İSLÂM: HAYATI DÜZENLEYEN YEGÂNE NİZAM!

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdular:

“Müslümanın, müslüman üzerindeki hakkı beştir:

Selâmı karşılamak,

Hastayı ziyaret etmek,

Cenazelerin ardından gitmek,

Da’vete icabet eylemek,

Ve aksırana dua etmek.” (1)

Yalnız ve yalnız yegâne hayat nizamı olan İslâm, insan hayatının her birimine hakim olup, maddî ve mânevî tüm ihtiyaçlarını karşılamış, bütün problemlerini çözmüştür… Fıtrî olan insanın hayatını tabiî bir şekilde tanzim etmiştir… İnsan hayatını, en güzel şekilde düzenleyen İslâm, her şeyi yerli yerinde gündeme getirmiş, iyilik ve hayır üzere gerçekleştirmiştir… Hayatın hiç bir yanını ihmal etmemiş, ferdden devlete, küçük el tezgâhından dev fabrikalara, eğitimden hukuka, küçükten büyüğe, gençten ihtiyara, kadından erkeğe, köyden şehire, işçiden işverenine tüm ihtiyaçları karşılamış ve en güzel bir biçimde düzenlemeler yapmıştır… Yalnızca Allah’a kul olmak ve kulluğun gereği olan vazifeleri yapmak üzere her neye ihtiyaç varsa, İslâm, onların hepsini karşılamıştır… Kişisel ve sosyal boyutlarıyla tüm hayatî konuları ele almış, insanın tabiatına uygun bir şekilde çözümler üretmiştir… Doğuşundan kıyamete kadar, kendinde hiç bir değişme olmayan ve olmayacak İslâm, her çağın ve çağlar üstünün nizamıdır!… Hayatın her sahasında insanı terbiye eden, öğreten ve eğiten eşsiz bir nizamdır!..

Yukarıda zikredilen hadisten de anlaşıldığı gibi İslâm insanı, gerek ferdî, gerekse toplum planında yetiştiren fıtrî ve tabiî bir sistemdir… İslâm, yalnızca vicdanî bir düzen değil, insanlar arası tüm ilişkileri düzenleyen ilâhî bir nizamdır… Hakkı ve adaleti dipdiri ayakta tutan, her hak sahibine hakkını tamtamına veren, zulmü, sömürüyü ve ezilmişliği kökten kaldıran bir nizamdır… İnsan, İslâm içindir, İslâm da insan içindir… İnsan, İslâm’sız olunca, İslâm’sız kalınca ve İslâm’ı terk edince, kendini unutur ve insan olmaktan çıkar… Çünkü insan, İslâm ile insan olur… İslâm ile insan kalır, insan!…

İnsanı yaratan Rabbimiz Allah, insanın, insan olması ve insan kalması için tabi olacağı nizamı da var etmiştir…. İnsanın, havaya, suya, yiyecek ve giyeceği duyduğu tabiî ihtiyaç gibi, kendisine muhtaç olduğu nizam İslâm’dır… Çünkü İslâm, hayat nizamıdır… İnsan olana yakışan hayat ilkelerini en mükemmel ölçüde düzenleyen yegâne ve eşsiz nizam İslâm’dır!…

El-Berâ İbn Âzib (r.a.) şöyle demiştir:

— Rasulullah (s.a.s.) bize, yedi şeyi işlememizi emretti, yedi şeyden de bizi nehy eyledi:

Rasulullah bize, cenazeler ardından gitmeyi, hastayı ziyaret etmeyi, dâvetçiye icabet etmeyi, zulme uğramışa yardım etmeyi, yemini kabul etmeyi, selâmı karşılamayı ve aksırana dua etmeyi emreyledi.

Yine Rasulullah bizi, gümüş kap (kullanmak)tan, altın yüzükten, harir, dibac, kassıyy, istebirak (denilen ipekli kumaşları kullanmak)tan da nehyetti. (2)

Rasulullah (s.a.s)’in beyanında görüldüğü gibi İslâm, hem toplumsal, hem de ferdî hayatı tanzim etmektedir… İslâm, hayatın tâ kendisidir… İslâmsız bir hayattan söz edilemez… Çünkü insanların ömrü İslâmsızlaştığı zaman, insana layık bir hayat gündeme gelmez…

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s), önce insanlar arası barışın, sevginin ve saygının işareti olan selâmdan başlamıştır…

 

1) Selâm:

Selâm verip selâm almak, insanlar arası ilişkilerin en güzel tarafıdır… Selâm alış verişi, insanlar arasında barışın olduğu, düşmanlıkların kalktığı, sevginin yaygınlık kazandığı ve selâmetin oluştuğu ciddî bir göstergedir…

Berâ (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Selâmı (insanlar arasında) yayın, selâmet bulursunuz!” (3)

İnsanların arasında selâmı yaymak, selâmetin, huzurun ve mutluluğun yayılmasını gerçekleştirmek demektir… Birbirbirlerine selâm veren ve verilen selâmı alanlar, barış içinde kardeşçe yaşıyorlar demektir… Böyle davranan bir toplumun ferdleri arasında bir proplemin olmayışı, karşılıklı haklarına dikkat edişleri ve birbirlerine karşı muhabbetli oluşları gündeme gelmiştir demektir… Bu barışı, bu huzuru ve bu selâmeti sağlayan ve sağlayacak olan tek nizam İslâm’dır… İslâm’dan başka herhangi bir beşerî düzen ve tağutî ideoloji böyle bir ortamı sağlayamaz, sağlayamamıştır da!… Doğru beyan edilen tarih, bu hakikatın apaçık şahididir!…

 

2) Hastayı Ziyaret Etmek:

Hayatını İslâm’a tabi kılmış faziletler ve faziletliler toplumunda, insanlar arası tüm ilişkileri tanzim eden hayat nizamı İslâm, bol günde de, dar günde de insanların birbirinin yanında olmasını karara bağlamıştır… Muvahhid mü’minlerin birbiri üzerindeki haklarından birisinin, dar günlerinde, yani herhangi bir hastalık veya felaket zamanında birbirlerine yardımcı olduğunun gerçeğidir… Hasta kardeşini ziyaret eden mü’min müslüman, o kardeşinin hâlini, hatırını sormuş, acılarına ortak olmuş, dertlerini paylaşmış, maddî ve manevî yardımcı olup gönlünü ferahlandırmıştır… Allah’ın izniyle hastaya hayat sevinci vermiş ve ona acılarını unutturmuştur… Bu arada kendisi de ders ve ibret almış, sıhhatinin kıymetini bilmeye çalışmış, dünyaya aşırı bağlanma isteği körelmiş ve ahirete hazırlanmanın gereğini gündeme getirip hesaba çekilmeden, kendisini hesaba çekmeye başlamıştır…. Allah’ın emrettiği ve önder Rasulullah (s.a.s.)’in beyan ettiği ölçüde gerçekleşen bu ziyaret, hem ziyaret edilen hasta açısından, hem de ziyaret eden açısından çok fayda oluşturmuştur… Böylece bol günlerinde beraber olan gerçek dostlar, dar günlerinde de beraber olmuş, hatta bol günlerden daha da sıkı bir dostluğa, saygı ve sevgiye dayalı kardeşliği diri tutmuşlardır… Gerçek dostluk ve kardeşlik, dar günlerde gerçekleşendir… Böylece, insanlar arası ilişkiler daha da pekişmiş ve toplumsal huzur sağlanmış olur…

İslâm, hem bol günlerdeki, hem de dar günlerdeki ilişkileri tanzim edip, mü’min müslümanların İslâmî ölçülerdeki razılıklarını, Allah’ın razılığı olduğunu beyan etmiştir!…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle önderimiz Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Şübhesiz Allah (Azze ve Celle), kıyamet gününde:

— Ey Âdemoğlu, Ben, hasta oldum da sen, Beni dolaşmadın, diyecek.

