İZZETLİ VE ŞEREFLİ ŞAHSİYETLER

İzzet, Allah’ın, O’nun Rasulü’nün ve mü’minlerin-dir.”[1] diye buyuran yegâne Rabbimiz Allah, kendisine ve indirdiklerine katıksız iman eden muvahhid kullarına şu emri veriyor:

Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Rasul’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emr (emir sahiblerin)e de (itaat edin).”[2]

Cabir b. Abdullah (r.a.) ve Mücahid (rh.a.) der ki:

– Emir sahibleri (ulu’l-emr) denilen kimseler, Kur’ân ve ilim ehli olan kimselerdir.

Malik (rh.a.)’iın de tercihi budur.

Ed-Dahhak’ın şu sözü de buna yakındır:

– Yüce Allah bununla, fukahayı ve din âlimlerini kas­tetmektedir.[3]

İbn Abbas (r.a)’dan naklen Ali İbn Ebu Talha:

Sizden olan emir sahiblerine de itaat edin.” ayet-i ke­rimesinden din ve fıkıh âlimlerinin kastedildiğini söylemiş­tir.

Mücahid, Atâ, Hasan el-Basrî ve Ebu’l-Âliye de aynı görüşte olup bu ayette, âlimlerin kastedildiğini söylemişler­dir.[4]

Muvahhid mü’minlerden olup ümmetin derdiyle dert­lenen ve onlarla ilgilenip yol gösteren muttaki ulemâ, mü’min müslümanların kendilerine itaat edip tâbi olacak­ları izzet ve şeref sahibi şahsiyetlerdir!..

Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi, ateşin azabından koru’ der.”[5] ayet-i kerimesi, Hasan el-Basrî (rh.a.) ve Süf-yan es-Sevrî (rh.a.)’e göre şu mânâdadır:

– Dünyadaki iyilikten maksad, ilim ve ibadettir. Ahiret-teki iyilikten maksad ise, cennetir. [6]

Muvahhid ve muttaki İslâm ulemâsı, Âlemlerin Rabbi Allah (Azze ve Celle)’yi en iyi tanıyan, katıksız iman eden ve imanın gereği olan salih ameli yerli yerinde yapan şah­siyetlerdir… Çünkü onlar, Allah’dan en çok korkan ve Rabb Allah’ın emirlerine en iyi itaat eden kişilerdir…

Rabbimiz Allah, muvahhid ve muttaki âlimlerin bu durumunu şöyle beyan buyurur:

Kulları içinde ise, Allah’dan ancak âlim olanlar içleri titreyerek korkar. Şübhesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır.” [7]

İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu ayetin tefsirinde şöyle söyler:

“Çekinme ve saygı, saygı duyulan varlığın tanınma­sına, bilinmesine göredir. Âlim olan, Allah’ı bilir ve O’ndan hem korkar, hem de O’na ümit bağlar. Bu, âlimin derece bakımından, âbidden daha üstün oluşunun delilidir. Çünkü Hak Teâlâ:

Sizin Allah katında en şerefliniz, en muttaki olanınız (Allah’dan en çok korkanınız)dır.” (Hucurât, 49/13) buyu­ra­rak, şerefin ve kıymetin, takvaya göre, takvanın da ilme göre olacağını beyan etmiştir. O hâlde Allah katında şeref ve kıymet amele göre değil, ilme göredir. Evet, âlim, ameli bıraktığında (ilmiyle amel etmediğinde) bu, onun ilmini zedeler. Çünkü onu gören kimse:

– Eğer bilseydi, gereğini yapardı, der.” [8]

İmam İbn Kesir (rh.a.) de şöyle demiştir:

“Allah’dan ancak âlim kulları gerektiği gibi korkarlar. Çünkü güzel isimlerle ve mükemmel sıfatlarla nitelenen Alîm, Kadîr ve Azîm olan Allah’ın azameti, ne kadar daha mükemmel bir bilgiyle bilinirse, O’ndan korkup ürpermek de daha muazzam ve daha fazla olur.

Nitekim Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbas’ın bu ayet-i kerime hakkında şöyle dediğini bildirir.

– Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bilen âlim kulları ancak Allah’dan korkarlar.

İbn Lehîa da… İbn Abbas’dan şöyle dediğini nakleder:

– O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan, helâlini helâl sayan, haramını haram kabul eden, buyruğunu koruyan ve bir gün mutlaka O’na ulaşacağını kesinkes bilip, yaptıkların­dan hesaba çekileceğini kabul edenler, Rahman’ı bilendir.

