MÜ’MİNLERİN EMİRİ VE SORUMLULUĞU

Abdullah İbn Ömer (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Her biriniz çobandır ve her biriniz elinin altındakinden sorumludur. İmam (İslâm Devlet Yöneticileri) bir çobandır ve elinin altındakileri layıkıyla muhafaza etmekten sorumludur.

Erkek, ailesinde bir çobandır ve o da eli altındakilerden sorumludur.

Kadın da, kocasının evinde bir çobandır ve o da, eli altındakilerden sorumludur.

Hizmetçi de, efendisinin malında bir çobandır ve elinin altındakilerden sorumludur.”

Ravî, şöyle demiştir:

— Ve ben, zannederim ki, Rasulullah (s.a.s.) muhakkak şunu da söyledi:

“Ve kişi, babasının malında bir çobandır ve elinin altındakilerden sorumludur. (Hulasâ) her biriniz çoban ve her biriniz elinin altındakilerden sorumluşusunuzdur.” (1)

Hangi inanç ve hangi fikirde olursa olsun, ister kadın, ister erkek, ister genç, isterse ihtiyar olsun bütün insanlar, seviyelerine ve konumlarına göre sorumludurlar…

Yegâne dünya nizamı İslâm’a göre şu üç sınıf insanın dışında tüm insanlar, yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmuşlardır…

Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Üç sınıftan mükelleflik kalemi kaldırılmıştır:

Uyanıncaya kadar uyuyandan.

Erginlik çağına (akıl-baliğ) varıncaya kadar çocuktan.

Ve akıllanıncaya veya ayılıncaya kadar deliden.” (2)

Bu konuda, Emiru’l-Mü’minin İmam Ali (r.a.), bu hadisi rivayet ettikten sonra, ayrıca Rasulullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu da ziyade eder:

“İhtiyarlıktan dolayı aklî muvazenesi kaybolan kimseden (kalem kaldırılmıştır).” (3)

Dünya hayatında biricik önder ve örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in istisna olarak beyan buyurduklarının dışında her insanın sorumlu olduğu ve yine Rasulullah (s.a.s.)’in beyanıyla bunların başında İmam veya Emir olan kişinin geldiği malumdur…

İnsanlar arasında birinci derecede sorumlu olanlar, toplumun önünde, insanların başında bulunan ve onları sevk ve idare eden kişilerdir… Her toplum imamı, yani önderi ile tanınır, onunla davet olunur ve onunla sorguya çekilir…

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:

“Her insan grubunu imamıyla çağıracağımız gün, artık kimin kitabı sağ eline verilirse, onlar kitablarını okuyacaklar ve onlar, bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.” (4)

Önderleriyle çağrılacak insanlar hakkında İmam Taberî (rh.a.), şunları beyan eder:

“Ayet-i kerimede geçen önderlerin kimler ve neler oldukları hakkında şunlar zikredilmiştir:

Burada zikredilen önderler, her ümmeti kendilerine gönderilmiş olan peygamberleri veya her ümmetin peygamberlerine verilen kitab, yahud amel defterleri veya her ümmetin, dünyada kendilerine önder kabul ettiği liderleridir.”(5)

İmam Taberî (rh.a.), bu görüşü tercih etmiştir.

Tabi oldukları imamları, yani önderlerinin kendilerini sapıklığa düşürüp helâk ettiklerinden dolayı toplumlar ile önderleri arasında kıyamette şöyle bir tartışmanın olacağını Rabbimiz Allah, beyan buyurur:

“Onların tümü toplanıp (kıyamette) Allah’ın huzuruna çıktılar da zayıflar (müstaz’aflar), büyüklük taslayanlara (müstekbirlere) dedi ki: ‘Şübhesiz, biz size tabi idik. Şimdi siz, bizden Allah’ın azabından herhangi bir şeyi önleyebiliyor musunuz?’ Dediler ki: ‘Eğer Allah, bize doğru yolu gösterseydi, biz de sizlere doğru yolu gösterirdik. Şimdi yakınsak da, sabretsek de fark etmez, bizim için kaçacak bir yer yoktur.” (6)

Muvahhid mü’minlerden oluşan İslâm toplumunda her mü’min müslüman sorumlu olduğunun şuurunda olacak şekilde eğitilip yetiştirilir… İlk okul eğitiminden öncesinden itibaren hayatın her merhalesinde ferdî ve toplumsal sorumluluklar gündeme getirilip her ferde düşen vazife kendilerine öğretilir ve bu düşünce ile eğitilirler…

Mü’min müslümanların imamı veya emirleri, kendi içlerinden seçilir… Katıksız iman sahibi, Allah’a ve Rasulullah (s.a.s.)’e itaat eden, mü’min müslümanlardan oluşan İslâm toplumunu Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim ve Rasulullah (s.a.s.)’in Sünnetiyle yöneten adil ve müttaki bir İmam, böyle bir Ulu’l-emr, mü’minlerin önderidir…