Âdemoğlu:

— Ya Rabbi, ben, Seni nasıl dolaşabilirim? Sen, Âlemlerin Rabbisin, cevabını verecek.

Teâlâ Hazretleri:

— Bilmez miydin ki, filan kulum hasta oldu? Sen, onu dolaşmadın. Bilmez miydin ki, onu dolaşmış olsaydın Beni, onun yanında bulurdun? buyuracak.

— Ey Âdemoğlu, senden yiyecek istedim. Beni doyurmadın, diyecek.

Âdemoğlu:

— Ya Rabbi, Seni nasıl doyurabilirim ki? Sen, Âlemlerin Rabbisin, diyecek.

Teâlâ Hazretleri:

— Bilmez misin ki, falan kulum senden yiyecek istedi, sen, onu doyurmadın? Bilmez misin ki, onu doyurmuş olsan bunu, benim nezdim de bulacaktın? buyuracak.

— Ey Âdemoğlu, senden su istedim, Beni sulamadın, diyecek.

Âdemoğlu:

— Ya Rabbi, ben, Seni nasıl sularım? Sen, Âlemlerin Rabbisin, cevabını verecek.

Teâlâ Hazretleri:

— Filan kulum, senden su istedi, ona su vermedin. Onu sulamış olsaydın bunu (n karşılığını) Benim nezdimde bulacaktın, buyuracaktır.” (4)

Allah’ın ihtiyaç sahibi olan mü’min müslüman kullarına yapılacak her hangi bir yardım veya herhangi bir hizmet, Allah’ın rızasını kazanmaya bir sebeb olur… Mü’min kullar arasındaki yardımlaşmayı emreden Allah olduğu için, böyle bir yardımı gerçekleştirenler Rabbimiz Allah’ın emrini yerine getirmiş olurlar… Allah (Azze ve Celle), emrettiklerini gereği gibi yerine getiren kullarını sever ve onlardan razı olur… Her zaman onlara yardım e-der, onları yalnız bırakmaz ve onlarla beraberdir…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidad eder) se, Allah (yerine) kendisinin onlar sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise, güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir.” (5)

“Allah, onlardan razı olmuştur, kendileri de O’ndan razı (hoşnud, memnun) kalmışlardır.” (6)

“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları, karanlıklardan nura çıkarır.” (7)

“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a (Allah adına İslâm’a ve müslümanlara) yardım ederseniz, O da, size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” (8)

“Şüphesiz Allah, korkup sakınanlarla ve iyilik edenlerle beraberdir.” (9)

“Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir.” (10)

Gereği gibi İslâm’a ve mü’min müslümanlara yardım etmek, Allah’ın emrini yerine getirmek olduğundan dolayı, Allah’ın yardımı hak edilmiş olur… O’nun emrine tabi olup Rasulü Muhammed (s.a.s.)’in Sünneti’ni takib etmek, O’nun rızasını kazanmaya sebebtir ve Allah’ın, mü’min müslüman kulundan razı olmanın şartı da budur!…

Allah’ın veli kulları olan mü’min müslümanların arasındaki ziyaretleşmeler ve kardeşlik bağlarının kuvvetlendirilmesi, Allah’ın razı olduğu faziletli amellerdendir… Bu ziyaretleşmeler, mü’min müslümanlar arasındaki sevgi, saygı ve yardımlaşmayı güçlendirir. Aralarındaki bu güçlü bağ, kopması imkânsız bir kulp hâline gelir… Bu durum, ümmetin birlik ve beraberliğini sağlar…

Sevban (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.v.):

“Gerçekten müslüman, kardeşi müslümanı dolaştığı vakit, dönünceye kadar cennetin hurmalarındadır.”(11)

Yine Sevban (r.a.) rivayet eder:

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Her kim bir hastayı dolaşırsa, dönünceye kadar cennet hurmalarındadır.” (12)

Âlemlerin Rabbi Allah, her kulunun ne yaptığını, ne düşündüğünü, ne söylediğini, bilen, gören ve duyandır… İster mü’min olsun, ister müşrik, ister müslim olsun, ister kâfir, hangi hâlde olursa olsun kullarından haberdar olan Allah, kulları O’nu reddetseler, O’nun farkında olmasalar da O, onları biliyor, görüyor ve duyuyordur… Onlara şah damarlarından daha yakın ve onlarla beraberdir!… Mü’min müslümanlar, bu hakikatın farkında olup buna iman etmiş ve Rableri Allah’ın onları görüyor, biliyor ve duyuyor olduğuna yakîn derecede inanmış, mühsinlerden olmuşlardır… Rabbleri Allah’ın her zaman onlarla beraber olduğunun farkına varmış ve her hâllerinde Allah’ın huzurunda olduğunu idrak etmiş, hâlin ve anın edebine dikkat ederek, kulluk vazifelerini yerli yerinde yapmaya gayret etmişlerdir…

Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allah’ın, görlerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O’dur. Beşin altıncısı da mutlaka O’dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yapmakta olduklarım kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Hiç şübhe yok Allah, her şeyi bilendir.” (13)

“Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin, önceden kendiniz siçin hayır olarak neyi takdim ederseniz onu, Allah katında bulacaksınız. Hiç şübhesiz Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.” (14)

“Gerçek şu ki Allah, zerre ağırlığı kadar haksızlık yapmaz. (Bu ağırlıkta) bir iyilik olursa onu, kat kat kılar ve kendi yanında pek büyük bir ecir verir.” (15)

Mü’min müslümanlar, bu kesin ve katıksız inanç ile iman ederler ve tüm sosyal ilişkileri, insanlar arası tüm hukuku, Allah’ın emri ve Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti ölçüsünce yaparlar… Yardımlaşmaları, hizmetleri, sevgi ve nefretleri, bu çerçevede gündeme gelir…

Muvahhid mü’minler Allah’ın arzında, Allah’ın kulları arasındaki ilişkilerin Allah’ın mülkü, yani hakimiyeti gereği gerçekleşmesini ister, her iyiliği Allah’ın rızasını için yapar, her kötülüğü ve kötüleri Allah’ın rızası için terk edip onlardan uzaklaşırlar… Mü’min müslümanların hayattaki değişmeyen ölçüleri İslâm ve vazgemedikleri arzuları Rabbleri Allah’ın rızasını kazanmaktır…

Ayet-i kerimelerde, mü’min müslümanların izzet ve şerefli şahsiyetlerinin bir yönü şöyle beyean buyrulur:

“Kendileri, ona karşı duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.

‘Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yedirmekteyiz. Sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne de teşekkür.

Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkmaktayız.’