Said İbn Cübeyr (rh.a.) der ki:

– Haşyet, seninle Allah (Azze ve Celle)’ye isyanın ara­sına giren şeydir.

Hasan el-Basrî (rh.a.) der ki:

– İman, görmeyerek Rahman’dan haşyet (korku) ede­nin imanıdır. Allah’ın teşvik ettiği şeye rağbet eden ve hoş­lanmadığı şeyden kaçınanın imanıdır.

Sonra Hasan el-Basrî:

Allah’dan ancak âlim kulları korkar.” ayetini oku­muştur.

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) der ki:

– Bilgi, çok sözden ibaret değildir. Ancak bilgi, çok haş­yetten ibarettir.”[9]

Allah’dan gereği gibi yalnız âlimlerin korktuğuna dair bir örnek şahsiyeti zikredelim… Ümmetin mutlak mücte-hidlerinden İmam Muhammed b. İdris eş-Şafiî (rh.a.)’in şahsiyeti bu konunun en güzel örneklerinden biridir…

İmam Gazalî (rh.a.) naklediyor:

“İmam Şafiî’nin kuvvetli zühdüne, Allah’dan son de­rece korktuğuna ve bütün meşgalesinin ahiret olduğuna, şu rivayet çok açık bir delildir:

Bir gün Süfyan b. Uyeyne, rakik bir hadis rivayet ederken, dayanamayan Şafiî bayıldı. Bunu görenler, Uyey-ne’ye:

– Şafiî öldü, dediler.

Uyeyne:

– Eğer öldü ise, zamanın en faziletli insanı ölmüştür, dedi.

Bir de, Abdullah b. Muhammed b. Belva’dan şu rivayet naklonuluyor:

Nebate’nin oğlu Ömer ile âbid ve zâhidlerden bahseder­ken, Ömer bana:

– Muhammed b. İdris Şafiî (rh.a.) kadar şübheli şeyler­den kaçınan ve fasih konuşan bir insan görmedim, dedi.

Yine bir gün ben, Şafiî ve Lebil’in oğlu Hâris, “Safa Te­pesi”ne çıkmış duruyorduk.

Salih el-Mura’nın talebesi olan Hâris, yanık sadâsı ile Kur’ân-ı Kerîm’den:

Bu, onların konuşamayacağı bir gündür.

Ve onlara, özür beyan etmeleri için izin verilmez.” (Murselat, 77/35-36) ayet-i celilesini okuyunca, İmam Şa­fiî’ye baktım. Rengi soldu, tüyleri diken diken oldu, dehşetli bir sarsıntı ile bayılarak yere düştü.

Ayılınca:

– Allah’ım, yalancılardan ve gafillerin yüz çevirmesin­den sana sığınırım. Allah’ım, âriflerin gönlü sana eğilir, isteklerin boynu sana karşı zelîl olur.

Ey Rabbim, cömertliğini bana bağışla, Settâr isminle benim kusurlarımı ört, Lütf-u kereminle kusurlarımı affet, dedi ve gitti.[10]

İbn Abbas (r.anhuma):

Kulları içinde ise, Allah’dan ancak âlim olanlar içleri titreyerek korkar.” (Fatır, 35/28) ayetinin tefsirinde şöyle dedi:

– Kim Allah’dan korkarsa o, âlimdir.[11]

Ebu Zerr (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Şübhesiz ben, öyle bir kelime (ayet) bilirim ki, eğer in­sanların hepsi onu tutsaydılar, hepsine yetecekti.”

Sahabîler:

– Ya Rasulullah, hangi ayettir? dediler.

O (s.a.s.) buyurdu ki:

Kim Allah’dan korkarsa Allah, ona bir çıkış yolu ihsan eder.” (Talak, 65/2)[12]

Enes b. Malik (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.):

Takva ehli de O, mağfiret ehli de O’dur.” (Müddessir, 74/56) ayeti hakkında şöyle buyurdu:

“Allah Tebareke ve Teâlâ buyuruyor ki:

– İttika edilmeye (emirlerine saygı gösterilmeye) ehil (layık) olan Benim! Kim benden ittika eder (azabımı mucib olan hâl ve hareketlerden sakınır) ve Benimle beraber (başka) bir ilâh tanımazsa, onu bağışlamaya ehil Benim!”[13]

