İSLÂM OLMAKTA DİRENMEK

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Biriniz İslâm’a girişini güzel yaparsa, yapacağı her bir hasene (iyilik/hayır), kendisi lehine on mislinden yediyüzkatına kadar büyük derecelerle yazılır. Yapacağı her bir seyyie (kötülük/günah) ise, ancak kendi misli ile yazılır.”(1)

İmam Müslim (rh.a.)’in rivayetinde, Rasulullah (s.a.s.):

“Yaptığı her kötülük de, tâ Allah’a kavuşuncaya kadar hep misli ile (ceza) olmak üzere yazılır.” buyurmuşlardır.

İslâm’a giriş, yani küfürden ve şirkten kesin bir tevbe ile tevbe ederek Allah’a teslim olmak… Hiç bir şek ve şübhe duymadan ve herhangi bir katkı unsuru karıştırmadan iman etmek… İman edilmesi emredilenleri, kalben tasdik, dil ile ikrar ve vücud organlarıyla gereğini yerine getirip tam teslimiyeti gündeme getirmek… Gerçek iman ile salih ameli beraber yaşamak… İşte İslâm’a girişin güzel yapılması… İmanın katıksız, amelin salih, ahlâkın en güzel olması, İslâm’a girişi güzel yapmaktır… Allah’dan başka kanun koyucu kabul etmemek, yani egemenliğin kayıtsız-şartsız Allah’a aid olduğunu kabul etmek, Kur’ân-ı Kerim’i yegâne temel yasa, İslâm’ı biricik hayat nizamı ve Rasulullah (s.a.s.)’i tek önder ve örnek kabul etmek, İslâm’a girişi güzel yapmanın değişmez ölçüsüdür…

Cahiliyyeye, yani İslâm dışı olan tüm ideolojilere, tüm düzenlere, tüm hayat anlayışlarına aid gelenek, görenek, örf, adet, bakış açıları, ve her türlü düşünceyi ayaklarının altına alarak (2) İslâm’a giren, İslâm’a girişini en güzel bir şekilde yapmıştır.

İslâm’a, yani Fıtrat Dini’ne yabancı bütün unsurları reddeden, hayatından uzaklaştıran ve onlardan uzaklaşarak, Allah’ın ve Rasulullah (s.a.s.)’in emrettiği bir şekilde yaşamak, İslâm’a girişini güzel bir biçimde yapmanın tâ kendisidir… Ferdden topluma, aileden devlete hayatın her merhalesinde İslâm’a tabi olmak, dünyada izzet üzere yaşayıp ahirette cennete girenlerden olmak demektir!…

İslâm’a girmek, yalnızca söz ile gerçekleşmez… Sözün öz ile birleşmesi, öz ile sözün pekişmesi ve bir “yaşam biçimi” olarak, yani hayatın tâ kendisi olmak kaydıyla gündeme gelmesi gerekir… Özü İslâm, sözü İslâm ve bütün hâli ile hareketi İslâm olan, gerçek muvahhid mü’min ve müttaki müslüman olmuştur… Allah’ın razı olduğu hâl, bu hâldir… Ferd be ferd İslâmlaşmak, dolayısıyla toplumun İslâmlaşması, böylece yönetim, yöneten ve yönetilenin İslâm olması gerçekleşmiş olur…

Yegâne hayat nizamı İslâm’ın ferdlerin hayatında gerçekleşmesi ve kâmil mânâda yaşanması için, toplumun, yöneten ve yönetilenlerin İslâm olması gerekir… Yönetim İslâm, hukuk İslâm, ekonomi İslâm, eğitim İslâm, ticaret İslâm, yani bir İslâm ülkesinde ancak mü’min müslüman ferd, müslümanca yaşayabilir… Yalnız ve yalnız böyle bir ülkede ve böyle bir ortamda huzurlu olur muvahhid mü’minler. İslâm, ancak böyle bir düzende yaşanır ve Allah’ın razı olduğu kulluk vazifeleri böyle bir ortamda gereği gibi yerine getirilir…

Böyle bir ülke ve böyle bir ortamda, Allah’ın ve Rasulullah (s.a.s.)’in yasak ettikleri yasaklanır, serbest kıldıkları da serbest olarak işlenir… Yani haramlar yasaklanmış, helâller serbest bırakılmıştır… Mü’min müslümanların her türlü emniyeti sağlanmış, korkular, onlardan giderilmiştir…

Katıksız bir şekilde iman ederek İslâm’a giren ve bu girişini emredilen güzel amelleri işleyerek sürdüren mü’min müslümanın işlediği her güzel ameli onun lehine olup, Allah katındaki değeri on mislinden yediyüz misline kadar büyük derecelerle yazılır… Rasulullah (s.a.s.), bu ölçüyü verirken İslâm’a girişin güzel olmasını şart koşmuştu… Her kim ki, mü’min müslüman olarak güzel ve iyi şeyler yaparsa, ancak kendisinden kabul olur ve karşılığında on mislinden yediyüz misline kadar sevab kazanır… Ona hiç bir haksızlık yapılmaz ve yapmış olduğu iyi amelin karşılığını ziyadesiyle almış olur….

