HEPİMİZ İMTİHANDAYIZ

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Mü’min kişinin benzeri, bir sap üzerinde biten taze ekin gibidir. Rüzgar, ona hangi taraftan gelirse onu eğer de yaprağı diğer tarafa döner, meyleder (fakat o, yıkılmaz). Rüzgar sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mü’min kişi de böyledir. O da, belâ sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz).

Haktan yüz çeviren kâfir kişinin benzeri ise, sert ve dimdik duran çam ve dağ servisi gibidir. Nihayet Allah, onu dilediği zaman (bir seferde) kırar, devirir.” (1)

Bu hadisin faideli bilgilerden oluşmuş şerhini nakletmek yerinde olur… Böylece yeni nesillere kültür aktarılması gerçekleşir… İlim ve irfan mirasımızdan bir hikmeti bulduğumuz yerde sahib çıkıp değerlendirmemiz gerekir… Redd-i miras yapan milletler, köksüz veya kökü kurumuş ağaca benzerler… Dışarıdan bakan, onu ne kadar görkemli görürse görsün, kökü olmadığı ve beslenemediği için çok kısa bir zaman sonra büyük bir gürültü ile devrilip gider.. Muvahhid mü’minler, redd-i miras yapamaz, selefleri olan mü’min müslümanların onlara bıraktığı İslâm mirasının en küçük bir parçasını bile yabana atamaz, sahib çıkar ve değerlendirirler… Böyle kök, gövde, dallar, yapraklar, çiçekler ve meyveler arası sağlam bir ilişki kurulmuş olur!… O ağaç yaşar, kendinden bekleneni yerine getirir ve var olma gayesini gerçekleştirir..

Malum hadisin şerhinde şöyle denilmektedir:

“Hadis metninde mü’min benzeri olarak zikrolunan Hâme, mezrûâtın (ekinlerin) çimen hâlinde bir sâk (sap) ile ilk çıkış şeklîdir. Zümrüd gibi yeşil bir sâk ile yerden fışkırıp çıkan ve yükselen çimenin hatifî lisan ile Sa’dî merhum:

“Her kiyâhî ki zemîn rü’yed/Vahdehû Lâ Şerîke leh gûyed.” diye Tevhid sadâsı terennüm etmiştir ki:

“Yerden –bir sâk ile– çıkan her çimen:

Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur, der.” demektir.

Mü’minin hadiste bildirilen buna benzerliğini gelince:

Düzgün bir sâk ile çıkan ekin, her zaman sakin bir hayata malik değildir ki, esen rüzgar ile o, kâh eğilir, kâh doğrulur, bir zaman yeşillik taravetiyle yaşar, bir zaman sonra zamanın inkılabatıyla sararır… Fakat o, rüzgarların şedâidi ve dehrin (zamanın) inkılabatları karşısında eğildiği hâlde hiç bir zaman devrilmez, yine doğrulur. Ve:

“Allah birdir, eşi, ortağı yoktur!” diye ilân-ı ubûdiyyet eder.

Mü’min de böyledir. Hastalık, hüzün, keder, zulüm gibi zamanın bir takım bunaltıcı ahvali karşısında sağa, sola sarsılsa da bir türlü yıkılmaz, Allah’a kulluktan ayrılmaz. Fasık ve facir de, serviler gibi ne kadar metin ve boylu-boslu olursa olsun günün birinde Allah onu, fısk ve fücûru sebebiyle yere serer.” (2)

Amel konusunda hangisi daha iyi davranacak diye kulları için ölümü ve hayatı yaratan Rabbimiz Allah, (3)ilâhî hikmeti icabı insan kullarını imtihan etmektedir… İmtihan için dünyaya gelen insanlar, kendilerine akıl, idrak ve şuur veren Allah tarafından Peygamberler ve kitablar gönderilerek irşad edilmişlerdir… Onlara, bu vasıtayla hak, doğru ve güzel olan yol gösterilmiş ve bu yoldan yürümeleri için emrolunmuşlardır… Bâtıl, kötü ve çirkin olan yolun durumu da anlatılmış ve bundan çekinmeleri emredilmiştir… İnsanlar, kendilerine verilen irade ile bu iki yoldan hangisini isterler ise, tercih etmekte serbesttirler… Seçtikleri yol ve yaptıkları hâl-haraketten dolayı sorgulanacaklardır… Hesab gününde, imtihan sahası olan dünyada yaptıklarının karşılığını hiç bir zulme uğramadan tam adalet ile göreceklerdir…

İmtihan edilen insanların, şükür ve sabırları ölçülmekte, çeşitli belâlar ile denenmektedirler… Katıksız iman edenler ve salih amel işleyenler varlık verilmekle şükürleri denenirken, sıkıntı verilerek sabırları denenmektedir…

Kendilerine şiddetli belâ fırtınaları gelen muvahhid mü’minler, ihsan makamında oldukları ve imtihan hâlinde bulunduklarının farkına vardıkları için, yeşil ekin gibi olurlar… Fırtınanın şiddeti karşısında hafif eğilir veya yatarlar amma kökü sağlam, sabrı kuvvetli olduğu için sökülüp atılmazlar… Belâ fırtınaları geçince tekrar kökü üzere sapı dimdik olan yeşil ekin gibi canlanır, dimdik olurlar…

“Ebu’l-Heysem der ki:

— Belâ, iyi de olabilir, kötü de olabilir. Bunun asıl anlamı mihnet (sınama) demektir. Yüce Allah kulunu, onun şükrünü sınamak üzere iyiliklerle ibtilâ ettiği gibi, sabrını sınamak üzere hoşuna gitmeyen şeylerle de ibtilâ eder. O bakımdan iyi olana da, güzel olana da belâ, kötü olana da belâ denilmiştir.” (4)

Kullarının, itaat ölçüsünü, sabırlarını ve şükürlerini denemek için, onları çeşitli vesilelerle imtihan ettiğini ve edeceğini beyan eden Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“Andolsun, Biz sizi, biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerdern eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.