Kâfirlerin, müşriklerin ve mürtedlerin, mü’min müslümanların üzerinde velayet hakları yoktur… Hiç bir zaman ve her hangi bir vatanda, hiç bir mü’min müslüman, müşriklerin velayetini kabul edemez, onları veliyyu’l-emr olarak göremez…

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

“Allah, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez.” (7)

“Öyleyse, Rabbinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkâr ve nankör olana itaat etme.” (8)

Muvahhid mü’minlerden olan emir, Kur’ân ve Sünnet ile yönettiği, adaleti gözeterek emri altında bulunanlara emrederken sorumluluğunun farkında olmalı ve bu sorumluluğunun ağırlığını hissetmelidir… O, bir çobandır ve güttüklerinden sorumludur… Çobanı bulunduğu sürüsü, ona emanet edilmiştir… O, kendisine emanet edilmiş olan sürüye hakkıyla sahib olmalı, korumalı ve ihanet etmemelidir…

Ma’kıl b. Yesar el-Müzenî (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah’ın bir sürüye çoban yaptığı hiç bir kul yoktur ki, öldüğü gün, sürüsüne hiyanet etmiş olarak ölsün de Alla, ona cenneti haram kılmasın.” (9)

Bu hadisin şerhinde şöyle denmektedir:

“Hiyaneti helâl itikat eden kâfir olur ve ebediyyen cennete giremez. Fakat helâl itikat etmezse dinden çıkmaz, ancak cennete ilk giren bahtiyârlarla beraber olamaz. Bu gecikme, ona bir cezadır. Cezası, ya cehennemde yanmakla, ya hesab anında, yahud başka yerde verilir.” (10)

Bu kadar önemli olan emirlik konusunda mü’min müslümanların hassas davranmaları onların üzerine borç olan bir vazifedir… Ciddî sorumluluk gerektiren emirlik, bir emanettir ki, ehlinden başkasına vermek, ümmetin kıyametinin kopması demektir… Bu emanetin, adalet ölçüsünce hareket edecek, katıksız iman sahibi müttaki şahsiyetlere verilmesi gerekir… Bu konuda önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in uygulamaları böyle idi… Rasulullah (s.a.s.), emirliğe talib olan, bu konuda hırslı davranan ve ehil olmayanlara asla emirlik vermemiştir… Böylelerini uyarmış, onlara, bu konuda nasihatlar edip nasıl davranacaklarını öğretmiştir…

Ebu Musa (r.a.) anlatıyor:

Ben, beraberimde kavmim Eş’arîlerden iki kimseyle Rasulullah’ın huzuruna girmiştim. O iki  kimseden biri:

— Ya Rasulellah (s.a.s.), beni bir me’muriyete tayin et! dedi.

Diğeri de, bunun gibi bir me’muriyet istedi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

“Biz, bu iş üzerine, onu isteyen ve ona hırslı olan kimseyi tayin etmeyiz” buyurdu. (11)

Yine Ebu Musa el-Eş’arî (r.a.)’ın anlattığı bu hadisin bir başka rivayetinde Rasulullah (s.a.s.), o iki kişiye şöyle buyurur:

“Sizin en haininiz (devlet dairesinden) iş isteyendir.”

Bunun üzerine Ebu Musa, Rasulullah (s.a.s.)’dan özür dileyerek:

— Ben, onların niçin geldiklerin bilmiyordum, dedi ve döndü gitti de bir daha onlara hiç bir iş (lerin)de yardımcı olmadı. (12)

Emanete ehil olmayanın, emanete talib oması, başlıbaşına bir ihanettir… Bundan dolayı Rasulullah (s.a.s.):

“Sizin en haininiz (devlet dairesinden) iş isteyendir.” diye buyurmuşlardı.

Bu hüküm, adil İslâm Devleti’nde geçerli olan bir hükümdür… Adil İslâm Devleti’nde, devlet işlerinde ehil olmayan kişilerin vazife almaları, devlet ve İslâm Milleti’ne ihanet etmekten başka bir şey değildir… Çünkü o kişiler, işlerinde yetkili olmadıkları ve yönetimi Kur’ân ve Sünnet’e göre yapacak kadar ehil olmadıkları için bu konuda ihanet etmeleri an meselesidir… Bir iş, ancak Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde yapıldığı vakit, adalet yerini bulur, yapan ise, adil davranmış olur… Eğer bir iş, Kur’ân ve Sünnet ölçüsünün dışında yapılıyorsa, hiç bir zaman adalet olmaz, başlıbaşına zulüm ortaya çıkar… En büyük zulüm de, şirktir… Şirk düşüncesinden kaynaklanan düzenlerde ve ideolojilerde yapılan herhangi bir işin adaletli olmasını beklemek, aslı olmayan kaf dağının arkasından Anka kuşunun uçarak gelmesini beklemekten daha gerçek dışıdır…