İnsanın yaptığı işin güzel olması ve Allah tarafından kabul edilmesi, onun gereği üzere iman etmesine bağlıdır… Eğer iman ile beraber güzel işler yapacak olursa, o yaptığı kendisinden kabul edilir ve karşılığında kat kat sevab alır…

Rabbimiz şöyle buyurur:

“Kim de bir mü’min olarak, salih olan amellerde bulunursa, artık o, ne zulümden korksun, ne hakkının noksan tutulmasından.” (3)

İnsanın yaptığı bir işin veya söylediği bir sözün, iyi, güzel ve hayırlı olması için o işin veya sözün İslâm’a uygun olması gerekir… İslâm, yani fıtrata uygun olan o işi yapan veya o sözü söyleyenin mü’min olması vazgeçilmez bir şarttır ki, ancak mü’min olan kişiden kabul olunur… Rabbimiz Allah (Azze ve Celle), kabul ettiği iyi amelleri, iman etmek şartına bağlamıştır…

Ve:

“Kim de bir mü’min olarak, salih amellerde bulunursa…” diye buyurmuştur…

Cahiliyye döneminde insan fıtratına uygun olan işlerden birisi, “Hilfu’l-Fudûl”dur… İnsanlık mertebesine uyan bu faziletli anlaşma, yegâne önderimiz Rasululallah (s.a.s.) tarafından takdir edilmiştir… Zulme ve zalime karşı bir araya gelen kişilerden oluşmuş bir grup insanın anlaşmasıydı. Hilfu’l-Fudûl!… Zalimden, mazlumun hakkını alıncaya ve zulmü yok edinceye kadar mücadele edeceklerine dair anlaşmış ve bu anlaşmayı, Abdullah b. Cud’an’ın evinde yapmışlardı…

İbn İshak dedi ki:

Bana, Muhammed b. Zeyd b. El-Muhacir b. Kunfuz et-Teymî haber verdi ki O, Talha b. Abdullah b. Avf ez-Zührî’den işitmiş ki O, şöyle diyordu:

Rasulullah (s.a.s.) buyurdu ki:

“Abdullah b. Cud’an’ın evinde bir anlaşmaya şahid oldum ki, bana, Onun mukabilinde kırmızı koyunlar verseler, onun bozulmasını istemem. Şayet İslâm’da ona çağrılırsam elbette icabet ederim.” (4)

İslâm’ın ruhuna, yani gayesine uygun bir hedef güttüğü için, İslâm Devri’nde bile davet edilecek olunursa, böyle bir anlaşmaya icabet ettiğini buyuruyor önderimiz Rasulullah (s.a.s.).

Böyle iyi ve güzel bir işe önayak olan ve bu anlaşmanın onun evinde gerçekleşmesine vesile olup devamını sağlayan Abdullah b. Cud’an, mü’minlerin annesi Aişe (r.anha)’nın amcasının oğludur.

Bundan dolayı Aişe, Rasulullah (s.a.s.)’e dedi ki:

— Şübhesiz İbn Cud’an, taam yedirirdi ve zayıfı misafir ederdi. Acaba bu, ona kıyamet günü de menfaat verir mi?

(Rasulullah) buyurdu ki:

“Hayır. Çünkü O, bir gün:

— Ey benim Rabbim, din gününde hatamı affet, demedi.” (5)

İyi ve güzel işlerin kabul edilmesi ve ahirette iyi ve güzel bir karşılık bulmasının tek şartı, sağlam bir Tevhid ve katıksız bir imandır… Bu imana hiç bir şekliyle şirk karıştırmamak, bu Tevhidi hiç bir küfüre bulaştırmamak gerekir…

Ebu Said el-Hudrî (r.a.)’in rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Bir kul, müslüman olur ve müslümanlığı da güzel olursa, Allah, onun evvelce işlemiş olduğu her kötülüğü örter. Ondan sonra sıra kısasa (yani mükafat ve mücâzâta) gelir. Bir hasene (iyilik), ondan yediyüz kat büyük hasene ile, bir seyyie (kötülük) ise, yalnız kendi misli ile karşılanır. Meğer ki Allah, o seyyieyi affeder.” (6)

İbn Abbas (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur:

Rasulullah (s.a.s.):

“Allah, o seyyieyi yok eder. Allah’a karşı (isyana) haris olandan başka hiç bir kimse helâk olmaz.” (7)