Onlara, bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: ‘Biz, Allah’a aid (kullar)’ız ve şübhesiz O’na dönücüleriz.’

Rabblerinden bağışlanma (salat) ve rahmet bunların üzerindedir ve hidayete erenler de bunlardır.” (5)

Rabbimiz Allah, korkuyla kullarını imtihan eder, açlıkla imtihan eder, mallarını ve gelirini noksan kılmakla imtihan eder ve canıyla imtihan eder… Mü’min müslüman kul, bu hâlde isyan mı edecek yoksa itaat edip şükrünü devam ettirirken güçlü bir sabırla isyan etmemek için ayak mı diretecek?.. Mü’min müslümanın tavrı, karekteri, hâli ve durumu böylece apaçık ortaya çıkmış olur… Ezelî ilmiyle kulun nasıl davranacağını bilen Rabbimiz Allah, onun şehadet ortamında da apaçık görünmesini dilemiştir…

İmtihanın peşinen bildirilmesindeki hikmeti, İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) şu şekilde beyan eder:

“İmtihanın açıkca anlatılmasındaki hikmete gelince, bu hususta bazı görüşler vardır ki:

1) Bu, imtihan bilfiil tahakkuk ettiği zaman, insanların nefislerinde ona karşı sabrı iyice yerleştirmek içindir. Böylece bu, daha çok feryad-ü figan etmekten onları uzaklaştırmış ve belâ geldikten sonra belâyı onlara kolaylaştırmış olur.

2) Onlar, başlarına böyle belâların geleceğini bildiklerinde, endişeleri artar ve artan bu endişe onlarda hemen imtihan edilme isteğini uyandırır. İşte bu sebeble de daha çok mükafat hak ederler.

3) Kâfirler, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile Ashabını dinlerinde sebatlı ve son derece zarar, mihnet, açlık üzere olmalarına rağmen o dinde kararlı olduklarını görünce, onların kesinkes bu dinin sıhhatine inandıkları için onu tercih etmiş olduklarını anlarlar. Bu durum, o kâfirleri İslâm Dini’nin delilleri hususunda daha ciddî düşünmeye sevk eder. Açıkca bilinen hususlardır ki, birine tabi olanlar, önderlerini, sürdürdüğü dâvâdan ötürü çok büyük meşakkatlar içinde olmasına rağmen yine de o yolda kararlı görürlerse, bu durum, onların kendisine uymaları konusunda daha etkin olur. Aksine onu refah içinde, zahmetsiz gördüklerinde aynı durum hasıl olmaz.

4) Allah Teâlâ, bu imtihanın, daha olmadan önce, olacağını haber vermiştir. Böylece o kimse, bu haberi veren zatın, doğru haber verdiğini görür. Bu da, bir gaibten haberdir. Bu sebeble de bu bir mucize olur.

5) Münafıklardan, Hz. Peygamber’den mal ve bol rızık umarak O’na uymuş olduğunu söyleyenler vardı. Cenab-ı Hakk, böyle bir belâyı indirmekle kullarını denediği zaman, münafıklar, münafık olmayanlardan ayrılır. Çünkü münafık bu haberi duyduğu zaman, Peygamber (s.a.s.)’den uzaklaşır ve dini terkeder. Böylece bu imtihan ile, işte bu fayda elde edilir.

6) İnsanın belâlar karşısındaki ihlâsı ve Allah’a yönelmesi, dünyanın o insana yönelmesi hâlindeki ihlâsından daha çoktur. İşte bu imtihanın hikmeti budur.” (6)

Bu konuda, “Kurtubî Tefsiri”ndeki bilgilerin bir kısmını buraya aktarmak yerinde bir hareket ve faideli bir hâl olur…

“Anlamı:

Andolsun ki, –önceden de belirtildiği gibi, karşılığını vermek söz konusu olsun diye ortaya çıkarmak anlamında– mücahidlerle sabredenleri bilinceye kadar sizleri imtihan edeceğiz.

Konu ile ilgili şöyle denilmiştir:

Bu şekilde onların imtihan edilmeleri kendilerinden sonrakiler için bir alâmet olsun diyedir. Böylelikle onlar da, hak kendileri için apaçık belli olunca bu imtihanlara sabrettiklerini bilsinler diye.

Yüce Allah’ın bu hususa, onlara böyle bir sınamanın mutlaka gelip kendilerine isabet edeceğini yakînen bilsinler diye bildirmiştir. Bu suretle kendilerini böyle bir imtihana hazırlamış olurlar ve bu imtihan dolayısıyla sarsıntıya uğramaktan uzak kalırlar. Ayrıca bu buyrukta azimli olmaya ve insanın kendisini hazırlamasına karşılık yüce Allah’ın sevabını acilen verdiğine de işaret vardır, diye de açıklanmıştır.