Artık Allah da, böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir.” (16)

Mü’min müslümanlar, toplumsal ilişkileri, Allah’ın hükümlerine ve Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ne göre düzenlemek zorundadırlar… Bu zorunluluk, onların imanlarından ileri geliyor… Çünkü böyle bir düzenleme imanî bir mes’eledir… Gerek akîdenin sıhhati, gerekse amelin salih olmasının şartı budur… Muvahhid mü’minler, gerek şahıslarıyla, gerek aileleri ve gerekse toplumlarıyla ilgili bütün mes’eleleri İslâm ahkamına göre düzenler, İslâm’ın dışında hiç bir beşerî ideolojiye ve siyasî düzene göre düzenleyemezler… Eğer hem İslâm, hem de tağutî ideolojilere tabi olurlarsa, iman ile şirki karıştırmış, imanlarını şirke, şirki imanlarına bulaştırmış ve akîdelerini bozmuş olup imanlarını sakatlamışlardır… Çünkü imanlarına şirk karıştıranların imanları, kabul olunan imanın vasfını kaybetmiş ve şirk önplana çıkmıştır… Muvahhid mü’minler gibi iman ettikleri zannederler, amma savundukları ideolojileri şirkten, hâl ve hareketleri küfürden ibarettir…

Onların durumunu şöyle beyan buyurur Rabbimiz Allah:

“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler.

Onların çoğu Allah’a iman etmezler de ancak şirk katıp dururlar.” (17)

İmanlarına şirk karıştıranlar, hem Fir’avn’ın hükümlerini kabul edip onunla amel eden, hem de Musa (a.s.)’ın getirdiği dinden olduklarını iddia edenlerdir. Onlar, hem Ebu Cehil’in kanunlarına tabidirler, hem de Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’in dininden olduklarını söyleyenlerdir… Müslümanları aldatmak için onlardan görünmeye çalışan, sözleriyle onlardan olduklarını beyan edenler, kendi kendileriyle, reisleri, başkanları, şefleri ve liderleriyle başbaşa kaldıklarında, içlerindeki kini kusan, mü’min müslümanlara karşı olan düşmanlıklarını ortaya koyanlardır!…

Onlar için de şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki; “Biz, Allah’a ve ahiret gününe iman ettik, derler, oysa inanmış değildirler.

(Sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller.

Kalblerinde hastalık vardır. Allah da, hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır.” (18)

“İman edenlerle karşılaştıkları zaman: ‘İman ettik’ derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, derler ki: ‘Şübhesiz, sizinle beraberiz. Biz (onlarla) yalnızca alay ediyoruz.’

(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır.” (19)

Mü’min müslümanlar, bol ve neşeli günlerinde olsun, dar ve kederli günlerinde olsun, her hâllerinde Allah ve Rasulü (s.a.s.)’in emrettiği gibi davranırlar… Bol günlerinin dostları, dar günlerinin de dostlarıdırlar… Sağlıklı zamanlarında kardeşleriyle beraber olan mü’min müslümanlar, hastalık ve felaket anlarında da onların başucunda olup keder ve acılarını paylaşmak üzere beraber bulunurlar… Bunu, dünyalık bir beklenti, bir menfaatlanma anlayışı ile değil, Allah ve Rasulü (s.a.s.) emretti diye yapar, karşılığını Allah’dan bekler ve bekledikleri de, yalnızca Allah’ın rızasıdır…

(Rasulullah’ın azadlısı) Sevban (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.):

“Bir kimse, bir hastayı dolaşırsa, cennetin hurfesinde olur.” buyurmuş.

— Ya Rasulullah, cennetin hurfesi nedir? diye sorulmuş.

“Onun devşirilmiş yemişidir.” buyurmuşlar. (20)

Emiru’l-Mü’minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.) şöyle demiştir:

Ben, Rasulullah (s.a.s.)’den işittim. Buyurdu ki:

“Hasta ziyaretçisi olarak müslüman kardeşinin yanına varan bir kimse, hastanın yanında oturuncaya kadar cennet meyvelerini kopara kopara (veya cennet meyveleri içinde) yürümüş olur. Oturduğu zaman rahmet onu kaplar. Eğer ziyareti sabahleyin olursa, geceleyinceye kadar yetmiş bin melek ona dua ve istiğfar eder. Ziyareti akşam olursa, sabahlayıncaya kadar yetmiş bin melek ona dua ve istiğfar eder.” (21)

Enes (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Kim abdest alır, abdestini güzel yapar, sevab alacağına inanarak hasta müslüman kardeşini ziyaret ederse, cehennemden yetmiş yıllık mesafe uzaklaştırılır.” (22)

Herhangi bir sebebten ve herhangi bir hastalığa yakalanmış olan mü’min müslümanı ziyaret eden mü’min müslümana, Allah tarafından verilen sevab böylece beyan edilmiştir… Ziyaret eden bunca sevab alırken, ziyaret edilen de sevinir, felahlanır, acı ve sızılarını bir an bile olsa unutur, hayattan küsmüşlüğü, hayat sevincine döner, hastalığa karşı direnç sağlar ve hastalığı yenmeye gayret e-der… Bu ziyaretleşme ve dualaşmalar, hastayı ruhen, mânen tedavi eder, Allah’ın izniyle sıhhat bulmasına vesile olur…

Bundan dolayı hasta ziyareti hep tavsiye edilip, sağların hastaları ziyaret etmeleri teşvik edilmiştir….

Hastalanan kişinin tedavi olması nasıl emredilmiş ise, o tedavinin bir çeşidi olan hasta ziyareti de öylece emrolunmuş ve müslümanın diğer müslümanlar üzerindeki haklarından birisi olduğu beyan edilmiştir…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allah, indirdiği derde, muhakkak şifâsını da indirdi.” (23)

Üsame b. Şerik (r.a.), şöyle demşitir:

Rasulullah (s.a.s.)’e gelmiştim. Rasulullah (s.a.s.)’in Ashabı, sanki başlarında kuş varmışcasına (sessiz sakin bir durumda) idiler. Selâm verdim, sonra oturdum. Şuradan, buradan Bedevîler geldi ve:

— Ya Rasulullah, (hastalıklara karşı) tedavi olalım mı? dediler.

Rasulullah (s.a.s.):

— “Tedavi olunuz! Gerçekten Aziz ve Celil olan Allah, ne  kadar  hastalık  komuş ise, onun  için ilaç da koymuştur. Yalnız bir hastalık var ki, onun tedavisi yoktur. O da İhtiyarlıktır.” buyurdular. (24)

Hasta olanlara tedavi emredilirken, tüm tedavi yolları ve imkânların oluşumu da bu emrin içindedir… Hastahânelerin mükemmel bir şekilde kurulmas,ı ilâç fabrikaların yapılması, doktor ve eczane uzmanlarının en iyi derecede yetiştirilmesi de bu emre dahildir… Mü‘min müslümanlardan olup bu işlerle görevli olan doktorlar, eczahâne uzmanları, hasta bakıcılar ve hastahânenin diğer personeli çok iyi yetiştirilmeli ve onlara en iyi imkânlarda hastahâneler ile eczahâneler ve onların yan kuruluşlarına imkân sağlanmalıdır… Hedef, önce Allah rızasını kazanmak, bu rıza doğrultusunda insan ve insan sağlığı olmalıdır… Bu konuda para, çok geri plana atılmalı, para insana tercih edilmemelidir… İnsan, madde için değil, madde, insan için olmalıdır…