Müttaki mü’minlerin önderi Rasulullah (s.a.s.), bunları buyururken, yegâne Rabbimiz Allah’ın ayetlerini açıklıyordu… Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Kim bir iyilik ile gelirse, kendisine bunun on katı vardır. Kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz. Ve onlar, haksızlığa uğratılmazlar.”(8)

“Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği, yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat artırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir.” (9)

“İhsanın karşılığı, ihsandan başkası mıdır?” (10)

Sahih-i Buhârî’nin meşhur şarihlerinden Allame Bedrüddin Aynî (rh.a.) şöyle diyor:

“İyilikle kötülüğün ikisi de kalble alakalı ameller olduğu hâlde kötülük, katlanmayıp sadece iyiliğin katlanması, Allah’ın bir fadl-u keremidir. Bu büyük lütûf olmasa idi, cennete kimse giremezdi. Çünkü kulların kötü amelleri, iyiliklerinden çoktur. İşte bu sebeble Allah Azze ve Celle kullarına lütûf buyurarak hasenatı katlamış, seyiatı olduğu gibi bırakmıştır. Kul, bir kötülük yapmak isteyip de yapmazsa, nihayet o kötülük yazılmaz amma o kimseye bir de hasene yazılması nereden icabediyor? diyenler olmuş. Kendilerine, kötülükten vazgeçmek bir hasenedir, diye cevab verilmiştir.” (11)

Abdullah b. Mes’ud (r.a.) anlatıyor:

Bir adam, Rasulellah (s.a.s.)’e:

— Ya Rasulullah (r.a.s.), cahiliyyet zamanında (müslüman olmadan önce) işlediğimiz günahlardan dolayı ceza görecek miyiz? diye sordu.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle cevab verdi:

“Müslümanlıkta güzel hareket ederse, cahiliyyet hayatında işlediği günah ile muâheze olunmaz. Fakat her kim Müslümanlıkta (sebat etmeyip irtidad etmek) fenalığında bulunursa (ve küfür üzere ölürse) o, hem evvelce cahiliyyetteki ameliyle, hem de sonra müslümanlıktaki küfür ve irtidadıyla muâheze olunur (hesaba çekilip ebedî cehennemde kalır).” (12)

Her kim ki, yegâne hayat nizamı olan İslâm’dan başka herhangi bir ideolojiye, felsefeye ve dünya düzenine inanmış, hayatını o gayr-ı İslâmî tağutî anlayışa göre tanzim etmişken, ondan tamamen vazgeçerek İslâm’a girererse, Allah, daha önceki günahlarını affeder…

Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“O inkâr edenlere de ki: ‘Eğer vazgeçerlerse, geçmişte (yaptıkları) şeyler bağışlanacaktır.” (13)

Samimi bir şekilde iman ettikten sonra tekrar küfre dönecek olursa, o mürtedin, müslüman iken işlediği bütün iyi ameller boşa gittiği gibi, İslâm’a girmeden önceki, yani küfür ve şirk dönemindeki suçlarından dolayı da hesaba çekilir…

Bu konuda Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

“Sizden kim dininden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır. (14)

Sahih-i Müslim’in Şarihi İmam Nevevî (rh.a.), bu hadisin şerhinde şunları beyan eder:

“Hadisin mânâsı hususunda sahih olan kavil, muhakkik (hakikati araştıran) ulemadan bir cemaatin kavlidir ki, o da, buradaki ihsandan murad, İslâmiyet’e zahiri ve batınî ile girmek ve hakikî müslüman olmaktır. Böyle bir müslümanın kâfir olduğu zamanlar işlediği günahları affedilir. Bu cihet, Nass-ı Kur’ân-ı Kerim, Hadis-i Sahih ve müslümanların icmâı ile sabittir.

Hadiste:

“İslâmiyet, kendinden önceki devirlere aid olan amellerin hükmünü yıkar.” buyrulmuştur.” (15)

Amr b. el-As anlatıyor:

Allah, İslâm’ı kalbime yerleştirdiği zaman, Rasulullah (s.a.s.)’e gelerek:

— Uzat sağ elini de sana bey’at edeyim, dedim.

Hemen sağ elini uzattı. Ben, elimi çektim.

Rasulullah (s.a.s.):

“Ne oldu sana ey Amr?” dedi.

— Şart koşmak istedim, dedim.

“Neyi şart koşuyorsun?” buyurdular.

— Af olunmamı, dedim.