‘Biraz korku’ İbn Abbas’ın açıklamasına göre düşman ve savaş korkusu ile. Şafiî de şöyle demiştir:

— Buradaki korku, yüce Allah korkusudur.

İbn Abbas’ın görüşüne göre, kuraklık ve kıtlık dolayısıyla meydana gelecek açlıkla; Şafiî’ye göre ise, Ramazan ayındaki açlık ile olmak üzere ‘(biraz) açlık’, kâfirlerle savaşla uğraşıldığından, bir görüşe göre malları telef eden türlü musibetlerle, Şafiî’ye göre farz kılınan zekat ile ‘mallardan’, İbn Abbas’a göre cihadda öldürmekle ve ölmekle, Şafiî’ye göre türlü hastalıklarla ‘canlardan’, Şafiî’ye göre kişinin yavrusu, kalbinin meyvesi olduğundan dolayı çocuklarının ölümüyle, İbn Abbas’a göre ise, bitkilerin azlığı ve bereketlerin kesilmesi ile “mahsüllerden eksiltmekle imtihan edeceğiz.”

“Sabredenlere, sabrın sevabını müjdele.” (7)

Rabbimiz Allah, yeryüzüne gönderdiği kullarını, uyarmak, bilgilendirmek, başlarına gelecek şeyleri onlara haber vermek suretiyle onları imtihana hazırlamıştır… Yeryüzündeki imtihanlarında başarılı olsunlar diye insan kullarına bunca yardımlarını esirgemeyen merhameti çok bol olan Rabbimiz Allah, kullarının ayağının kaymamasını dilemektedir… Onların, dosdoğru hak yol üzere olmalarını, bâtıla sapmamalarını ve dünya hayatında yaratılış gayelerine uygun yaşamalarını istemiştir…

Şöyle buyurur Rabbimiz:

“Size, apaçık belgeler (ayetler) geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, bilin ki Allah, gerçekten üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (8)

Muvahhid mü’minler, şuur ve idrak sahibi izzetli ve şahsiyetlidirler… Kendilerine, Rabbleri Allah taraından gelen apaçık belgeleri, kabul etmiş, idrak ederek şuurlanmıştır… Böylece, Rabbleri Allah’a itaat etmiş ve ayakları kaymaktan kurtulmuş, hak yol üzere sapasağlam olmuştur…

Muvahhid mü’minler, her hâllerinde imtihan üzere olduklarının farkında oldukları için, varlıkta şükürlerine devam ederken, yoklukta sabır silahına sarılıp apaçık düşmanları olan şeytan ile yaptıkları savaşta galib olmuş, Allah’ın izniyle zafere ulaşmışlardır… Şehirlisinden köylüsüne, gencinden ihtiyarına, erkeğinden kadınına, âliminden bilgisi az olanına kadar, bütün mü’min müslümanlar, üzerlerinde borç olan kulluk vazifelerini imkânları dahilinde yerine getirmeleri, imtihanlarını başarı ile bitirmelerine yeterli gelir… Eğer anın vacibi olan kulluk vazifelerini yaparlar ise, her hâl ve hareketleri, her durumları onlar için hayırlı olur…

Suhayb (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur önderimiz Rasulullah (s.a.s.):

“Mü’minin işine şaşarım. Gerçekten onun bütün işleri hayırlıdır. Bu, mü’minden başka hiç bir kimsede yoktur. Kendisine varlık isabet ederse şükreyler. Bu, onun için hayır olur. Darlık isabet ederse, sabreyler. Bu da, onun için hayır olur.” (9)

Şu olayı, Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), bir kabir yanında ağlamakta olan bir kadının yanından geçti de, o kadına:

“Allah’a ittika et ve sabreyle.” buyurdu.

Kadın:

— Benden uzaklaş! Sen, benim musibetimle musibetlenmedin, dedi.

Kadın, Rasulullah’ı tanımıyordu.

Kadına:

— O zat, Rasulullah’dır, denildi.

(Bu sefer, kadının içine ölüm acısı gibi bir şey çökmüş.)

Bunun üzerine kadın, Rasulullah’ın kapısına geldi. Kadın, Rasulullah’ın kapısı önünde bekçiler (kapıcılar) bulmadı.

(Rasulullah’ın yanına girdi de:)

— Ben, seni bilemedim, dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Sabır, ancak musibetin birinci darbesi sırasındadır.” buyurdu. (10)

Muvahhid mü’minin, Rabbi Allah’a tevekkül edişinin en belirgin özelliği, başına gelen belânın ilk darbesinde göstereceği sabırla ortaya çıkar!… Başına musibet gelince, imanının gereği olarak ilk sığınacağı merci Rabbi Allah’dır… “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.” Böyle diyen ve böyle davranan mü’min müslüman, çok sağlam birsabırla sabretmeyi becermiştir… Allah (Azze ve Celle), onun bu sabrının mukafatı olarak, kendisine en güzel hayrı verir ve onu mutlu eder…

Mü’minlerin annesi Ümmü Seleme (r.anha) anlatır:

Ben, Rasulullah (s.a.s.)’i şöyle söylerken dinledim:

“Başına musibet gelip de: Biz, Allah’a aidiz ve ancak O’na dönücüleriz. Allah’ım, musibetim hakkında bana ecir ver ve onun ardından bana daha hayırlısını ihsan eyle, diyen hiç bir kul yoktur ki, musibeti hakkında Allah, ona mükafat vermesin ve onun arkasından daha hayırlısını kendisine ihsan buyurmasın.”