İslâm’ın, her kurum ve kuruluşuna, ferdden devlete kadar hakim olduğu Daru’l-İslâm’da, sağlık hizmetleri, çağın teknolojisinin en iyi olan imkânlarından faydalanılarak gerçekleştirilmelidir… Hayatın her sahasında olduğu gibi, sağlık sahasında da mümin müslümanlar geri kalmamalı ve en ileri derecede olmalıdırlar… Mü’min müslümanlar, her çağda ilerici oldukları gibi, İslâm’dan taviz vermeden bu çağda ve gelecek çağlarda da en ilerde olan ilericiler olmalı ve geri kalmanın şeytandan olduğunu, tağutlardan geldiğini, onların birer tuzağı, birer şeytanî planı olduğunu sezmeleri gerekir… Mü’min müslümanlar, Allah’ın emrettiği ve Rasulullah (s.a.s.)’in gösterdiği gibi davrandıkça, hiç bir zaman gerici olmamış, çağının gerek fikirde, gerek harekette ve gerekse teknolojide en ileri şahsiyetleri olmuşlardır… Müstevli gayr-i müslimlerin işgal ettikleri İslâm topraklarında emperyalist sömürü ve zalimlerin esaretinde bulunan mü’min müslümanların ilerlemeleri için tüm imkânları ellerinden alınmış ve mustaz’af hâline getirilmiştir… Gerici ve cahiliyyenin en koyusunun içinde bulunan, çağın en yobaz anlayışının egemen güçleri tarafından esir edilen mü’min müslümanlardan hangi ilerleme beklenebilir ki?!..

Çağın ilerici diye görülen gerici, sömürünün ve zulmün her türlüsünü işgal ettikleri topraklarında mü’min müslümanlara revâ gören emperyalist zalimlerin esaretinden kurtulamayanlardan hangi ileri atılım istenir ki?!…

Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanabilen her insanın ortak görüşü ve kabul ettiği fikir: Önce hürriyet, sonra teknolojik ilerleme…. Köleler ve esirler ne kadar gayret sarfedip çalışacak olurlarsa olsunlar, ancak efendilerinin öngördüğü şekilde değerlendirilirler… Çalışmaları, kendilerini sömüren efendileri tarafından yönlendirilir. Eğer efendilerinin işine gelmezse, en faydalı bir çalışma da olsa, insanlığın acilen ihtiyacı olan bir buluş da olsa, o çalışma durdurulur ve ört-bas yapılır, gün yüzüne çıkarılmaz… Bundan dolayı önce gerçek mânâda hürriyet ve bağımsızlık gündeme gelmelidir….

İslâm topraklarını işgal edip Daru’l-İslâm’ı, Daru’l-Harb’e dönüştüren müstekbir emperyalistlerin kanlı elleri, mü’minlerin yakasından çektirilmeli, gerçek hürriyet ve bağımsızlığın gerçekleşmesi gereklidir!… Ondan sonra hür vatanlarında, hürriyetlerine ve bağımsızlıklarına kavuşmuş olan mü’min müslümanlar, yeniden İslâm’a dönüşlerinden dolayı tüm dünya halklarına medeniyetin ve ilerlemenin ne demek olduğunu gösterirler!… Bu nimeti, tüm insanlıkla paylaşır, dünya huzur ve barışını sağlamaya çalışır, Rabbleri Allah’a tevekkül eder, emirleri doğrultusunda hareket ederek, O’nun izniyle bu güzel hareketi gerçekleştirirler…

Allah’ın izniyle bu çok kolaydır, amma önce zor olanını başarmak lazım: Gerçek bir hürriyet ve bağımsızlık!…

Mü’min müslümanlar, hangi durumda olurlarsa olsunlar, o anda kendilerine Allah’ın ne emrettiğine bakmalı ve Rasulullah (s.a.s.) örneğinde olduğu gibi hareket etmelidirler… Yegâne hayat nizamı İslâm’ın cevab vermediği hiç bir soru ve çözmediği hiç bir problem yoktur…

Ebu Musa el-Eş’arî (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Açları doyurun, hastaları ziyaret edin, esirleir hürriyete kavuşturun!” (25)

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.) böyle buyuruyor!… Canımızdan çok sevdiğimiz ve annemiz, babamız kendisine fedâ olsun ulu önderimiz Rasulullah (s.a.s.) böyle buyuruyor!…

“Açları doyurun, hastaları ziyaret edin, esirleri hürriyete kavuşturun!”

O yüce Önder (s.a.s.)’in ümmetinden olan mü’min müslümanların acilen gündemlerine almaları gerekeli olan anın vacibi bu üç vazifelerine karşı çok hassas olmalıdırlar!…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdular:

“Kim hastayı ziyaret ederse, gökten bir melek:

— Güzel ve hayırlı bir iş yaptın. Yürüyüşün güzel ve hayırlı oldu. Kendine cennetten bir köşk hazırladın, diye nidâ eder.” (26)

Hasta olan mü’min kardeşini ziyaret eden mü’min müslümanlar, ona dua etmeli, onu umutlandırmalı, gönlünü alıp ferahlandırmalıdır… Herhangi bir ihtiyacı olup olmadığı sorulmalı, kendisine veya ailesine gerekli yardım yapılmalıdır…

Es-Saib İbn Yezid (r.a.) şöyle anlatır:

(Çocukluğumda) teyzem, beni Rasulullah (s.a.s.)’in yanına götürdü de:

— Ya Rasulullah, benim kızkardeşimin şu oğlu hastadır, dedi.

Rasulullah, benim başımı eliyle sıvazladı ve bana bereket duası yaptı. Sonra abdest aldı. Ben, O’nun abdest aldığı sudan içtim ve arka tarafında durdum da sırtında, iki kürekleri arasında gerdek çadırının kocaman düğmeleri gibi Peygamberlik mührünü gördüm. (27)

Ümmü’l-Mü’minin Aişe (r.a.) şöyle demiştir:

Rasulullah (s.a.s.), bir hasta ziyaretine vardığında veyahud bir hasta, Rasulullah’a getirildiğinde şöyle dua ederdi:

“Ey insanların Rabbi, şu hastanın hastalığını gider. Şifâ ihsan eyle. Rabbim, ancak Sen sağlık verirsin! Senin şifândan başka hiç bir şifâ yoktur. Rabbim, bu hastaya öyle şifâ ver ki, o şifâ, hasta üzerinde hastalık izi ve eseri bırakmasın!” (28)

Abdullah İbn Amr (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Bir adam, bir hastayı ziyarete geldiği zaman:

— Ey Allahım, bu kuluna şifâ ver. Senin (rızan) için düşman(ların)la savaşır ve cenaze (namazı kılma)ya gider, diye dua etsin.” (29)

