm Kanunlar’ının yürürlükte olduğu İslâm ülkesinde zekat, İslâm Devleti’nin eliyle toplatılır ve muhtaç olanlara dağıtılır… İslâm ülkesi, ancak İslâm Devleti’nin bulunduğu ve İslâm Kanunlar’ının yürürlükte olduğu ülkedir. Daru’l-İslâm’da, yani İslâm ülkesinde, Allah’ın muvahhid kulları, özgür ve emniyet içindedirler… Muvahhid mü’min müslümanlar, kadınıyla, erkeğiyle, genciyle, yaşlısıyla Allah’ın emirlerini, Rasulullah (s.a.s.)’in gösterdiği şekilde yerine getirirken hiç bir engelle karşılaşmadıkları zaman gerçek bir özgürlük ve emniyet içinde olurlar… Böyle bir durum, ancak mü’minlerden olan, Allah ve Rasulullah (s.a.s.)’e imanla beraber itaat eden, Kur’ân ve Sünnet ile yöneten Ulu’l-Emr olan İmamın riyasetinde gerçekleşmiş olur… Bu şekilde yönetilen ve korunan ülke, İslâm ülkesidir!..

İslâm ülkesinde, mü’min müslümanların İmamı tarafından, müslümanların zenginlerinden ölçüsüne göre alınan zekat, ülkedeki müslüman fakirlere verilir…

Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle şu olay nakledilir. Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.) ile birlikte oturduğumuz sırada, deve üstünde bir kimse gelip devesini mescide çökerttikten sonra bağladı. Ondan sonra (bir çok soru sorup cevabını alınca bir soruda şöyle yöneltti):

(………………)

— Allah aşkına, şu sadakayı zenginlerimizden alıp da fakirlerimize dağıtmayı sana Allah mı emretti? dedi.

Rasulullah:

“Evet Allah emretti!” buyurdu. (45)

Ebu Cühayfe (r.a.) şöyle demiştir:

— Rasulullah (s.a.s.)’in zekat memuru bize geldi ve zekatı, zenginlerimizden alarak fakirlerimize dağıttı.

Ben, yetim çocuk idim. Bana, bacakları uzun genç bir dişi deve verdi. (46)

Malum olduğu üzere, önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz İbn Cebel (r.a.)’a “Kendilerine, Allah’ın onlara bir sadaka (zekat) farz kıldığını, bunun, onların zenginlerinden alınıp fakirlerine verileceğini haber ver.” talimatını vermişti. Ve devamında şu emri de buyurmuştu:

“Eğer onlar, bu konuda da sana itaat ederlerse seni, onların en kıymetli mallarını almaktan sakındırırım..”

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mü’min müslümanların en kıymetli ve kabul gören akide risalelerinden biri olan İmam Ömer en-Nesefî (rh.a.)’in kaleme aldığı “Akaidu’n-Nesefî”de, İmamın görevlerini şöyle beyan edilir:

“Müslümanlar için bir imama (siyasî lidere) mutlak surette ihtiyaç vardır.

Müslüman halkla ilgili dinî hükümlerin infazı, cezalarının tatbiki, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması, müslümanlardan ordu teşkil edilmesi, sadakaların (zekatların/vergilerin) toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkiyanın zabt-u rabt altına alınarak kahredilmesi, Cuma ve Bayram namazların ifâ edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların ortadan kaldırılması, hukuk üzerine kaim olan şahidliklerin kabulü, velileri bulunmayan küçük yaştaki oğlan ve kızların evlendirilmeleri ve ganimet mallarını taksim edilmesi gibi önemli hususlar imam sayesinde icra edilir.” (47)

İmamın bulunmadığı yerlerde ve zamanlarda, bölgedeki muvahhid mü’min müslümanlar, kendi aralarında mes’elelerini İslâmî çerçevede gündeme getirir ve çözüme bağlarlar… (48) İşgalci tağutları, kendi mes’elelerine karıştırmaz, hele hele en önemli müesseselerden biri olan zekat müessesesine hiç yaklaştırmazlar…

Bilgimiz ölçüsünde izahına çalıştığımız malum hadisin sonunda yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Muaz İbn Cebel (r.a.)’ın şahsında ümmetinden olan tüm mü’min müslümanlara şöyle buyuruyor:

“Bir de mazlumun (bed) duasından sakın! Çünkü şu muhakkak ki, mazlum ile Allah arasında (duanın kabulüne mani olacak) hiç bir perde (engel) yoktur.”

Mü’min müslümanlar bu konuda çok hassas olmalıdırlar… Hiç bir şekilde zulüm yapmayacakları gibi, zulme ve zalime de asla rıza gösteremezler… Mazlum olan insan, ister müslim, isterse gayr-ı müslim olsun farketmez… Mü’min müslümanın vazifesi, zulmün her türlüsünü engellemek ve mazlumları kurtarmaktır!…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Mazlumun duası kabul edilir, eğer facir ise, facirliği kendisinedir.” (49)

Rabbimiz Allah, zulmün her türlüsünü reddeder ve zalimleri lanetler:

“… Haberiniz olsun, Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir.” (50)

“… Allah’ın lâneti, zalimlerin üzerine olsun.” (51)

Bu, böyledir!…