Görüldüğü gibi, gerçek âlimler, Âlemlerin Rabbi Allah’ı çok iyi bilip, tanıyıp, katıksız iman ettikleri için, Allah’dan en çok ittika eden şahsiyetlerdir… Âlimler, yegâne Rabbimiz Allah’ın azametini, kuvvet ve kudretini çok iyi idrak ettik­leri için Allah’dan içleri titreyerek korkarlar… İşte bu katık­sız iman, bu gereği gibi idrak ve bu gerçek takva âlimleri, Allah’a tam itaata sevk eder… Muvahhid âlimler, Allah’a itaat ve ibadet etme konusunda çok hassas davranır, yalnız Allah’dan korkar ve Allah’ın dışında hiçbir kimseden, hiçbir makam ve mevkiden korkmazlar… Bunun için dosdoğru yol üzere, istikametten sapmadan adil davranır, zulme ve zalime karşı kesin tavır alır, hakkı savunur, batılı reddeder ve bütün cahiliyye değerlerini ayakları altına alırlar…

Âlimler, Rabbimiz Allah’ın şu emrini tam idrak etmiş ve gereği ile amel etmişlerdir:

Allah, kuluna kâfî değil mi? Seni, O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar.

Allah, kimi saptırırsa, artık onun hiçbir yol göstericisi yoktur.

Allah kimi hidayete erdirirse, onun için hiçbir saptırıcı yoktur. Allah intikam sahibi, güçlü ve üstün olan değil midir?”[14]

İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu ayetin tefsirinde şunları beyan eder:

“Örf, batılı savunanların, hakkı savunanları  pek çok tehditle korkuttuklarını göstermektedir. Bundan dolayı Cenab-ı Hakk, bu şübhenin belini de, “Allah, kuluna kâfî değil mi?” buyurarak kırmış ve bu hususu, bir soru üslû­buyla ele almıştır. Bundan maksad, bunu, insanların aklına iyice yerleştirmektir. Gerçek de, budur. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın bütün malumatı bilen bir Âlîm, her şeye gücü ye­ten bir Kadîr, her türlü ihtiyaçtan müstağnî bir Ganî ol­duğu sabittir. Binaenaleyh bu, demektir ki, Allah Teâlâ, kullarının ihtiyacını bilir, onları gidermeye kâdîrdir ve o ihtiyaçları daha iyi ve rahat şeylerle değiştirmeye gücü ye­tendir. O, cimri ve muhtaç değildir ki, cimri ve muhtaç oluşu, bu maksadı yerine getirmesine engel teşkil etsin. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Hakk Teâlâ’nın belâları defedip, afetleri kaldıran, insana muradlarını veren bir Zât olduğu açıkca anlaşılır. İşte bundan ötürü Hakk Teâlâ, “Allah, kuluna kâfî değil mi? buyurmuştur.

Cenab-ı Allah, bu mukaddimeyi (girişi) yapınca, buna dayanan matlub neticeyi de bildirmek üzere, “Seni, O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar.” buyurmuştur. Bu, “Allah Te-âlâ’nın kuluna yeter olduğu sabit olunca, Allah’dan başka­sıyla korkutma, abes, boş ve asılsız olur.” demektir.”[15]

Kureyşliler Rasulullah (s.a.s.)’e:

– Eğer ilâhlarımıza sövmekten vazgeçmezsen, onlar seni deliye çevirir, sana kötülükte bulunurlar, diyerek tehdid etmişlerdir.

Bunun üzerine bu ayet-i kerime nâzil oldu.[16]

Allah’a inanmayan ve Allah’dan gelen ilâhî hükümlere itibar etmeyip Allah’dan korkmayanlar, Allah’dan başka varlıklardan korkarlar… Allah’a şirk koştukları varlıklar­dan korktukları gibi, muvahhid mü’minleri de onlarla kor­kutup Tevhid akîdesinden ve İslâm nizamından vazgeçir­meye çalışırlar… Fakat muvahhid mü’minlerin katıksız iman güçlerinin ve tavizsiz tavırlarının karşısında her za­man yenik düşmüş ve her zamanda yenik düşeceklerdir… Çünkü Allah, muvahhid mü’min kullarına kâfîdir… Muvahhid mü’minler, yalnızca Allah’a ibadet eder, yal­nızca Allah’dan yardım diler, yalnızca Allah’dan korkar ve yalnızca Allah’a dayanıp güvenirler…

Katade diyor ki:

Rasulullah (s.a.s.), Halid b. Velid’i, müşriklerin “Uzza” putunu diktikleri “Sukam Vadisi”ne gönderdi. Putun hiz­metçisi Halid’i görünce:

– Ya Halid, ben seni, Uzza’ya karşı gelmekten sakındı­rı­rım. Zira bunun öyle bir hışımı vardır ki, hiçbir şey onun karşısında duramaz, dedi.