Ümmü Seleme, demiştir ki:

— Ebu Seleme vefat edince, Rasulullah (s.a.s.)’in bana emrettiği gibi söyledim. Daha sonra Allah bana, ondan daha hayırlısını (yani) Rasulullah (s.a.s.)’i ihsan buyurdu. (11)

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.

Mü’min müslümanlar, tamamen Allah’a aid oldukarının ve dönüşün O’na olacağının tam farkına varabilseler, bir çok mes’elelerini hâlledeceklerdir… Allah için olmak ve O’na dönmek… İmtihan alanı olan dünya hayatında Allah’a aid olmak, bütün varlığıyla Allah’a teslim olmak demektir… Dönüşün Allah’a olması, O’ndan başka hiç bir rabb, melik ve ilâh bulunmayışı, O’na karşı sorumlu olmak ve yalnızca O’nun hesab soracağına inanmak demek olup, hesab gününe alnı ak olarak hazırlanmak demektir…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz noksansızca ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.

Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu,) emirlere olan azimdendir.” (12)

Doğmak, ölüm için; yapmak, yıkmak içindir. Her doğan canlı ölecek ve her yapılan binâ da günün birinde yıkılıp virân olacaktır… Her canlı ölümü tadacaktır… Ölümün tadını alacaktır… Ölümden ve ölmekten zevk alanlar, kendilerini ölüme ve ölüm sonrasına iyice hazırlayanlardır… Ölüm, onlar için korkulacak bir şey olmadığı gibi, onların Rabbleri Allah’a kavuşma vesilesi ve anıdır… Bundan dolayı İslâm üzere, mü’min müslüman olarak yaşadıkları hayattan daha çok, mü’min müslüman olarak Rabbleri Allah’a kendilerini kavuşturacak ve buna vesile olacak ölümü severler… Çünkü katıksız ve şübhesiz bir imanla inanırlar ki, imtihan sahası olan dünyada yaptıkları hayırların, işledikleri salih amellerin ve Allah için olmanın karşılığını noksansız göreceklerdir… Âlemlerin Rabbi, Allah, muvahhid mü’min ve müttaki müslüman kullarından razı olmuş, onları razı etmiş olduğu hâlde cennetine sokacaktır… (13) Ateşten uzaklaştırılmış ve Rabbleri Allah’ın verdiği cennet nimetlerinin içinde bütün salih kullar bir arada… Aldatıcı dünya metaına meyletmemiş, dünyalarını, ahireti kazanmak için sarfetmiş, ahireti dünyaya tercih etmiş, fakat dünyadaki payını da unutmamış olan salih kullar, gerçekten kurtulanlardır…

Allah, kullarını canları ve mallarıyla imtihan etmektedir… Bu imtihan sırasında gerek Ehl-i Kitab, gerekse müşrik kâfirlerden bir çok eziyetlerin geleceğini haber veren Rabbimiz Allah, sabreden ve takva sahibi olanların Allah’a kul olmak konusunda azimli olduklarını beyan buyuruyor… Küfür, tek  millettir… Küfür milleti, Tevhid milletine amansız düşman oluşu, onun karakterinin bir gereğidir… O, mü’min müslümanları, kendisine döndürünceye veya en azından kendisine karşı çıkmayacak zararsız hâle getirinceye kadar onlarla savaşır…

Küfür milletinin, İslâm Milleti’ne karşı olan kin ve düşmanlıkları tarih boyu her asırda ve her çeşidiyle gündeme geldiği gibi, zamanımızda da aynı gaddarlığı ile devam etmektedir… Çünkü böyle davranmak küfür milletinin müzminleşmiş değişmez karekteri olduğu gerçeği unutulmamalıdır… Suyun uyuduğu ve düşmanının uyumadığı gerçeği hatırdan çıkarılmamalıdır… Gerek Rasulullah (s.a.s.) ve Ashab-ı Kiram’dan (Allah cümlesinden razı olsun) önceki Peygamberler (Allah’ın salât ve selâmı cümlesinin üzerine olsun) ve ümmetleri olan mü’min müslümanlara, gerekse Asr-ı Saadet’te yaşayan Rasulullah (s.a.s.) ve Ashabına karşı olan küfür cephesi, gerekse onlardan sonraki asırlarda yaşayan ve yaşadığımız çağdaki küfür cephesi, bu düşmanlığı en acımasız bir şekide ortaya koymuştur…

Küfür cephesinin bu düşmanlığı, bu gaddarlığı ve bu acımasız işkenceleri, İslâm Milleti’ni oluşturan mü’min müslümanlar için birer imtihandır… Muvahhid mü’minlerin iman derecelerinin ölçülmesi, amel konusundaki dirençlerinin belirlenmesi için birer imtihandır bunların cümlesi… Bizden önce yaşayan mü’min müslümanların başlarına bir çok musibetler gelmişti, onlar sabredip direnmişlerdi… Böyle bir dirençle imtihanlarını başarı ile bitirmiş ve zafere ulaşmışlardı!..