Mü’min müslümanlar, gerek evlerinde, gerekse hastahânelerde yapacakları hasta ziyaretlerini, gayr-ı müslimlerin iman etmesi ve hidayet bulmasına, müslümanların da günahlarında tevbe edip salih bir kul olmasına vesile kılmalıdırlar… Hastalık hâlinde olan insanlar, ince ruhlu, hassas duygulu olurlar… O anda kendilerine hatırlatılan İslâm hakikatını kavrayabilir ve hidayete erebilirler… Günahlarından tevbe edip hatalarından vazgeçebilirler… Hasta ziyaretinde bulunanlar, hasta olanlara bu konuda yardımcı olmaya gayret etmelidirler… Mutad (peryodik) bir şekilde gerçekleştirilen hastahâne ziyaretleri, hastalara ikramda bulunup gönüllerini almak şeklinde gündeme geldiği takdirde, inşâllah bir çok kulun hidayetine vesile olunabilinir… Özellikle “Allah’a davet” eden İslâm davetçileri, bu vazifeyi ihmal etmeden, yerli yerinde ihyâ edip gerçekleştirmelidirler… Unutmayalım ki, bir kişinin hidayetine vesile olmak, dünyalık olarak çok hoşa giden en kıymetli şeylerden daha kıymetli ve hayırlıdır!… (30)

Enes b. Malik (r.a.) şöyle anlatıyor:

Bir Yahudî çocuğu vardı. Rasulullah’a hizmet ederdi. Bir ara çocuk hastalandı. Rasulullah (s.a.s.) ona, hasta ziyaretine geldi ve başının yanında oturdu. Ve çocuğa hitaben:

“İslâm’a gir (müslüman ol!)! buyurdu.

Çocuk yanında bulunan babasının yüzüne baktı.

Babası:

— Ebu’l-Kasım’a itaat et (O’nun emrini kabul et), dedi.

Bunun üzerine o çocuk, hemen (şehadet kelimesini söyleyip) müslüman oldu.

Müteakiben Rasulullah, hastanın yanından çıkarken:

“Bu çocuğu (benim vasıtamla) cehennem ateşinden kurtaran Allah’a hamd olsun!” buyurdu. (31)

Katıksız iman ve salih amel sahibi muvahhid mü’min bir kul, hastalandığı veya Allah yolunda sefere çıktığı zaman, sıhhatli bulunduğu zaman ve mukim iken yaptığı ibadetin bir benzeri, Allah’dan bir bağış olarak onun lehine yazılır… Bu müjdeyi bize, sadık ve emin olan önderimiz Rasulullah (s.a.s.) vermektedir…

Ebu Musa (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Bir kul, hasta olduğu yahud yolculuk ettiği zaman, mûkim ve sıhhatte iken işlemekte olduğu ibadetin benzeri, o gazî ve hasta lehine yazılır.” (32)

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in verdiği emir gereği, anın vacibi olarak yapılması gereken, esaret altındaki İslâm Milleti’nin bir an önce hürriyetine kavuşması, hastalığının tedavisi, emperyalistler tarafından aldığı maddî, manevî ve kültürel yaralarının sarılması, sömürücü müstekbirler tarafından aç-susuz bırakılıp tüm servetleri soyulmuş bir hâlden kurtulup yoksullarının doyrulması gerekir!.. Bunun nasıl gerçekleştirileceğinin yolunu, metodunu, zaman ve zeminini, mü’min müslümanlar, kendi şahsî kaatleriyle tesbit edemezler, etmeye de hak ve yetki sahibleri değildirler… Bu mes’elede söz sahibi, Allah ve Rasulü (s.a.s.)’dir… Allah ve Rasulü, bir konuda bir hüküm beyan buyurdular mı, kadın olsun, erkek olsun tüm mü’minler itiraz etmeden ve muhayyer olmadan tabi olmak meccburiyetindedirler… (33) İslâm, Rabbanî olduğu gibi, Onun mücadele metodu da Rabbanîdir… Bundan dolayı, hayatın her mes’elesinde olduğu gibi, hürriyet mücadelesinde de Allah ve Rasulü (s.as.)’in emirlerine tam teslimiyet gerçekleşmelidir… Çağı bahane ederek, zamanın ve mekânın değişmesini öne sürerek, kendi kanaatlerini gündeme getirip İslâm’a aykırı olan çözümlere itibar edilmez!…

Yegâne hayat nizamı İslâm, her çağın problemlerini çözücü görüşü beyan etmiştir!… Eğer bu çözüm, İslâm’a inandıklarını beyan edenler tarafından zor görülüyor ve taviz üste taviz verilen kendi kanaatleri kolay geliyorsa, onlar da kolayı tercih ediyorlar ise, bu sapmadan dolayı kendileri sorumludurlar!… İslâm’ın sunduğu çözümü kabul etmemiş, onun gereğini yapmamış, ya gayr-ı müslim tağutlardan metodunu almış, ya da İslâm’a aykırı olan kendi görüşünce hareket etmiştir… Böylece, izzeti değil, zilleti tercih etmiş ve şahsiyetini yetirmiştir!… Bu zilletten kurtulup izzet ve şeref sahibi şahsiyetler olmak için yeniden ve tam teslimiyet ile İslâm’a dönmeli, tüm kuvvet ile sarılmak gerekir!… İslâm neyi gerektiriyorsa, onun işlenmesi ve ferdden topluma O’nun gündem oluşturması lazımdır!…

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in insanlar arası ilişkilerden emrettiği diğer bir madde de, müslümanların cenazelerine iştirak etmektir…

 

3) Cenazelerin Ardından Gitmek:

Mü’min müslümanların vefat eden kardeşlerinin cenazelerinin yıkanması, kefenlenmesi, cenaze namazının kılınması ve müslüman mezarlığına Sünnet üzere defn edilmesine katılması, kardeşinin onların üzerindeki haklarındandır… Bu hak, bir farz-ı kifâyedir… Bazı müslümanların gereği üzere bu vazifeyi yapması kâfî gelir ve diğer müslümanların katılmayışları onları mes’ul kılmaz!… Elbette imkân sahibi olan mü’min müslümanların, tüm müslüman kardeşlerinin bu acı gününde onların yanında bulunması, kendi lehine çok sevablı ve hayırlı olan bir hareket olur… Fakat imkânı olmayanlardan kaldırılmış olan bu mesuliyyet için müslümanın kendisini aşan bir harekette bulunması, ondan istenen bir şey değildir!…

Malum olduğu üzere Rabbimiz Allah, kullarına verdiği imkân ölçüsünce onları sorumlu tutmuştur. Onların gücünü aşan hiç bir teklif yapılmamış ve mecbur kılınmamışlardır… (34)

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Cenazede, cenaze namazı kılınıncaya kadar hazır bulunan kimseye bir kırât (sevab) vardır. Cenaze gömülünceye kadar hazır bulunan kimse için ise, iki kırât sevabı olur.”

— İki kırât nedir? denildi.

Rasulullah (s.a.s.):

“İki büyük dağ gibidir.” (35) buyurdu.

Nafî, şu olayı anlatıyor:

İbn Ömer’e:

— Ebu Hüreyre, cenazenin beraberinde giden kimse için bir kırât ecir vardır, diyor, denildi.

İbn Ömer:

— Ebu Hüreyre bize (hadis rivayet etmeyi) çoğalttı, dedi.

Fakat Aişe, Ebu Hüreyre’yi tasdik etti ve:

— Ebu Hüreyre’nin söylemekte olduğu hadisi, ben de Rasulullah’dan işittim, dedi.