Halid, onu dinlemeyerek ilerledi ve elinde bulunan balta ile putun burnunu dağıttı.

İşte müşrikler, Rasulullah’ı ve müslümanları, tapmış oldukları putlardan bu şeklide korkutuyorlardı.[17]

Halid b. Velid (r.a.), el-Lat ve el-Uzza’ya uğrayıp:

– Seni inkâr ediyorum, takdis etmiyorum. Çünkü ben, Allah’ın seni tahkir ettiğine inandım, dedi ve geçti gitti.[18]

Bu konuda şu iki rivayeti de nakletmek, konunun daha iyi anlaşılmasına vesile olur kanaatindeyiz…

“Rasulullah (s.a.s.), Halid b. Velid’i Uzza’ya gönderdi. Uzza, Nahle’de idi. Kureyş, Kinane ve Mudar’ın meydana getirdiği ve tazim ettiği bir ev idi. Onun bakımı ve per-dedarlığı Beni Haşîm’in halifleri Beni Süleym’den olan Beni Şeyban’da idi.

Onun, Sülemî sahibi, Halid’in ona doğru yürüdüğünü işitince, üzerine kılıcını astı ve kendisi o evin bulunduğu dağa çıktı ve şöyle diyordu:

– Ey Uzza, acımasız bir şekilde Halid’in üzerine saldır.

Silahı at ve süratli bir şekilde kaç!

Ey Uzza, eğer kişiyi yani Halid’i katledemezsen,

Acil bir günahla geri dön veya Nasfanî dinine gir.

Halid, ona vardığında onu yıktı, sonra Rasulullah (s.a.s.)’e döndü.[19]

Beyhakî, Muhammed b. Ebu Bekr el-Fakîh kanalı ile Ebu Tufeyl’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Rasulullah (s.a.s.), Mekke’yi fethettiğinde Halid b. Velid’i Nahle’ye gönderdi. Orada Uzza putu vardı. Put, üç mızrak üzerine konulmuştu, mızrakları kesti. Evi yıktı. Sonra Rasulullah (s.a.s.)’in yanına gitti. Yaptıklarını an­lattı.

Rasulullah (s.a.s.):

“Geri dön! Sen, bir şey yapmış değilsin.” dedi.

Halid, tekrar putun bulunduğu eve gitti. Putun bakıcı­ları ve perdedarları Halid’e baktıklarında var güçleriyle dağa doğru koştular. Koşarken de şöyle diyorlardı:

– Ey Uzza, onu delirt! Ey Uzza, onu kör et! Yoksa ben, yüz üstü düşüp öleceğim!

Halid, putun yanına gittiğinde orada, çıplak, saçı-başı dağınık bir kadın gördü ki, saçına, başına, yüzüne toprak saçıyor. Halid, kılıcıyla üzerine gitti, onu vurdu. Sonra Peygamber (s.a.s.)’ın yanına döndü. Yaptığını ve gördü­ğünü haber verdi.

Peygamber (s.a.s.):

“İşte o kadın, Uzza idi.” dedi.[20]

Bu örneklerden apaçık anlaşıldığı gibi müşrikler, Al­lah’a şirk koştukları ilâhlarından Allah’dan korkar gibi korkuyor ve Allah’ı sever gibi seviyorlardı…

Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

İnsanlar içinde, Allah’dan başkasını eş ve ortak tutan­lar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise, Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bü­tün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vere­ceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.”[21]

Müşrik, kendilerinden korktukları şeyler ile muvah-hid mü’minleri korkutmak istiyorlardı… Muvahhid mü-minler, yalnızca Allah’dan korktukları için, başka hiç­bir şeyden korkmazlar ve korkmadılar da!.. Çünkü her mu-vahhid mü’min kendisine farz olan ilmi öğrendiği ve onunla amel ettiği için âlimdir… Âlimler de yalnızca Al­lah’dan korkarlar… Müşrikler, mü’min müslümanları kor­kutmaya çalışırken, mü’min müslümanların tavrı, korku­suzluktan yana netleşiyor ve ayet-i kerimede beyan edildiği üzere şöyle diyorlardı:

O, beni doğru yola erdirmişken, siz benimle Allah ko­nusunda çekişip tartışmaya mı girişiyorsunuz? Sizin O’na şirk koştuklarınızdan ben korkmuyorum. Ancak Allah’ın benim hakkımda bir şey dilemesi başka. Rabbim ilim bakı­mından her şeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp düşünmeye­cek misiniz?