Rabbimiz Allah, bu değişmez Sünnetullah’ı beyan ile şöyle buyurmaktadır:

“Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda Rasul, beraberindeki mü’minlerle: ‘Allah’ın yardımı ne zaman’ diyordu. Dikkat edin! Şübhesiz Allah’ın yardımı pek yakındır.” (14)

Çünkü Allah, çok yakındır… Hem de insanın şah damarından çok yakın… (15) Allah, muvahhid mü’min kullarının yegâne yardımcısıdır… (16) Muvahhid mü’minler de Allah’ın dini İslâm’a ve diğer mü’min müslüman kardeşlerine yardım etmekle, Allah’ın emirlerini yerine getirmiş ve yardımcı olmuşlardır… (17)

Mü’min müslümanlar, bütün parçalarıyla tek millet olan küfür cephesinin müşriklerinden, kâfirlerinden ve Kitab Ehli olanlarından bir çok eziyetler görmüşler, işkenceler çekmişler, öldürülüp şehid olmuşlar. Aynı korkunç durum, işgal altındaki İslâm topraklarının bir çok bölgelerinde esaret altındki mustaz’af mü’min müslümanların durumu olarak gündemdedir…

Meydana gelişinden ders ve ibret alınması gereken örnek bir olayı, Sahih-i Buhârî’den rivayet olunduğu gibi buraya alıyoruz… Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)ile mü’min müslümanların başından geçenleri, onların imtihanlarını ve uğradığı musibetleri okumak ve bilmek, hikmetini idrak etmek, imtihanımızda sabırlı olup direnmek için teselli bulduğumuz şeylerdir…

Usame b. Zeyd (r.anhuma) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), Bedir Vak’ası’ndan önce bir gün Fedek dokuması kaplı, saçaklı bir palan vurulmuş bir merkeb üzerine bindi ve (henüz çocuk bulunan) Usame b. Zeyd’i terkisine aldı da HariS İbn Hazrec mahallesinde (ki evinde hasta bulunan) Sa’d İbn Ubade’ye hasta ziyaretine gitti.

Usame dedi ki:

— Giderken yolda Abdullah İbn Ubeyy İbn Selul’un içinde bulunduğu bir Meclise uğradı. Bu vak’a, Abdullah İbn Ubeyy müslüman olmazdan evvel idi. Bu mecliste müslümanlardan, puta tapan müşriklerden, Yahudîlerden karışık bir takım kimseler vardı. Abdullah İbn Revaha da bu mecliste bulunuyordu. Merkebin kaldırdığı toz, meclisi kapladığı için Abdullah İbn Ubeyy, kaftanıyla burnunu kapadı sonra:

— Bizim üzerimizi tozutmayınız, dedi.

Rasulullah, onlara selâm verdi. Sonra da durup merkebten indi ve onları İslâm’a davet etti ve onlara Kur’ân okudu. Bunun üzerine Abdullah İbn Ubeyy:

— Ey kişi, bu söylediklerin hak ve gerçekse, bunlardan güzel bir şey olmaz. Fakat bizim meclisimize gelip de bizi bununla ezalandırma! Kendi menziline git, sana gelen olursa ona anlat! dedi.

Bunun üzerine (büyük şair) Abdullah İbn Revaha:

— Ya Rasulullah, (İbn Ubeyy’e bakma.) Meclisimizde bizi Kur’ân ile ört, onun nurlarıyla bürü! Biz duanızı, Kur’ân okumanızı çok severiz! dedi.

Bunun üzerine müslümanlarla müşrikler, Yahudîler dövüşmeye başladılar. Hatta birbirlerine saldırıp öldürmeye yaklaştılar. Rasulullah ise, onları devamlı sukunete kauşturmaya çalışıyordu. Nihayet yatıştılar. Sonra da Sa’d İbn Ubade’nin evine varıp içeri girdi. Rasulullah (s.a.s), Ensar’ın Hazrec kolunun büyüklerinden olan Sa’d’a:

“Ey Sa’d, –Abdullah İbn Ubeyy’i kastederek– Ebu Hubâb’ın ne söylediğini duymadın mı? (Duymuş ol ki) O, şöyle şöyle söyledi.” (diye biraz önce geçen vak’ayı) anlattı.

Sa’d İbn Ubade’de:

— Ya Rasulullah, sen, İbn Ubeyy’in kusurunu affet, biraz da onu mazur gör! Sana Kur’ân indiren Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın iradesi, senin üzerine indirdiği hakkın gelmesi suretiyle (yani sana peygamberlik gelmesi suretiyle) tecelli etmiştir. Halbuki, şu beldecik halkı İbn Ubeyy’in başına taç giydirmeye, üzerine de Melik’e mahsus sarık sarmaya (bu suretle onu kendilerine Melik edinmeye) hazırlanmışlardı. Allah, sana ihsan buyurduğu Peygamberlik hakkıyla onların tasavvurlarını imkânsız bir hâle koyunca, bu mahrumiyetle İbn Ubeyy, mahzun ve kederlenmiş oldu.

Ya Rasulullah, Abdullah İbn Ubeyy, işte bu kederle, gördüğün çirkin harekette bulunmuştur (siz, onu af buyurun), dedi.