Adil İslâm Devleti’nin kurum ve kuruluşlarında ancak ehil olanların, yani vazifesinin şuurunda olan yetkili kişilerin yer alması gerekir…

Bundan dolayı Rasulullah (s.a.s.), Abdurrahman İbn Semure (r.a.)’a şöyle öğüt vermiştir:

“Ya Abdurrahman İbn Semure, sakın sen (kendiliğinden) emirlik vazifesi isteme. Şübhesiz sen, eğer senin istemenden dolayı sana emirlik ve başkanlık verilirse, istediğin şey ile (yalnız) bırakılırsın (Allah’ın yardımına nâil olamazsın). Eğer emirlik ve başkanlık sana, sen istemeden verilirse, (Allah tarafından) bu iş üzerine yardım olunursun.

Bir de sen, bir şeye yemin edip de başkasını ondan daha hayırlı gördüğünde yemininden kefaret ver ve hayırlı olan işi yap!” (13)

Mü’min müslümanların başına ulu’l-emr olup da onlara zulmeden kişi, Allah’dan büyük bir ceza hakk eder… Elbette devlet, İslâm Devleti olduğu hâlde emr sahiblerinin zulmetmeleri söz konusu olduğu vakit bu durum gerçekleşir, yoksa devlet, gayr-ı İslâmî olan tağutî bir düzen ise, zaten temelden tavana kadar zulüm içindedir… Çünkü tağutî düzenler, şirk, küfür ve Allah’a isyan üzere kurulmuşlardır… Hatırlanacağı üzere en büyük zulüm, şirktir… Böyle korkunç bir zulüm üzerine kurulmuş ve tüm kanunları zulme ayarlanmış bir düzenin kurum ve kuruluşlarında vazife alan kişilerden adaletli davranışlar beklemek, hayal kurmanın hayalini kurmaktan başka bir şey değildir!..

Şu hadisi de bize, Ma’kıl İbn Yesâr (r.a.) nakleder. Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Müslümanlardan bir ahâliye valilik eden valî, o ahâliyi aldatıp zulmetmiş olduğu hâlde ölürse, muhakkak Allah ona, cenneti haram etmiştir.” (14)

Yine Ma’kıl İbn Yesâr (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Müslümanların işlerini (yönetimini) üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve kendilerine iyilik isteyen olmayan hiç bir âmir yoktur ki, onlarla birlikte cennete girebilsin.” (15)

Hadisin şerhinde İbn Battâl (rh.a.) diyor ki:

“Bu hadis, zalim hükümdarlar için pek büyük bir tehdiddir. Çünkü kullara yaptıkları zulümlerin hesabı, Kıyamet gününde kendilerine sorulacaktır. Acaba koskoca bir millete zulmeden bir adam, o millete hakkını nasıl helâl ettirir?..” (16)

Mü’min müslümanlardan olup İslâm Devleti’nde yönetici olan, fakat halka zulmeden ulu’l-emrin durumundan bahseden hadisleri arzettikten sonra, Önderimiz Rasulullah  (s.a.s.)  ile Ashabın önde gelenlerinden olan  Ebu Zerr (r.a.) arasında geçen şu konuşmalara dikkat edelim!..

Ebu Zerr (r.a.) şöyle demiş:

— Ya Rasulellah (s.a.s.), beni valî yapmıyor musun? dedim.

Bunun üzerine eli ile omuzuma vurdu.

Sonra:

“Ya Eba Zerr, sen zayıfsın. Bu valilik bir emanettir. Gerçekten Kıyamet gününde o, kepazelik ve pişmanlıktır. Yalnız onu, hakkı ile alarak o hususta üzerine düşeni yapan müstesna!” buyurdu. (17)

Aynı konuda Ebu Zerr (r.a.)’ın rivayet ettiği diğer bir hadiste Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Ya Eba Zerr, Gerçekten ben, seni zayıf görüyorum. Ben, senin için kendime sevdiğim şeyi severim. Sakın iki kişi üzerine hakim olma! Ve sakın yetim malına veli olma!” (18)

Gerek Daru’l-İslâm’daki İmametü’l-Kübra olan Hilafet, gerekse Daru’l-Harb’deki Harb Emirliği, sorumluluğu büyük olan birer emanettir ki, ehil olan muvahhid mü’min müslümana verilmesi gerekir… Bu konudaki bir hatanın zararı tüm ümmete dokunan ve tamiri çok zor olan bir durum meydana getirir… Böyle bir hatta, ümmetin bağrında derin yaralar açar… O hâlde bu makama getirilip bu vazife kendilerine verilecek şahsiyetler çok iy tesbit edilmelidir…

Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“Şübhesiz Allah, size, emanetleri ehline (sahiblerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu Allah işitendir, görendir.” (19)

Ayet-i kerime’nin daha iyi anlaşılması için esbâb-ı nüzûlüne bakmakta fayda vardır… Bu ayetin esbâb-ı nüzûlünde İmam Vahidî (rh.a.), şu olayı kaydeder.