Hem siz, O’nun haklarında hiçbir delil indirmediği şey­leri Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben, nasıl sizin şirk koştuklarınızdan korkarım? Şu hâlde güvenlik içinde olmak bakımından iki taraftan hangisi daha hak sahibidir? Eğer bilebilirseniz.”[22]

Gereği gibi yalnız Allah’dan korkan muvahhid âlimler, Rasullerin varisleri oldukları için, Rasullerin küfre, şirke ve tuğyana karşı tavırlarının aynısını sergilemektedirler… On-lar, Allah’ı en iyi tanıyan şahsiyetlerdir… Bundan dolayı Allah’ın hukukuna son derece riâyet ederler… Kur’ân-ı Ke­rîm’i anlayarak okur ve gereğini hayatlarına uygular, Kur-ân’ı hayatlaştırır, hayatı da Kur’ânlaştırırlar…

Yegâne hayat düsturumuz Kur’ân-ı Kerîm ve onu okuyup, anlayıp hayatlarını Kur’ân’a göre tanzim eden şahsiyetlerin vasfını şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz Al­lah:

Biz, O’nu (Kur’ân’ı) hak olarak indirdik ve O, hak ile indi. Seni de, yalnızca bir müjde verici uyarıp korkutucu olarak gönderdik.

Onu, bir Kur’ân olarak insanlara dura dura okuman için (bölüm bölüm) ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik.

De ki: ‘İster Ona inanın, ister inanmayın. O, daha önce kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman, çenelerin üstüne kapanarak secde ederler.’

Ve derler ki: ‘Rabbimiz yücedir. Rabbimizin va’di ger­çekten gerçekleşmiş bulunuyor.’

Çeneleri üstüne kapanıp ağlıyorlar ve (Kur’ân) onların huşû (saygı dolu korku)larını arttırıyor.”[23]

Malik b. Miğmel (rh.a.) anlatıyor:

Bir adam, eş-Şa’bî’ye:

– Ey âlim, bana fetva ver! demişti de O, şöyle karşılık vermişti:

– Âlim dediğin, Allah’dan (hakkıyla) korkandır.[24]

Mesruk (rh.a.) şöyle diyor:

– Kişiye ilim olarak Allah’dan haşyet etmesi (gereği gibi korkması) yeter. Kişiye cahillik olarak da amelini beğenmesi kâfîdir.[25]

Emirü’l-mü’minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.) Cabir b. Abdullah el-Ensarî (r.a.)’a hitaben şöyle demiş:

– Ya Cabir, dünya dört şey üstünde durur:

Bilgisiyle amel eden, halka da öğreten âlim.

Öğrenmekten utanmayan, çekinmeyen bilgisiz.

Varlığında nekeslikte bulunmayan cömert.

Ahiretini dünyasına satmayan yoksul.

Âlim, bilgisini yitirirse, bilgisiz de öğrenmekten çekinir. Zengin, malında nekeslik ederse, yoksul da ahiretini dünya­sına satar.

Ya Cabir, kime Allah’ın nimetleri çok gelir, kimin malı fazlalaşırsa, insanların ona ihtiyacı artar. Kim, Allah’ın verdiği nimetlerde kendisine vacib olanı yerine getirirse, o nimetlerin devamına sebeb olur. Kim vacib olanı ifâ et­mezse, o malı-mülkü zevale atmış, yok etmeye başlamış­tır.[26]

Muvahhid mü’minlerin, muttaki âlimler olması gerek­lidir… İlmiyle âmil olan izzet ve şeref sahibi muttaki mü’minler, apaçık düşmanları olan şeytana ve şeytanın taraftarları olan tağutlar ile onların destekleyicilerine karşı mücadele ve mücahede etmek yetkisine sahibdirler… Muvahhid âlimler, ilim silahıyla şeytanı ve şeytanîleri ra­hatça vurabilir, onların kurdukları tuzakları bozabilirler… Amelden önce ilim lazımdır… İbadet, ilimsiz olmaz… İlmi olmadan ibadet eden, hem ibadetlerinde bir çok noksanlık ve sakatlığa girer, hem de şeytana kolayca yenilir… İlim silahını kuşanmış fakîh âlimler, şeytana ve şeytanîlere karşı verdikleri mücadelelerinde Allah’ın izniyle hep galib ol­muşlardır!..