Rasulullah (s.a.s.) de, onu affetti. Esasen Rasulullah ile Sahabîleri, Allah’ın emri vechiyle, gerek müşriklerin, gerek Ehl-i Kitab’ın kusurlarını affedip ezalarına sabrediyorlardı. Çünkü Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurmuş-tur:

“Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir.” (Âl-i İmrân, 3/186)

Ve Allah şöyle buyurdu:

“Kitab Ehlinden çoğu, kendilerine gerçek (hak) apaçık belli olduktan sonra, nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan dolayı, imanınızdan sonra sizi inkâra döndürmek arzusunu duydular. Fakat Allah’ın emri gelinceye kadar onları bırakın ve (onlara ne sözle, ne de eylemle) ilişmeyin. Hiç şübhesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Bakara, 2/109)

Rasulullah (s.a.s.) bu affı, Allah’ın kendisine emrettiğine te’vil ediyordu. En sonunda Allah, onlar hakkında (savunma harbine) izin verdi. Bu izin üzerine Rasulullah, Bedir savaşına çıkıp da Allah, İslâm ordusu eliyle Kureyş müşriklerinin büyüklerini öldürünce Abdullah İbn Ubeyy İbn Selul ile onun müşriklerden ve puta tapanlardan olan maiyeti:

— Artık Bedir vakıası, müslümanlığa yönelip yüzünü göstermiş açık bir zaferdir, dediler ve Rasulullah’a İslâm üzere bey’at edip müslüman oldular. (18)

İster kitablı gayr-ı müslimler olsun, isterse kitabsız gayr-ı müslimler olsun, Tevhid cephesini oluşturan muvahhid mü’minlere ezâdan başka hiç bir zarar veremezler… Onların ezâlarına dayanmak, sabretmek ve mücahedeye devam etmek, Allah’ın izniyle mü’min müslümanları apaçık bir zafere ulaştırır…

Rabbimiz şöyle buyurur:

“Onlar, size ezâdan başka kesinlikle bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşırlarsa, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.” (19)

Rabbimiz Allah tarafından kendisine hikmet verilmiş, salih ve sadık kullardan biri olan Lokman (a.s.), (20)gün görmüş bir çok denemelerden geçmiş, tecrübeler edinmiş ve yeryüzündeki imtihanını başarılı olarak sonuçlandırmış bir muvahhid mü’min kul şahsiyetini kazanmış ve böyle vasıfları üzerinde bulunduran bir veli, bir baba sıfatıyla oğluna şöyle nasihat etmektedir:

“Hani Lokman oğluna –öğüt vererek– demişti ki: ‘Ey oğlum, Allah’a şirk koşma. Şübhesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.” (21)

“Ey oğlum, namazı dosdoğru kıl, mü’rufu emret, münkerden sakındır ve sana isabet eden (musibetler)e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.”(22)

Maddî ve mânevî varlığıyla Allah’a aid olun ve dönüşü de Allah’a olacak muvahhid mü’min müslümanlara, Allah’a şükretmesi için kendisine hikmet verilen Lokman (a.s.)’ın diliyle nasihat edilmektedir… Mü’min müslümanlar, kendilerine aid değillerdir… Onlar, mallarını ve canlarını kendilerine bahşeden yegâne Rabb Allah’a, karşılığında cenneti almak üzere mallarını ve canlarını satmışlardır… (23) Bundan dolayı kendilerine aid değildirler… Zaten her hangi bir insan, katıksız iman edip mü’min müslüman olduktan sonra öz varlığını korumak kaydıyla ümmet okyanusuna bir damla misali karışır ve ümmetin bir parçası olur… Bundan sonra bir bütünlük içinde inanır, düşünüp ve hareket eder… O, Ümmetten sorulur, ümmet de ondan sorulur… Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için gerçeği gün yüzüne çıkar ve amel sahasında yerini bulur…

Rabbimizin beyan buyurduğu üzere mü’min müslüman kul, Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmaktan, böyle korkunç bir zulüm işlemekten alabildiğine sakınacak, şirki, hayalinden bile geçirmemeye gayret edecek kadar hassas davranacaktır!.. Şirksiz, küfürsüz, bid’atsız ve hurafesiz olan katıksız imanını, salih amel ile besleyecek, kuvvetlendirecektir… Dosdoğru namaz kılacak, iyiliği emredecek ve yaptıracak, kötülükten sakındırıp vaz geçirecek ve onun imtihanı için, onun olgunlaşması için başına gelen bütün musibetlere karşı ayağını diretip sabredecektir… Mü’min müslümanın bu hâli, onun izzet ve şeref sahibi şahsiyetinden beklenen azimet hâlidir… Çünkü muvahhid mü’min bilir ki, Rabbi Allah, her hâlinden kendisini sorguya çekecektir… O hâlde niçin iman azimet üzere olmasın ki?..

Allah, hem mü’min müslümanlara soracak, hem de onlara İslâm’ı tebliğ etmesi ve öğretmesi için gönderdiği Peygamberlere soracaktır… Her insan bir çobandır ve güttüklerinden mes’uldür…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“Andolsun, kendilerine (peygamber) gönderilenlere soracağız ve onlara gönderilenlere (peygamberlere) de elbette soracağız.” (24)

Rabbimiz, kullarını bilgilendiriyor ve uyarıyor:

“Bizim, sizi boş bir gaye uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (25)

“Elif, Lâm, Mîm.

İnsanlar, (sadece) ‘iman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?