“Bu ayet, Beni Abdu’d-Dâr soyundan Osman b. Talha el-Hacebî hakkında nazil oldu. Bu zat, Kâbe’nin hizmetçisi ve bakıcısı idi. Peygamber (s.a.s.), Fetih Günü Mekke’ye girince Osman, Kâbe’nin kapısını kitleyip Kâbe’nin damına çıktı.

Rasulullah (s.a.s.), Kâbe’nin anahtarını istedi. Anahtarın Osman’ın yanında olduğu söylendi. Peygamber (s.a.s.) onu, Osman’dan istedi. Osman ise, diretip vermedi ve:

— Ben, O’nun gerçekten Allah’ın Peygamberi olduğunu bilseydim, elbette anahtarı O’ndan men etmezdim, dedi.

Bunun üzerine Ali b. Ebi Talib, Osman’ın kolunu büküp anahtarı kendisinden aldı ve kapıyı açtı. Rasulullah (s.a.s.), Kâbe’ye girerek içinde iki rekat namaz kıldı.

Çıkarken Abbas, hem hacılara su dağıtmayı, hem de Kâbe’nin bakımını beraber yürütmesi için anahtarı kendisine vermesini Rasulullah (s.a.s.)’den rica etti. Bu sebeble Allah Teâlâ, bu ayeti indirdi.

Rasulullah (s.a.s.) de Ali (r.a.)’ye, anahtarı Osman’a geri verip ondan özür dilemesini emretti. Ali (r.a.) de, bunu yaptı.

Osman, Ali (r.a.)’ye dedi ki:

— Ey Ali (r.a.), bana zor kullanıp eziyet ettin. Sonra da gelmiş yumuşak davranıyorsun.

Ali (r.a.) de:

— Muhakkak Allah Teâlâ, senin hakkında vahy indirdi, deyip bu ayeti kendisine okudu.

Bunun üzerine Osman:

— Şahidlik ederim ki, Muhammed (s.a.s.) Allah’ın Rasulü’dür, diyerek müslüman oldu.

Müteakiben Cebrail (a.s.) gelip buyurdu ki:

—Bu Allah’ın Evi (Beytullah) bakî kaldığı sürece anahtar ve hizmet vazifesi, Osman evladında kalacaktır.

Bu gün de, hâlâ anahtar onların elindedir.” (20)

İnsanlar, idareci olmaya haristirler… Çok şiddetli bir arzu ile bunu isterler, fakat ehil olup olmadıklarını düşünmezler… Bu görevin artısını ve eksisini gündeme getirmez, ne getirir, ne götürür hesab edemezler… Gerek Daru’l-İslâm’daki İmamet, gerek Daru’l-Harb’teki İslâm Cemaatı’nda vazife yapacak yetkililer, iman yönüyle kuvvetli, amel yönüyle salih ve müttaki olanlar seçilmelidir… Ve her mü’min müslüman bu konuda kendisini iyi tartmalı, hesabını, kitabını yapıp sorumluluğunu çok iyi düşünmelidir.

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Muhakkak idareciliğe haris olacaksınız, o da size pişmanlık getirecek. Sahibine uğur ve hayır getiren riyaset ne güzeldir. Böyle bir riyasetin yokluğu ne kötüdür.” (21)

İmam Maverdî (rh.a.), Ümmetin idaresine İmam olan Halife’nin göreceği önemli olan görevlerinin on tane olduğunu beyanla şu şekilde tesbit eder:

1) Vaz’ olunan kâidelere, Selefin icmâ ettiği hususlara uygun olarak dini koruma, muhafaza etmektir. Din hakkında bir şüphe yayılırsa, delillerle bunu açıklar ve doğru yolu gösterir. Kendisine lazım olan İlâhî kanun ve cezaları, dinin fesaddan, bozulmaktan korunmasında, halkın kötülüklerden, bayağılıklardan uzaklaştırılmasında tatbik eder.

2) İhtilaflıların ihtilaflarını çözmede, çekişmelerin, nizalı kimselerin nizalarına son vermede, merhametin temininde dinî hükümleri tatbik eder. Zalim taşkınlık edemez, mazlum da zayıf düşürülemez.

3) Topluluğu himâye, koruma, mal, can, her türlü yol emniyetini sağlamak suretiyle insanların yeryüzünde geçimlerini, kazançlar sağlamalarını temin eder. Yasak olan sahalardan ve başkalarına aid haklara zarar vermekten uzaklaştırır.

4) Allah’ın koyduğu yasakları aynen uygulamak, değiştirilmelerinin önüne geçmek, insanların haklarının ortadan kalkmasını önlemek, hakları korumak uğruna cezalar tatbik etmek.

5) müslümanların, zimmîlerin ve müslümanlarla anlaşmalı olanların kanlarına, hayatlarına, mallarına kasdetmek isteyen, dini ortadan kaldırmaya teşebbüs eden düşmana karşı harb hazırlığı yapmak, kaleler, engeller inşâ ettirmek.