Bunun üzerine Abdullah İbn Ömer:

— Yemin olsun ki biz, pek çok kırâtlardaki sevabı almakta kusur ettik, dedi. (36)

Dünya hayatındaki ömrünü tamamlayıp bir başka hayata başlayan mü’min müslümanın cenazesini İslâmî usûllerde kaldırmak, hayatta olan diğer mü’min müslümanların üzerinde bir kardeşlik hakkı, bir İslâmî vazifedir…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Her kim cenazeyi takib eder ve onu üç kez taşırsa, cenazeye karşı üzerine düşeni şübhesiz yapmış olur.”(37)

Vefat eden müslümanın cenazesini kaldırdıktan sonra geride kalan, yas ve hüzün içinde olan akrabalarına yardımcı olmak, onlara taziyede bulunmak, dertlerini paylaşmak, acılarını dindirici ve teskin edici sözlerde bulunup sabır tavsiye etmek, kendilerine ve vefat eden müslüman için duada bulunmak, mü’min müslümanların vazifeleri arasındadır… Cenaze evindeki cenazenin yakınlarının meşguliyetleri olduğu için onlara yardımda bulunup onlar için yemek yapmak, hizmetlerinde olmak, yakın komşularının ve diğer mü’min müslümanların vazifesidir… Bu sosyal yardımlaşmayı emreden ve ilkelerle tanzim eden yegâne hayat nizamı İslâm’dır!…

Abdullah b. Ebi Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm’ın dedesi (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Bir masibet sebebiyle din kardeşine taziyette bulunan hiç bir mü’min yoktur ki, Allah Sübhânehu kıyamet günü, ona keramet elbiselerinden bir takım elbise giydirmesin.” (38)

Abdullah b. Ca’fer b. Ebi Talib (r. anhuma)’dan.

Ca’fer (b. Ebî Talib)’in şehadet haberi gelince, Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Ca’fer’in ev halkı için yemek yapınız. Çünkü onları meşgul eden bir şey onların başına gelmiştir.” (39)

Taziye ahkamı için, “Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı” adlı eserde şunlar beyan edilir:

“Musîbetzedelere tâziyette bulunmak mendubtur. Taziyenin zamanı, vefatın vukûundan üç gün sonraya kadardır. Bundan sonra taziyette bulunmak mekruh olur. Meğer ki, taziyette bulunan veya bulunulandan biri bu zaman zarfında hazır bulunmasın. Bu takdirde taziyenin üç günden sonra yapılması mekruh olmaz. Taziye için kalıplaşmış belli bir söz veya cümle yoktur. Herkes hâline münasib bir şeyler söyler.” (40)

Bu konuda, “Reddu’l-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar.” adlı eserde şu cümleler yer almıştır:

“Allah sana, ecr-i cezil, sabr-ı cemil ihsan eylesin!” yani fazla sevab ve dereceler vermek suretiyle ecrini çoğaltsın! sabrını da güzel eylesin!

“Meyyitini de afv ve mağfiret buyursun.” cümlesini meyyit mükellef ise söyler. Mükellef değilse söylemez.”(41)

Cenaze sahiblerine taziyede bulunan mü’min müslümanın:

“Allah sana, ecr-i cezil, sabr-ı cemil ihsan eylesin! meyyitini de afv ve mağfiret buyursun.” cümlelerini söylenmesi, âlimlerimizce tavsiye edilmiştir.

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), cenazenin bekletilmeden defn edilmesini emretmiştir…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Cenazeyi sur’atli naklediniz. Eğer bu ölü iyi bir kişi ise, bu, bir hayırdır. Onu, (bir an evvel kabirdeki) hayır ve sevabına ulaştırmış olursunuz. Eğer bu cenaze iyi bir kimse değil ise, bu da bir şerrdir. onu, omuzlarınızdan (çabuk) indirip korsunuz.” (42)

 

4) Dâvete İcabet Eylemek:

Mü’min müslümanların, da’vet olundukları İslâm’a uygun olan her yere imkânları ölçüsünce icabet etmeleri, kardeşlerinin onların üzerindeki haklarındandır… Davet olundukları yerlerde Allah’a isyan yapılmadıkça, fısk ve fücur işlenmedikçe ve ortam İslâmî ölçülerde oldukça oraya gitmeleri, orada bulunmaları ve bu ziyareti hayra vesile kılmaları çok güzel bir hareket olur… Yalnız, da’vet olundukları yerlerde günah işleniyor, haram şeyler yapılıyorsa, o dâveti reddedip katılmamak gerekir!… Eğer bilmeden gidilmiş ve böyle bir isyan ortamı oluşmuşsa, mü’min müslümanın hemen tavır koyup orayı terk etmesi gerekir!… Eğer böyle korkunç bir isyanı durdurma, Allah’ın izniyle şerri, hayra çevirme imkânı varsa, onu yapmalı, yok ise, oradan uzaklaşmalı, o fasıklarla, o facirlerle beraber oturmamalıdır….

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:

“Ayetlerimiz konusunda alaylı tartışmalara dalanlar –onlar, bir başka söze geçinceye kadar– onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma.”(43)

Cabir (b. Abdillah, r.a)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan kişi, üstünde şarap (kadehleri) döndürülen masaya oturmasın.” (44)

Allah ve Rasulü (s.a.s.)’in emirleri böyle! Emir, Allah’dan, duyunca iman edip itaat ederek amel etmek ise, mü’min müslümanların vazgeçilmez, ertelenmez vazifesidir!..

Bu, böyledir!..

Mü’min müslümanın, Şer’î ölçülerde gerçekleştirilen ve da’vet edildiği yere icabet etmesi, müslümanlar arası sosyal ilişkilerin daha sağlamlaşmasını sağlar… Dâvet edene ve da’vet edilene karşılıklı maddî ve mânevî bir çok faydalar sağlar… Kardeşliği pekiştirir, dostluğu kuvvetlendirir, müslümanlar arasındaki bağları güçlü kılar!..

Abdullah İbn Ömer (r.anhuma)’nın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Da’vet edildiğiniz zaman, bu da’vete icabet ediniz!” (45)

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), İslâmî ölçülerde olan bir da’vete, her hangi bir özürü olmadan icabet etmeyen kişinin, Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e isyan ettiğini beyan buyurmuştur… Çünkü mü’min müslümanların da’vetine özürsüz iştirak etmeyen ile onu, da’vet edenler arasında küskünlük, kırgınlık hatta dedi-kodular sonucu zaman zaman kin ve nefretin oluştuğu gözlenmektedir… Böyle bir hâl, mü’min müslümanların arasında yayılan korkunç bir fitne doğurur ve felakete yol açıp İslâm milletinin parçalanmasına yol açar!… Bu konuda çok hassas olunmalı ve muvahhid mü’minler, bu fitne kapısını sıkı sıkı kapatmalı, onun yolunu çok sağlam bir şekilde tıkamalıdırlar.