“Bilmez misin ki İslâm, kendinden önceki günahları yok eder. Hicret de, ondan önceki günahları yok eder. Hacc da, ondan önceki günahları yok eder.” buyurdular.(16)

İnsanlık âleminin kurtuluşu, huzuru ve sıhhati için biricik nizam olan İslâm, ihlas ile kendisini kabul edenleri tertemiz eder… Küfürden ve şirkten temizlediği gibi, o dönemde işlenmiş olan her türlü pislikten ve günahtan da arındırmış olur. İslâm, manevî temizleyicidir… İslâm’a girmek için, kalben inanıp tasdik ederek dil ile söylenen Kelime-i Tevhid, kişiyi her türlü pislikten temizlemiş olur… Küfürden, şirkten ve o dönemin tüm günahlarından Kelime-i Tevhid’i söyleyerek ve ona ihlas ile bağlanarak kurtulan mü’min müslüman, daha sonra, yani İslâm’a girdikten sonra işleyeceği günahlardan nasuh tevbesi ile tevbe ederek arınmış olur… Bundan da anlaşıldığı gibi samimi olarak söylenen Kelime-i Tevhid ve samimi yapılan tevbe, mü’min müslümanı her türlü mânevî pislikten, küfür, şirk ve günah kirlerinden temizler, Allah’ın razı olduğu kulların saffına dahil eder… Temiz su ve temiz toprak da maddî temizleyicidirler… Onlarla da, insanın dış yönü temizlenerek, maddî pislik ve kirlerden arındırılmış olur…

Kelime-i Tevhid’i söyleyerek İslâm’a giren ve samimi olarak bu hâlini devam ettirip “Lâ ilâhe illallah” ilkesine aykırı bir suç işlemeyen kişinin öldürülmesi haram olur… Çünkü o, İslâm’a girmiş, onun kanını helâl eden, küfür ve şirkten vazgeçmiş, Kelime-i Tevhidle İslâm’a girişi, önceki suçlarını affettirmiştir…

Bu konudaki örneklerden birisi şudur:

Kindeli Mikdâd İbn Amr, Zühreoğulları’nın andlaşmalı dostu ve Bedir’de Rasulullah’ın beraberinde hazır bulunmuş bir zattır.

İşte bu Mikdâd, Rasulullah (s.a.s.)’a hitaben:

— Şöyle bir mesele hakkında ne dersin:

Ben, kâfirlerden bir kişi ile karşılaşıp vuruşsam da o, benim iki elimden birisini kılıcıyla vurup koparsa, sonra benden kaçıp bir ağaca sığınsa da:

— Ben, Allah için müslüman oldum (Lâ ilâhe illallah) dese, ben onu, Tevhid Kelimesini söyledikten sonra öldürebilir miyim ya Rasulellah (r.a.s.)? dedi.

Rasulellah (r.a.s.) da:

“Hayır, onu öldürme!” buyurdu.

Bunun üzerine Mıkdâd:

— Ya Rasulellah (r.a.s.), O, benim iki elimden birisini kesti, kopardı da, Tevhid Kelimesini, elimi kopardıktan sonra söyledi, dedi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

— “Sakın onu öldürme! Eğer onu öldürürsen, o, senin onu öldürmezden evvelki vaziyetindedir. Sen de, onun söylediği Tevhid Kelimesini söylemesinden evvelki vaziyetindesin (çünkü kanın, kısas ile mübah olur).” buyurdu.(17)

Bu hakikat karşısında muvahhid mü’minlere düşen görev ise:

“İşittik ve itaat ettik.” (18) demekten başka bir şey değildir.

Küfrün, şirkin, bid’at ve hurafenin her türlüsünden, küçüğünden ve büyüğünden kurtulup tüm samimiyetiyle İslâm’a girip, ihlas ile salih amel işleyerek devam eden mü’min müslümanlar, elbette hayr üzeredirler… Elbette onların işledikleri her hasene, on mislinden yediyüz katına kadar sevab ile karşılanır… Rabbimiz Allah, böyle değerlendirir… Samimi bir mü’min müslüman olmak kaydıyla gerek nefs-i emmareye, gerekse şeytana kanarak işlediği kötülük ise, ancak kendi misli ile yazılır…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah (Azze ve Celle):

“Şübhesiz, iman edip salih amellerde bulunanlar ise, Biz, gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız.” (19)

“İman edenler ve salih amellerde bulunanlar için korkup sakındıkları, iman ettikleri ve salih amellerde bulundukları, sonra korkup sakındıkları ve iman ettikleri ve sonra (yine) korkup sakındıkları ve iyilikte bulundukları takdirde (yasaklanmadan önce) yedikleri dolayısıyla bir sorumluluk yoktur. Allah, iyilik yapanları sever.” (20)

Ve Rabbimiz Allah, mü’min kullarına şu emri veriyor:

“Ey iman edenler, hepiniz topluca barış ve güvenliğe (Silm’e/İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (21)

Bu, böyledir!…