6) İslâmiyet’in bütün dinlere üstün olduğu konusunda gerekli isbatı yapmak, Allah’ın hakkının ayakta tutulması için davete rağmen müslüman olmayan kimselere karşı İslâmiyet’e girinceye veya zimmîliği kabul edinceye kadar harbetmek.

7) Korku duyurmadan, zulüm ve baskı meydana getirmeden dince ve ictihadca üzerine farz olan kimselerden zekat ve diğer vergileri, ganimetleri toplamak.

8) İsraf ve cimrilik yapmaksızın, hazineden layık olanlara tam vaktinde yardımlarda, ihsanda bulunmak.

9) Vergilerin toplanması, halka nasihatın sağlanması için emniyet memurları, nasihatcılar tayin etmek, görevlendirmektir. Bundan maksad, herkes için işler eşit ve sağlam bir şekilde yürütülsün, mallar emniyet içinde korunsun.

10) Topluluğun işleri ve durumları ile bizzat meşgul olmak, yakînen takib etmek. Böylece halkın idaresi, milletin himayesi daha iyi sağlanır. Hilafet görevini, yalnız eğlencelerle veya yalnız ibadetlerle ihmal etmemiş olur. Tayin ettiği memurlar hainlik edebilir, görevini aksatır.

Allah Teâlâ da:

“Ey Davud, Biz, seni yeryüzünde bir halife yaptık. O hâlde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet. Heva ve hevesine tabi olma ki, bu, seni Allah yolundan saptırır.” (Sad, 38/26) buyurmuştur.

Allah, yalnız nefse uymayı, dalaletle vasıflandırmıştır. Hilâfet görevi, bu şekilde sarsılmış olur. Layık olan o makama geçince, dinin hükümlerini, hilafet makamını koruması gerekir.

Peygamber (s.a.s.) de:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz.” buyurmuştur.” (22)

İmam Maverdî (rh.a.), Daru’l-İslâm’da, yani egemenliğin kayıtsız-şartsız Allah’a aid olduğu, iktidarda mü’min müslümanların bulunduğu, yegâne hayat nizamı İslâm’ın yürürlükte olduğu Halifeli toplumda, İslâm Devlet Başkanı olan Halife’nin görevlerini böyle beyan eder… Elbette bu görevler, çağın şartlarına ve konumuna göre değişebilir, gelişebilir… Çağın ihtiyacı olan araç ve gereçlere göre şekillenebilir… Buna, o çağda yaşayan İmam ve Ehl-i Hâl ve’l-Akd Şûrası karar verir…

Daru’l-Harb’de, yani egemenliğin kayıtsız-şartsız Allah’dan başkalarına aid kılındığı, iktidarda Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenlerin bulunduğu, İslâm’ın yürürlükten kaldırıp onun yerine tağutî düzenlerin geçerli kılındığı bölgelerdeki esaret altında bulunan mü’min müslümanlardan oluşturulan Ehl-i Hâl ve’l-Akd Şûrası ile Emir beraberce mü’min müslümanları sevk ve idare ederler… Cuma İmamları ve Kadılar tayin edilir… Böylece müstevlilere karşı hareket başlamış olur… (23)

Gerek yerli, gerek yabancı İslâm düşmanlarının işgaline uğrayan, İslâm topraklarında yaşayan mazlum ve müstaz’af mü’min müslümanlar, Emir’e gereği şekilde ahid eder ve dinleyip itaatı gerçekleştirirler… Çünkü kendisine itaat edilmeyen emir, emir olmaz… Onun sözde emir olması ile olmaması, yani varlığı ile yokluğu arasında hiç bir fark kalmaz…

Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Ahidleştiğiniz zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin, pekiştirin, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Çünkü Allah’ı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şübhe yok Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.” (24)

“Ey iman edenler, akidleri yerine getirin…” (25)

Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat eden, katıksız iman sahibi ve adil İmam veya Emir’e bey’at eden mü’min müslünanlar, bey’atlarına ve ahidlerine son anlarına kadar sadık kalırlar… Bu sadık oluş hâli, onların imanlarının gereğidir… Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat eden İmam veya Emir’e, darlıkta ve bollukta, nefislerinin hoşuna gitse de, gitmese de itaat edeceklerine ahd eden mü’min müslümanlar, İslâm Cemaati’nin birer ferdi olarak birbirlerini temsil etme yetkisine sahib olurlar…

Ubade İbnu’s-Samit (r.a.) şöyle dedi:

Rasulullah (s.a.s.)’e, Ensar üzerine bir borç olarak bizden aldığı ahid ve misakta şöyle söyleyip bey’at ettik:

— Allah ve Rasulü’nün emirlerini dinleyip, onlara hem neşeli, hem kederli zamanımızda, hem zor, hem kolay hâlimizde itaat etmek ve âmirlerimiz, kendi arzularını nefislerimiz üzerine tercih etseler dahî, onlara itaat etmek ve nizâ (ve kıtal) etmemek üzere bey’at ettik. Ancak açık bir küfürünü görürseniz, onun küfrü hakkında yanınızda Allah’ın Kitabı’ndan kuvvetli bir deliliniz olması hâli müstesna. (26)

Önemli olduğundan dolayı bu hadisin şerhinde beyan edilenleri buraya kaydediyoruz:

“Hadisin mânası şudur:

İş başında bulunan âmirlerle, onların vazifesi hakkında kavga ve kendilerine i’tiraz etmeyin! Meğer ki onların, İslâm kaidelerine göre muhakkak münker sayıldığını bildiğiniz bir kötülüğünü göresiniz! Böyle bir şey görürseniz bunu, reddedin! Ve her yerde hakkı söyleyin! Umerâ (yöneticiler), fasık ve zalim bile olsalar, onlara karşı çıkarak, kendileri ile harb etmek, bütün ulemânın ittifakı ile haramdır. Bu bâbda, bir çok hadisler vardır. Ehl-i Sünnet Ulemâsına göre hükümdar, fasıklığından dolayı ma’zul olmaz. Zira netice kan dökmeye ve çeşitli fitnelere müncer olacağı için azlindeki mefsedet, yerinde kalmasındaki zarardan daha çok olur.

Kadî Iyaz’ın beyanına göre Ulemâ, kâfirden müslümanlara hükümdar olamayacağına, hatta evvelce müslümanken sonradan kâfir olsa azledilmiş sayılacağına ittifak etmişlerdir. Namaz kılmayanın hükmü de, budur.

Hadis-i Şerif, emri bi’l-ma’ruf’un farz olduğuna da delildir.

İmam Nevevî diyor ki:

Ulemâ, onun farz-ı kifaye olduğuna ittifak etmişlerdir. Bir kimse, bu hususta canından, malından veya başkasının canından olacağından korkarsa, eli ile ve dili ile bu vazifeyi yapmak, ondan sakıt olur. Ona, sadece kalbi ile kerih görmek vacib olur. Bizim mezhebimizle, Cumhurun mezhebi budur.” (27)

Emir konumunda olan muvahhid mü’minlerin sorumlulukları büyüktür… Kendisine dinleyip itaat etmek üzere ahid eden her mü’min müslümanın dertleriyle dertlenmek, onların mes’elelerini hâl etmek, problemlerini çözmek, Emir’in vazifelerindendir…

Cabir (r.a.) anlatıyor:

Bir köle, Rasulullah (s.a.s.)’e gelerek, hicret etmek üzere bey’at etti. Rasulullah (s.a.s.), onun köle olduğunun farkında değildi. O sırada efendisi gelip kölesini götürmek istedi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.), adama:

“Bunu, bana sat! Yerine iki siyah köle al!” buyurdu.

Bundan sonra köle olup olmadığını sormadan kimsenin bey’atını kabul etmedi. (28)

Emir, yönetimi altında bulunanlara, durumlarına hâl ve tavırlarına göre değer vermelidir… Ferdlerin anlayış ve kabiliyetlerine göre değerlendirmeli ve vazifelendirmelidir… Emir, yönettiği toplumun her kesimini ve ferdini seviyelerine göre değerlendirecek olursa, onların arasında adalet yapmış olur… Kişinin hak ettiği değer kendisine verilince, adalet ile hükmolunmuştur…

Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha) şöyle demiştir:

— Rasulullah (s.a.s.) bize, insanlara derecelerine göre yer vermemizi emir buyurdu.

Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerim’de, Allah Teâlâ:

“Her ilim sahibinin üstünde daha âlim biri vardır.” (Yûsuf, 12/76) Kavl-i Kerimi natık bulunmaktadır. (29)

Emir, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde yönettiği İslâm Cemaati’nin huzur ve saadetini düşünerek, onları her türlü kötülüklerden korumaya çalışmalıdır… Onlara zor gelecek ve kaldıramayacakları yükler yükletmemeli ve her zaman kolay olanı seçmelidir… Helâl olmak kaydıyla iki şey arasında muhayyer bırakıldığı zaman kolay olanını tercih etmek, Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ne uymak demektir… Hayırlı ve iyilik olana sarılmak, günaha yaklaşmamakla beraber, her türlüsünden sakınmak, nefsi için davranmayıp her hâlinde Allah için olmak, önder ve örnek Rasulullah (s.a.s.)’e tabi olmanın cümlesindendir… Böyle davranmak, Rasulullah (s.a.s.)’e itaat etmektir… Rasulullah (s.a.s.)’e itaat, O’nun Sünneti’ne sarılmakla olur…

Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha), önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in tavrının, hâl ve hareketinin bir kısmını şöyle beyan eder:

— Rasulullah (s.a.s.) –dünya işlerinden– iki şey arasında muhayyer kılındığında muhakkak onlardan –günah olmadığı müddetçe– en kolay olanını alırdı. Eğer günah gerektirecek olursa, o kolay şeyden insanların en uzak bulunanı Rasulullah (s.a.s.) olurdu. Rasulullah (s.a.s.), kendisi için kin tutup öc almamıştır. Ancak Allah’ın hürmetine saygısızlık edilmesi hâli müstesna. İşte bu hâlde yapılan hürmetsizlik, sebebiyle Allah için (öfkelenir) intikam alırdı. (30)

İşte muvahhid ve müttakilerin önderi Rasulullah (s.a.s.)’in mü’min müslümanlar için, özellikle Emir konumunda olanlar için örnek davranışı… Zaten mü’min müslümanlar için yegâne örnek Rasulullah (s.a.s.) değil mi? (31)

Rabbimiz Allah’ın beyanıyla Rasulullah (s.a.s.)’in örnek ve önder davranışından bir kaç tanesi:

“Allah’dan bir rahmet dolayısıyla onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül et. Şübhesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (32)

“… Mü’minler için de (şefkat) kanatlarını ger.” (33)

“Muhammed, Allah’ın Rasulüdür. Ve O’nunla birlikte olanlar da, kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler.” (34)

Ümmetin başında İmam veyahud İslâm Cemaati’nin başında Emir olan izzet sahibi mü’min müslümanlar, Rasulullah (s.a.s.)’in örnek davranışı gibi davranmalıdırlar… Mü’min kardeşlerine karşı şefkat kanadını germiş, onlara merhametli ve yumuşak davranan, tüm işlerinde onlarla istişâre eden, istişâre sonucu çıkan kararda direnen ve uygulayan, İslâm Dâvâsı’nı beraber omuzlayan bir şahsiyet olmalı Emir olan kişiler…

Emir mekamında bulunanlar için, mü’minlerin annesi Aişe (r.anha)’ınn rivayetiyle şöyle dua etmektedir önderimiz Rasulullah (s.a.s.):

“Allah’ım, bir kimse ümmetimin umurundan (işlerinden) bir vazife alır da onlara zorluk gösterirse, Sen de Ona zorluk göster. Bir kimse Ümmetimin umurundan (işlerinden) bir vazife alır da onlara hoş muamele ederse, Sen de ona hoş muamele et!” (35)

Mü’min, muttaki, adil ve fazıl bir “Emiru’l-Mü’minin” vazifesi ve vasfı hakkında şu kıssa, aklını kullanabilen her kul için ders ve ibrettir!…

İbn Seleme’nin kardeşi Ebu Vail Şakıyk b. Seleme der ki:

(Emiru’l-Mü’minin İmam) Ömer (r.a.), Bişr b. Asım’ın Hevâzîn Kabilesi’nin zekatlarını toplamada görev almasını istedi. Bişr, bundan çekindi.

Ömer, onunla karşılaşınca:

— Seni çekindiren sebeb nedir? Yoksa bize itaat etmiyor musun? dedi.

Bişr:

— Elbette ediyorum. Fakat Rasul-ı Ekrem (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu duydum:

“Her kim ki, müslümanların işlerinden bir göreve gelirse, Kıyamet günü getirilip cehennem köprüsü üzerinde durdurulur. Eğer -görevinde- güzel davranmışsa kurtulur. Kötü davranmışsa, köprü yarılır ve oradan yetmiş sene müddetle cehennemin dibine aşağı düşer.”

Ömer (r.a.), üzgün ve morali bozuk bir şekilde çıktı ve Ebu Zerr (r.a.) ile karşılaştı.

Ebu Zerr (r.a.):

— Neden seni böyle üzgün ve morali bozuk görüyorum? dedi.

Ömer (r.a.):

— Neden üzülmeyeyim ki, Bişr b. Asım, Rasulullah (s.a.s.)’in:

“Her kim müslümanların işlerinde bir göreve gelirse, Kıyamet günü getirilip cehennem köprüsünde durdurulur. Eğer güzel davranmışsa kurtulur. Kötü davranmışsa, köprü yarılır ve oradan yetmiş sene boyu cehennemin dibine aşağı düşer.” buyurduğunu söylüyor, dedi.

Ebu Zerr (r.a.):

— Sen onu, Rasulullah (s.a.s.)’den duymamış mıydın? ded.

Ömer (r.a.):

— Hayır, dedi.

Ebu Zerr (r.a.):

— Ben, Rasulullah (s.a.s.)’in:

“Her kim, müslümanlardan birinin işini üzerine alırsa, Kıyamet günü getirilip cehennem köprüsü üzerinde durdurulur. Eğer –görevinde– güzel davranmışsa, kurtulur, yok kötü davranmışsa, köprü çöker, kapkara cehennemin dibine doğru yetmiş sene düşer, gider.” buyurduğuna şahidim, dedi.

Ve:

— Bu iki hadisin kalbine hangisi daha çok acı verir? diye ilave etti.