İslâmî ölçülerde da’vet edildikleri yere gitmenin, da’vet eden kardeşlerinin onun üzerinde bir hakkı olduğunu bilen ve buna inanan mü’min müslümanlar, bu vazifelerini ihmal etmemeli, eğer kendisinin katılmasını engelleyen herhangi bir özürü var ise, bunu, geciktirmeden, zamanında kendisini davet edenlere iletmelidir!… Mü’min bir şahsiyete düşen görev budur… Böyle davranması, mü’min müslümanlar arasındaki irtibatı sağlamlaştırır, muhabbeti pekiştirir ve fitneyi engeller…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Yemeğin en kötüsü, gelene verilmeyen, gelmeyecek kişinin çağrıldığı da’vet yemeğidir. Her kim da’vete icabet etmezse, Allah ve Rasulü’ne isyan etmiştir!” (46)

Önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.), da’vete icabet adabını da öğretmiştir… Rasulullah (s.a.s.), mü’min müslümanların baş öğretmeni ve büyük mürşididir… Hem öğretici, hem de eğiticidir önderimiz Rasulullah (s.a.s.)…

Rasulullah (s.a.s.)’in Sahabîlerinden birisinin rivayetine göre Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“İki kişi birden (seni) da’vet edecek olursa sen, kapısı en yakın olan(ın da’veti)ne icabet et. Çünkü kapısı en yakın olan, en yakın komşu olandır. Eğer (da’vet eden bu iki kişiden birisi diğerinden) daha önce da’vet etmişse, önce da’vet edenin da’vetine icabet et!” (47)

Ebu Mes’ud el-Ensarî (r.a.) şöyle demiştir:

Ensar’dan Ebu Şuayb diye künyelenen bir adam gel-di ve kasap olan bir kölesine:

— Bana, beş kişiye yetecek bir yemek yap! Çünkü ben Peygamber’i, beş kişinin beşincisi olarak da’vet etmek istiyorum. Zira ben, Peygamber’in yüzünde açlığı tanıdım, dedi.

Nihayet o zat, onları da’vet etti. Da’vetli olan toplulukla beraber bir adam da geldi.

Ebu Şuayb’ın evine vardığında Rasulullah (s.a.s.):

“Bu zat, bize tabi olup gelmiştir. Ona, izin vermek istersen izin ver (girsin). Geri dönmesini istersen, geri dönsün!” buyurdu.

Ebu Şuayb!

— Hayır (geri dönmeyecek), fakat ben, ona izin verdim, dedi. (48)

İslâm, en yüce bir nizamdır… İnsana, Rabbini öğreten, insana, kendisini öğreten ve eğiten yüce bir nizamdır İslâm… Ondan yüce hiç bir nizam yoktur… Çünkü İslâm, Âlemlerin Rabbi Allah tarafından va’zedilmiş ve O’nun tarafından korunan bir nizamdır… Diğer tüm beşerî düzenler, O’nun yanında kendilerinden söz edilemeyecek seviyededirler… Güneşin doğmasıyla, ay ve bütün yıldızlar kaybolur, güneşin varlığının yanında görünmezler!..

5) Aksırana dua etmek:

Rabbimiz Allah’ın, insan kullarına bahşetmiş olduğu fıtrî nimetlerden biri olan aksırma hakında ansiklopedilerde şu bilgiler yer almaktadır:

“Aksırma, burun yollarında gelişen ve beyindeki reflekse bağlı olarak ağızdan ve burundan soluk boşalmasını sağlayarak burundaki yabancı maddeleri temizleyen, esnemenin aksine insanda zindelik meydana getiren bir hadise olduğundan, sağlık belirtisi kabul edilmiş ve İslâm’da bazı muaşeret kurallarına bağlanmıştır.” (49)

“Aksırmak, beden hafifliği, hareketin kolaylığı, kıllar sebebiyle vücuddaki gözeneklerin genişlemesi gibi sebeblerden dolayı meydana geldiği gibi, nezle ve benzeri hastalıklardan da meydana gelir. Aksırmanın sebeblerinden biri de, hafif gıdalar almak, az yemek ve az şeyle yetinmektir. Esnemek ise, midenin fazla doldurulmasından, bedenin ağırlığından dolayı, uykunun galib gelmesinden ve tembellikten meydana gelmektedir. Buna göre, aksırmak güzel bir şey, esnemek ise, kötü bir şeydir.” (50)

İnsanın hayatını sıhhat ve saadet içinde düzenleyen yegâne fıtrî nizam olan İslâm, insanın hayat programıdır… İnsan hayatı bu ilâhî programa, bu Rabbanî kılavuza göre ayarlandığı zaman insan, insan olur ve insan kendisini bulur… Kendisini bilen ve bulan insan, Rabbi Allah’ı da bilir ve bulur… Bu seviyeye yükselen insan, yaratılış gayesine uygun bir tavır sergiler…

Yegâne hayat nizamı olan İslâm, insanoğlunun tüm hayatını, en ince noktasına kadar belli bir düzen içinde ele almış ve insan şahsiyetine en güzel yakışan bir biçimde düzenlemiştir… Kim ki, fıtrî hayat proğramı olan İslâm’a tabi olur, tam teslimiyet gösterirse o, maddî ve manevî huzura kavuşur… İnsan hayatının en küçük birimini tanzim eden hayat nizamı İslâm, insan hayatını ilgilendiren büyük meseleleri boşta bırakır mı hiç? Elbette hayır!… İslâm, insan hayatını, büyük mes’eleleriyle, küçük mes’eleleriyle ferdden devlete, ekonomiden hukuka, eğitimden teknolojiye, evden sokağa her birimiyle düzenlemiş ve cevab vermediği hiç bir sorun bırakmamıştır…

İnsanın fıtratından olan aksırma ile ilgili düzenlemesi bile tek başına bu hakikatın apaçık bir göstergesidir!…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur ulu önderimiz Rasulullah (s.a.s.):

“Allah, (sıhhat ve hafifleme sebebi olan) aksırmayı sever, (gaflet ve tenbellik eseri olan) esnemeyi de çirkin görür. Bir kimse aksırıp da Allah’a hamdettiği zaman, onun hamdettiğini işiten her müslüman üzerine:

— Yerhamuke’llahu, diye mukabele etmesi, aksıran mü’min için bir hak olur.

Esnemeye gelince, şübhesiz o, şeytandandır. Biriniz, esnemek hâli geldiğinde, gücü yettiği derecede onu gidermeye çalışsın! Çünkü biriniz esneyip de ‘Hâ’ diye ağzını açıp ayırınca, onun bu gafletinden dolayı şeytan güler.”(51)

Aksıran mü’min müslüman, gereği gibi hamdederse, onun hamdini duyan diğer mü’min müslümanlar, “Allah, sana merhamet etsin” anlamında “yerhamuke’llahu” diye kendisine dua ederler… Bu hamd ve dua, bir imanın, bir şuurun, bir idrakın ve bir hayat nizamının gereğidir… Yeryüzünde imtihân sahasındaki Allah’ın kulları arasındaki ilişkileri en mükemmel şekilde düzenleyen hayat nizamı İslâm’ın öğrettiği bir olgunluktur karşılıklı böyle dualaşmak!… Allah’a ve verdiği nimetlere karşı nânkör olmayan, gereği üzere kulluk yapan ve yalnızca Allah’a mahsus olan hamdı şuurlu şekliyle yerine getiren mü’min müslüman kula, ancak dua edilerek takdir olunur… O, nânkörlük yapmamış, kendisine sıhhat nimetini veren Rabbi Allah’a hamd etmiş ve kulluğunu ortaya koymuştur… Eğer verdiği nimetler için Allah’a hamdederse karşılığını, hem Allah’ın kullarından, hem de kulların Rabbi olan Allah’dan almış olur… Mü’min müslüman kullar, onu, sever, sayar ve ona dua ederler… Allah (Azze ve Celle), onun hamdine karşı kendisine bolca ecir ve nimet verip sıhhatini daha da sağlamlaştırır…

Ebu Malik el-Eş’arî (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Temizlik, imanın yarısıdır. Elhamdulillah, mizanı doldurur. Sübhanallah ve el-Hamdulillah, göklerle yer arasını doldururlar.” (52)

Sağlam ve katıksız imanı sebebiyle Rabbimiz Allah’a hamd eden ve değeri bu kadar büyük olan bir zikirle meşgul mü’min müslüman, kendisine dua edilmeye hak kazanır…

Enes b. Malik (r.a.) şöyle demiştir:

Bir defasında iki kişi Rasulullah (s.a.s.)’in yanında (ayrı ayrı) aksırdılar da Rasulullah, bunlardan birisine:

“Yerhamuke’llahu” diye dua etti, ötekisine dua etmedi.