İbn Abbas (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulul-lah (s.a.s.):

“Şeytana, bir fıkıhçı(yı aldatmak), bin âbid(i aldat­mak)tan daha zordur.”[27]

Faydalı ilim, amele dönüşen ilimdir… Kendisiyle faydalı ve hayırlı amel işlenen ilim, insanlara fayda veren, dünya ve ahiret kurtuluşuna vesile olan ilimdir… İlimden faydalan­mak, ancak kendisiyle amel edilmekle gerçekleşir… İlmin amele dönüşmesi, dünya huzur ve mutluluğunu sağladığı gibi, ebedî ahiret saadetini de sağlar…

Emirü’l-mü’minin İmam Ali (r.a.) şöyle diyor:

– İlim, amelle eşittir. Bilen, amel eder. İlim, amele sesle­nir. Amel cevab verirse ne âlâ, cevab vermedi mi, ilim de göçer gider.[28]

 

 



[1]    Munafikun, 63/8.

[2]    Nisa, 4/59.

[3]    İmam Kurtubî, A.g.e., C.5, Sh.297.

Zübeyr’ubnu Harb, Kitabu’l-İlm, çev. Prof. Dr. Salih Tuğ, İst. 1984,

Sh.170, Hbr.62.

[4]    İbn Kesir, A.g.e., C.4, Sh.1746.

[5]    Bakara, 2/201.

[6]    Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Taberî Tefsiri, çev. Hasan

Karakaya – Kerim Aytekin, İst. 1996, C.1, Sh.500.

İmam Kurtubî, A.g.e., C.3, Sh.121.

İmam Gazalî, A.g.e., C.1, Sh.25.

[7]    Fatır, 35/28.

[8]    Fahruddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir – Mefatihu’l-Gayb, çev. Prof. Dr. Suat

Yıldırım, Vdğ. Ank.1994, C.18, Sh.404.

[9]    İbn Kesir, A.g.e., C.12, Sh.6694.

[10] İmam Gazalî, A.g.e., C.1, Sh.67-68.

[11] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.32, Hbr.340.

[12] Sünen-i İbn Mace, Kitabu’z-Zühd, B.24, Hds.4220.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’r-Rikak, B.16, Hds.2728.

Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C.1, Sh.77, Hds.245.

İbn Kesir, A.g.e., C.14, Sh.7940. İmam Ahmed b. Hanbel (Müsned, C.5,

Sh.178)’den.

[13] Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B.70, Hds.3546.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’z-Zühd B.35, Hds.4299.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’r-Rikak, B.16, Hds.2727.

[14] Zümer, 39/36-37.

[15] Fahruddin er-Râzî, A.g.e., C.19, Sh.191.

[16] Abdulfettah el-Kadî, Esbab-ı Nüzûl, çev. Doç. Dr. Salih Akdemir,

Ank.1986, Sh.333.

[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberî, A.g.e, C.7, Sh.172.

[18] Muhammed İbn İshak, Siyer, çev. Sezaî Özel, İst.1991, Sh.253.

[19] İbn Hişam, İslâm Tarihi – Siret-i İbn Hişam Tercemesi, çev. Hasan Ege,

İst.1985, C.4, Sh.107-108.

[20] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye – Büyük İslâm Tarihi, çev. Mehmet Kes-

kin, İst.1994, C.4, Sh.529-530.

[21] Bakara, 2/165.

[22] En’âm, 6/80-81.

[23] İsra, 17/105-109.

[24] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.29, Hbr.264.

[25] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.34, Hbr.389.

[26] Nehcü’l-Belaga, Sh.417.

[27] Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.17, Hds.222.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.19, Hds.2821.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.141, Hds.37. Beyhakî’den.

İmam Suyutî, A.g.e., C.2, Sh.34, Hds.1347(2418). Hatib’in Tarih’i ve Beyhakî’nin Şuabu’l-İman’ından.

[28] Nehcü’l-Belaga, Sh.417.