Ömer (r.a.):

— Her ikisi de kalbime acı verdi. Artık bu sorumlulukla görevi kim alır? dedi.

Ebu Zerr (r.a.):

— Allah’ın, burnunu kestiği, yüzünü yere serdiği, zelil kıldığı kimseler.

Fakat biz seni, hayırlı bir kişi olarak tanıyoruz. Eğer görevinde adil olmayacakları tayin edersen, zannederim günahından kurtulamazsın, dedi. (36)

Ümmetin İmamı veya İslâm Cemaati’nin Emiri makamının sorumluluğunu idrak etmek için bu olayın tekrar okunması ve üzerinde derin derin düşünülmesi gerekir…

İmamın ve yönettiklerinin karşılıklı haklarını izah eden Emiru’l-Mü’minin İmam Ali (r.a.) ne kadar güzel beyan etmiştir…

Mus’ab b. Sa’d demiştir ki:

Ali (r.a.), isabetli olan şu sözleri söylemiştir:

— İmamın (İslâm Devlet Başkanının) Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi ve emanetleri ehline vermesi, idare edilenlerin onun üzerinde bir hakkıdır. İmam, bunu yapacak olursa Onun, insanlar üzerinde olan hakkı, onu dinlemeleri, ona itaat etmeleri ve davetine icabet etmeleridir.”(37)

İmam veya Emir olan izzet sahibi mü’min müslümanın vazifesi, Allah’ın hükümleriyle hükmetmesi, adil davranması, her haklının hakkını kendisine vermesi, emaneti ehline teslim etmesidir… Çünkü Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenler, kâfirlerin, zâlimlerin ve fasıkların tâ kendileridir… (38)

Emir, vazifesini hakkıyla yerine getirince, yönettiği müslüman halkın vazifesi de, onu dinlemeleri, itaat etmeleri ve kendilerine emredilenleri hakkıyla yerine getirmeleridir… Böyle karşılıklı iyi niyet ve güzel anlayışla yürütülen işler, hayırlı sonuçlara ulaşır… Ülkedeki yaşayan insanlar, mutlu ve mes’ud olurlar… Her türlü emniyet içinde saadetli bir hayat sürerler…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah, sizden üç hususta razı olur ve üç hususta size gazab eder:

Sizin, kendisine ibadet edip O’na hiç bir ortak koşmamanıza, toptan Kur’ân-ı Kerim’e yapışmanıza ve Allah’ın başınıza geçirdiği kişilere itaat etmenize razı olur.

Dedi-kodu yapmanıza, malınızı gereksiz yerlere harcamanıza ve çok soru sormanıza da gazab eder.” (39)

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle)’nin başımıza geçirdiği, mü’min müslümanlardan olup Kur’ân ve Sünnet ile yöneten Ulu’l-Emr’e itaat etmemizden razı olur… İşgal edilmiş İslâm topraklarını istilâ eden tağutlara itaat edilmez… Çünkü onlar, Allah’ın hükümlerini yürürlükten kaldırmış, ilâhlaştırdıkları heva ve heveslerinden kaynaklanan kanunlar ile insanları sevk ve idare etmektedirler… Egemenliğin kayıtsız-şartsız insana aid olduğunu savunan ve Allah’ın egemenlik hakkını gasbeden egemen tağutların, mü’min müslümanların üzerinde hiç bir velayet hakları olmadığı için, mü’min müslümanlar için ulu’l-emr de olamazlar ve kabul edilemezler…

Rasulullah (s.a.s.), mü’minlerin emiri olan kişinin imtihan içinde olduğunu, onun Allah’a itaatı ölçüsünce kendisine yardım edileceği ve hakkında İlâhî takdirin tecelli edeceğini beyan buyurur…

Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Allah, bir emir (imam) hakkında hayır dilediği zaman ona, doğru (konuşan ve doğru iş yapan) bir yardımcı verir. Eğer O (emir, yapılması gereken bir işi) unutursa, (bu yardımcı unutulan işi) ona hatırlatır. Eğer emir bu işi kendisi hatırlarsa, (o zaman da bu yardımcı, o işin yapılması hususunda) emire yardımcı olur.

Eğer Allah, onun hakkında başka bir şey dilemişse ona, kötü (huylu) bir yardımcı verir. Eğer (yapılması gereken bir işi) unutursa, (vezir bu işi) ona hatırlatmaz. Eğer (emir, bu işi kendiliğinden) hatırlarsa, (o zaman da bu yardımcı, o işin yapılmasında) ona yardımcı olmaz.” (40)

İzzet ve şeref sahibi mü’min müslümanların başında İmam ve Emir olan katıksız iman sahibi, müttaki ve adil şahsiyetler, ağır sorumluluklarının idrakinde olmalı ve İslâm’ın gereğine göre vazifelerine devam etmelidirler!… Kurtuluş, böyle mümkün olur…

Bu, böyledir!…