Rasulullah’a:

— Buna, niçin dua etmediniz? diye soruldu.

Rasulullah (s.a.s.):

“Şu, Allah’a hamdetti, el-Hamdulillah dedi. Ben de onu, rahmet duası ile karşıladım. Şu ise, Allah’a hamdetmedi. (Ben de onu, dua ile karşılamadım).” buyurdu. (53)

Ebu Bürde şöyle anlatıyor:

Ebu Musa’nın yanına girdim. Kendisi Fadl b. Abbas’ın kızının evinde idi. Aksırdım, fakat bana teşmitte bulunmadı. Fadl’ın kızı aksırdı, ona teşmit yaptı. Derken anneme dönerek kendisine haber verdim.

Ebu Musa, annemin yanına gelince (annem, O’na):

— Senin yanında oğlum aksırmış, ona teşmitte bulunmamışsın. Fadl’ın kızı aksırmış, ona teşmit yapmışsın, dedi.

Bunun üzerine Ebu Musa, şunları söyledi:

— Gerçekten oğlun aksırdı, amma Allah’a hamdetmedi. Ben de, kendisine teşmit yapmadım. Fadl’ın kızı aksırdı, arkasından Allah’a hamdetti. Ben de ona, teşmitte bulundum.

Ben, Rasulullah (s.a.s.)’i:

“Biriniz aksırdığı vakit Allah’a hamdederse, ona teşmit yapın. Allah’a hamdetmezse, ona teşmitte bulunmayın.” buyururken işittim. (54)

Mekhul el-Ezdî anlatıyor:

İbn Ömer’in yanında idim. Mescidin öte tarafından bir adam aksırdı.

İbn Ömer:

— Eğer Allah’a hamdetmiş isen Allah, sana merhamet etsin, dedi. (55)

Önderimiz ve mürşidimiz Rasulullah (s.a.s.), hayatî her mes’elemizi nasıl yapacağımızı, Allah’dan almış olduğu vahy ile öğretmiş, göstermiş ve bildirmiştir… Aksırırken nasıl davranılacağını öğreten Rasulullah (s.a.s.), Allah’ın emri üzere nasıl ticaret yapılacağını, nasıl devlet olunacağını ve devletin nasıl yönetileceğini, suç işleyenlere nasıl ceza verileceğini, insan eğitim ve öğretimin nasıl olacağını, vs… vs… hepsini bildirmiş, yapmış, yaptırmış, göstermiş ve öğretmiştir… Aksırırken Sünnet’e uyanlar, diğer mes’elelerde Sünnet’e uymaz da, gerek kendi kanaatlerine, gerekse gayr-ı müslimlerin görüş ve metodlarına uyarlar ise, hâlleri nice olur?!..

Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Her kim benim sünnetimden yüz çevirirse o, benden değildir!” (56)

Muvahhid mü’min müslümanlar, hayatlarının her biriminde, iş ve hareketlerinin her sahasında Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim’e ve O’nun hayata uygulanışı olan Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ne uymak zorundadırlar… Böyle davranmaları, imanlarının vazgeçilmez bir gereğidir… Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti var iken, hangi konuda olursa olsun İslâm’ın çözümü dururken, “çağın icabı” bahanesini dile dolayıp İslâm’a aykırı hâl ve tavrın içine girenler, dinlerinden ve şahsiyetlerinden çok taviz verdikleri gün gibi aşikârdır… İzzetli hayatı tercih etmeyenler, zillet içinde bir ömür sürmeye müstahak olurlar.Her insan sorumlu olup irade sahibidir… İradesini, hayra veya şerre kullanma yetkisine sahibdir… Her neye niyet eder, iradesini hangi yönde kullanır ve ne amel yaparsa, hiç bir noksanlık olmadan karşılığını bulacaktır…

“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu görür.

Kim de zerre ağırlığınca bir şerr (kötülük) işlerse, o da onu görür.” (57)

Yegâne önderimiz ve mürşidimiz Rasulullah (s.a.s.), mü’min müslüman ümmetine aksırmanın adabını göstermiş ve öğretmiştir… Allah’ın emrettiği şekilde hayatî tüm mes’eleleri gösteren ve öğreten Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’yle amel edenler, ancak mes’eleleri idrak edip şuuruna varabilirler… Yoksa Sünnet’ten yüz çevirenler için Sünnet’in onlara hiç bir faydası olmaz… Çeşmenin yanına konulan bir kap, yüz yıl da orada dursa, onun dolacağı yoktur… Ancak usûlune göre akan çeşmeden doldurulursa, tertemiz su ile dolmuş olur… Sünnet ile amel etmeyenler için, Sünnet’in varlığı veya yokluğu fark etmez!…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyel buyurdu:

“Sizin biriniz aksırdığı zaman:

— El-Hamdulillah, desin.

Mü’min kardeşi ve arkadaşı da ona:

— Yerhamuke’llahu (Allah sana merhamet eylesin), diye dua ile mukabelede bulunsun.

Ona:

— Yerhamuke’llahu, dediği zaman, öteki de bu teşmite cevab olarak:

— Yehdikumu’llahu ve yeslihu bâlekum (Allah, sizlere hidayet eylesin ve hâlinizi, işinizi de iyileştirsin) duasını söylesin!” (58)

İlyas b. Seleme b. Ekva babasından rivayet eder. Kendisi, Rasulullah (s.a.s.)’den dinlemiş.

Bir adam, O’nun yanında aksırmış da, ona:

“Yerhamuke’llah” demiş.

Sonra bir daha aksırmış, bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

“Bu adam, zükkam (nezle/grip) lıdır.” buyurmuş. (59)

Selem b. Ekva (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Üç defa (yani bir-iki ve üç defaya kadar) aksıran (müslüman)a teşmit edilir (hayır ve bereketle dua edilir). Daha fazla aksıran kimse ise, nezleye yakalanmıştır (yani ona teşmit edilmez).” (60)

Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle demiş:

— Rasulullah (s.a.s.), aksıracağı zaman eli veya elbisesi (nin bir tarafı) ile yüzünü kapatır ve hapşırma esnasında sesini kısardı. (61)

Annemiz-babamız O’na fedâ olsun, önderimiz ve mürşidimiz Rasulullah (s.a.s.), mü’min müslümanları böyle eğitiyor ve onlara hayatın tüm güzelliklerini öğretiyor…

Bu, böyledir!..