Andolsun, onlardan öncekilerini sınadık. Allah, gerçekten doğru olanları da bilmekte, gerçekten yalancıları da bilmektedir.” (26)

“İnsan, kendi başına ve sorumsuz bırakılacağını mı sanıyor?” (27)

Ehliyet sahibi olup emaneti yüklenen her mükellef insan, her zaman ve her mekânda imtihan edilmektedir… Varlıkla imtihan edilmektedir, yoklukla imtihan edilmektedir!… Allah, yeryüzünde imtihan ettiği kulları arasında en çok sevdiği mü’min müttaki kullarına, (28) onların hayrını dilediği için kendilerine musibetler vermektedir… Böylelikle mü’min müslümanlar, sabır gösterip Allah’a itaat ve ibadete devam eder, imanları kuvvetlenir, amelleri salihleşir, dolayısıyla çokca sevaba nâil olup günahlardan arınırlar… Mü’min müslümanların başına gelen musibetler, onlar için hayır olup onların bir arınma vesilesidir… Elbette her aklı başında olan ve Allah’ın verdiği aklı kullanabilen muvahhid müslüman idrak eder ki, hiç bir zaman musibetin kendilerine gelmesi istenmez, Allah’dan böyle bir şey dilenmez… (29) Fakat Rabbimiz Allah, mü’min müslüman kuluna imtihan için bir musibet vermişse o kul, imtihan hâlinde olduğunu idrak edecek, imtihan anında sızlanmayacak, sabırsız davranmayacak ve şikayetçi olmayacak!… O anda Allah ve Rasulü (s.a.s.), kendisine ne emretmiş ise, kulluk vazifesi gereği nasıl davranması gerekiyorsa, o şekilde davranacak ve herhangi bir taşkınlıkta bulunmayacak, aşırı gidenlerden olmayacakkır!..

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah, kime hayır murad ederse, ona musibet verir!” (30)

Bu konuda Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“Allah’ın izni olmaksızın hiç bir musibet (hiç bir kimseye) isabet etmez. Kim Allah’a iman ederse, Allah, her şeyi bilendir.

Allah’a itaat edin ve Rasul’e itaat edin. Şayet yüz çevirecek olursanız, artık elçimiz üzerine düşen (yalnızca) apaçık olan bir tebliğ (gerçeği, en yalın biçimde size iletme) dir.” (31)

Peygamberler de (Allah’ın salat ve selâmı üzerlerine olsun), ümmetleri de mes’ul olup sorgulanacaklarını beyan eden Allah (Azze ve Celle), hem Peygamber kullarını, hem de onların kendilerine gönderildiği ümmetlerini imtihan etmektedir… Musibetlerin ve belâların en ağırı, Peygamberin başına gelir, ondan sonra sırasıyla diğer kulara imanları ölçüsünce nasib olur… Çünkü “Allah, kime hayır murad ederse, ona musibet verir!’ diye buyurmuştu Rasulullah (s.a.s.).

Sa’d (r.a.) şöyle demiştir:

— Ya Rasulullah, insanlardan hangisinin belâsı daha ağırdır? dedim.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Peygamberler ve onların peşinden (derecelerine göre insanların) en liyakatlısı ve en liyakatlısı. Kişi, dindarlığı derecesinde belâya uğratılır. Şayet dininde sağlam ise, belâsı ağırlaşır ve eğer dininde gevşeklik varsa, dindarlığı nisbetinde belâya uğratılır. Nitekim belâ, bir kuldan ayrılmayarak, neticede onu, üzerinde herhangi bir hata olmaksızın yeryüzünde yürür duruma getirir!” (32)

Katıksız bir şekilde iman eden, salih amel ve takva ile imanını kuvvetlendirip Rabbi Allah’ın rızasını kazanan, O’nu razı edip, O’ndan razı olan muvahhid mü’min kul, açısından durum böyledir… Mü’min müslümanlar ferd ferd imtihan edildikleri gibi, bu ferdlerden oluşan ve Allah’ın sevdiği İslâm toplumu da imtihan edilmiş ve edilmektedir…

Enes b. Malik (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Sevabın çokluğu, belânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah, bir toplumu sevdiği zaman şübhesiz onları (sıkıntı, musibet ve belâlarla) imtihan eder. Artık kim bir (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) rıza gösterirse, Allah’ın rızası (ve bol sevabı) o kimseyedir. Kim de (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) öfkelenir (ilâhî hükme rıza göstermez) ise, Allah’ın gazabı (ve azabı) o kimseyedir.” (33)

Gerek Allah’ın en seçkin kulları olan Peygamberler, gerekse mü’min müslümanlardan oluşan ümmetleri, ilâhî kader ve değişmez Sünnetullah gereği belâ ve musibetlere uğrar, denenir ve bol mukafat ile karşılık belâlar… İmanları sapasağlam olup sabır ve dirençleri kuvvetli olduğundan dolayı imtihan sırasında alınların aklarıyla çıkmayı becerirler.. Elbette bütün işlerin Allah’ın izniyle olduğunu ve Allah yardım etmezse kul, hiç bir şeyi başaramaz gerçeğini unutmamak gerek!..

Ebu Said el-Hudrî (r.a.) şöyle anlatır:

Rasulullah (s.a.s.), hummâ hastalığından yatakta iken yanına girdim. Sonra elimi O’nun üzerine koyunca hararetini örtünün üstünde ellerimde hissettim ve:

— Ya Rasulullah, ateşinin şiddetine hayret ederim, dedim.

O:

“Biz (Peygamberler) böyleyiz. Bizim için belâ kat kat fazla olur ve sevabı da bizim için (bu oranda) kat kat fazla olur.” buyurdu.

Ben:

— Ya Rasulullah, hangi insanlar en şiddetli belâya uğrarlar? diye sordum.

O:

“Peygamberler.” buyurdu.

Ben:

— (Onlardan) sonra kimler? dedim.

O:

“Sonra salih (İslâmî emirleri yerine getirip günahlardan uzak duran takva sahibi) insanlar. Onlardan herhangi biri, fakirliğe cidden öyle mübtelâ olur ki, büründüğü abadan başka hiç bir şey bulamaz ve biriniz mutlulukla sevindiği gibi, onlardan herhangi birisi belâya uğramakla cidden sevinir.” buyurdu. (34)

Fakirlikle, darlıkla, yoklukla ve hastalıkla imtihan olunan mü’min müslümanların izzetli ve şerefli şahsiyetleri, sabırlı ve dirençli karekterlerini beyan eden, nasıl davranacaklarını buyuran yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in şu hadislerini de buraya alıyoruz… İbret dolu, hikmet dolu bu beyanlardan ders alıp payımıza düşenle amel etmeliyiz…

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Her kime geçim darlığı iner ve o da, bu geçim darlığını insanlara indirir (arzeder) ise, onun ihtiyacı kapatılmaz. Her kime bir geçim darlığı iner ve o da bunu, Allah’a arzederse Allah, ona er veya geç bir rızık ihsan eder.” (35)

Abdullah İbn Ömer (r. anhuma)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“En zorlu imtihan, malın az, geçimiyle yükümlü bulunduğun ferdlerin çok olmasıdır.” (36)

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur:

— Mü’min kulumu belâya uğrattığımda, kendisini ziyaret edenlere Benden şikayet etmezse onu, uğradığı felâketten kurtarırım. Sonra eti yerine evvelkinden daha hayırlı et, kanı yerine evvelkinden daha hayırlı, kan veririm. Artık o, taptaze (günahdan âzâde) olarak işe başlar.” (37)

Muvahhid mü’mine geçim darlığı indiği zaman bundan şikayet etmeyip hâlini önce Rabbi Allah’a arzederek O’ndan yardım taleb etmeli, sonra insanlar arası ilişkilerdeki Sünnetullah gereği hareket etmelidir… Hâlini, her şeyini bilen, gören, duyan ve herşeye kadir Allah’a arzedenkişi, Rabbini ve baş vurulacak merciyi bilmiş, O’na inanmış ve O’na güvenmiştir… Allah da, kendisine bir çıkış yolu gösterir ve onu, ummadığı yerden rızıklandırır… (38) Durumunu, sıkıntısını Rabbi Allah’a arzedip, O’nun yegâne yardımcı ve Rezzak olduğuna iman eden mü’min muvahhid kul, daha sora Rabbi’nin nizamındaki esaslar çerçevesinde hareketeder… Çalışır, helâl yoldan kazanmaya cehd-u gayret eder… Diğer mü’min kardeşlerinden borç alır, sıkıntısını giderir, kazanır ve borcunu güzellikle öder!… Allah (Azze ve Celle), mü’min müslüman kulun, bu samimiyetinden olayı kendisine, ummadığı yerde, ummadığı vasıtalarla yardımcı olur… Çünkü O mü’min müslüman, Allah’ın gaybı yardımına iman etmiştir… Bu, sıkıntılar, bu belâlar, bu hastalıklar, onun için bir imtihan olduğunu, günahlarına keffaret olacağını bilir ve bunun Allah’ın izniyle gerçekleşeceğine iman eder… İmtihan musibetlerine sabretmek ve o sırada emrolunduğu gibi, yani Allah ve Rasulü (s.a.s.) nasıl emretmiş ise, o şekilde davranmak, o mü’min müslümanın kurtuluşuna vesiledir…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Mü’min ve mü’mine üzerinde herhangi bir hata olmaksızın Allah’a kavuşuncaya kadar gerek nefsinde, gerek çocuğunda ve gerek malında belâ kendisinden ayrılmaz.”(39)

Âlemlerin yegâne Rabbi Allah, insan kullarını darlıkla, yoksullukla imtihan ettiği gibi, bollukla ve zenginlikle de imtihan eder… Bu konudaki en ibret verici ve çarpıcı örnek, “Karun Kıssası”dır. Kur’ân-ı Kerim’den ve tefsirlerden okunması tavsiye olunur. (40)

Muvahhid mü’minler ferd ferd imtihan olurken, İslâm Milleti de imtihan olunmaktadır… Rasulullah (s.a.s.)’in ümmeti, bir zamanlar üç kıtaya Allah’ın hükümleriyle egemen iken, hakimiyet Allah’ın, iktidar mü’min müslümanların iken, imtihan olunuyorlardı…

Rabbimiz şöyle buyurdu:

“Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namaz kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a aiddir.” (41)

Ümmet, dün üç kıtaya Allah’ın hükümleriyle hükmederken, yüz yıldan beridir ki, yerli ve yabancı İslâm düşmanları tarafından ülkeleri işgal edilmiş, kendileri egemen tağutların esareti altında, İslâm toprakları parçalanmış, her parçası bir kukla yönetici tağut tarafından idare edilmektedir… Mü’min müslümanlar için bütün emniyetlerin ortadan kaldırıldığı mustaz’af kılındıkları bir dönemde yaşanmaktadır. Bu yokluk dönemini, tekrar varlık dönemine çevirmek için İslâm’ın değişmez Rabbanî metoduna sarılmak gerekir!…

Bu, böyledir!..