İHYA VAZİFESİ

“Bir insanı ihya eden, bütün insanları ihya etmiş gibi olur.”([1])gerçeğine katıksız iman eden muvahhid mü’min-ler, bir insanın hidayetine vesile olmanın, hoşlarına giden her şeyden, hatta dünya ve içindekilerden hayırlı ol­duğuna şübhesiz inanmışlardır…([2])

Âlemlerin Rabbi Allah, ihya erlerinin önderleri olan Rasullerini, insan kullarını ihya etsinler ve onları aşağıların aşağısı olan tağuta kulluk yapıp şirke düşmekten, yücelik ve üstünlük sahibi olan Allah’a kulluk etmeye, yani Tevhid üzere olmaya yükseltsinler… Onları içine düştükleri zulüm çu­ku­rundan kurtarıp adalet düzlüğüne çıkarsınlar… On­lara en doğrusunu tebliğ edip anlatsınlar ve doğruya davet et­sin­ler… Onları, vahiy ile aydınlatsınlar, öğretip eğitsin­ler…

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

Andolsun Biz, her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir Rasul gönder­dik. Böylelikle onlardan kimine Allah, hidayet verdi, onlar­dan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryü­zünde dolaşın da yalanla­yanların uğradığı sonucugö­rün.([3])

Muvahhidlerin ve muttakilerin önderi Rasulullah (s.a.s.), bu ihya hareketinin önderlerinin en sonuncusu olan Allah’ın Nebîsi ve Rasulü’dür… O (s.a.s.), en son Rasul ve en son Nebî’dir… O’nun vefatından sonra, insanları ihya vazifesi, O’nun izi üzere yürüyen ve O’nun Sünneti ile ha­reket eden muvahhid ve muttaki İslâm âlimleri tarafından yerine getirilmeye çalışılmıştır…

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’e şöyle hitab edi­yor Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ:

Ey bürünüp örtünen,

Kalk (ve) bundan böyle uyarıp korkut!([4])

Cabir b. Abdillah (r.anhuma)’ın rivayetiyle şöyle buyu­ruyor Rasulullah (s.a.s.):

“Ben, Hira’da i’tikafta bulundum. İ’tikafımı yerine ge­ti­rince dağdan aşağıya inip vâdinin içine girdiğimde nidâ edildim. Önüme, ardıma baktım, sağımdan ve solumdan baktım. Bir de gördüm ki, o melek, gökle yer arasında bir taht üzerinde oturmuş… Akabinde Hatice’ye geldim de:

– Beni örtün ve üzerime soğuk su dökün, dedim.

Bu sırada bana:

Ya eyyuhe’l-Müddesir= Ey bürünüp örtünen!

Kalk (ve) bundan böyle uyarıp korkut! Ve Rabbini bü­yükle!indirildi.”([5])

Bu emirden sonra Rasulullah (s.a.s.), kalkmış ve emrolunduğu gibi dosdoğru olarak insanları uyarmış, on­lara Rabbleri Allah’ın hükümlerini tebliğ edip onları İslâm’a davet etmiştir… İnsanları ihya hareketine başlayan Rasulul-lah (s.a.s.)’e, bu ihya hareketinin en yakınlarından başla-masını emreden Allah, şöyle buyurur:

Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.

(Öncelikle) en yakın hısımlarını (aşiretini) uyar.

Ve mü’minlerden sana tabi olanlara (koruyucu) ka­natlarını ger.([6])

Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:

Allah:

(Öncelikle) en yakın hısımlarını (aşiretini) uyar!” aye­tini indirdiği zaman Rasulullah (s.a.s.), ayağa kalktı da şöy-le hitab etti:

“Ey Kureyş topluluğu, müslüman olup nefislerinizi Allah’ın azabından satın alınız. Ben, Allah’ın azabından hiç­bir şeyi sizden men edemem.

Ey Abdi Menâf oğulları, sizden de ben, Allah’ın aza­bın­dan hiçbir şeyi def edemem.

Ey Abbas İbn Abdulmuttalib, senden de Allah’ın aza­bından hiçbir parçasını men edemem.

Ey Rasulullah’ın halası Safiyye, senden de ben, Allah’ın azabından bir kısmını olsun def edemem.

Ey Muhammed’in kızı Fatıma, malımdan ne dilersen iste (veririm, fakat) Allah’ın azabından bir parçasını bile senden savıp def edemem.”([7])

İnsanı ihya hareketinin önderi Rasulullah (s.a.s.), in­sanların yegâne Rabbi ve ilâhı Allah tarafından müjdeci ve uyarıp korkutucu olarak gönderilmiştir… O (s.a.s.), insan­ları İslâm’a tabi oldukları müddetce dünya ve ahiret haya­tının güzellikleriyle müjdelemek, İslâm’ı reddederlerse, dün­yada zillet, ahirette ise azab ile uyarıp korkutmak için va­zi-feli kılınmıştır… Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Allah’ın kendisine vermiş olduğu bu vazifesini icrâ ederken, yani insanları iyiliğe ve doğruya davet edip onlara yol gösterip, onları hayra sevk etme çalışmasında bulunurken, onlardan herhangi bir ücret taleb etmemekteydi… O (s.a.s.), kendisini vazifeli kılan Rabbi Allah’dan karşılığını bekli-yordu… İhya erlerinin örneği Rasulullah (s.a.s.),([8]) kendisi­nin varisleri olan muvahhid mü’minler tarafından dikkatli takib edil­miştir… İslâm tarihi boyunca böyle olmuş ve gü­nümüzde de aynı hâl devam etmektedir…

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Biz seni, yalnızca bir müjdeci ve uyarıp korkutucu olarak gönderdik.

De ki: ‘Ben, buna karşılık, Rabbine doğru bir yol tut­mayı di­leyen (insanlar olmanız) dışında sizden bir ücret istemiyorum.([9])

Şübhesiz, Biz seni, bir şahid, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

Ki, Allah’a ve Rasulü’ne iman etmeniz, O’nu savunup des­teklemeniz, O’nu en içten bir saygıyla yüceltmeniz ve sabah – akşam O’nu (Allah’ı) tesbih etmeniz için.([10])

Ey Peygamber, gerçekten Biz seni, bir şahid, bir müjde ve­rici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

Ve Kendi izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir çerağ olarak (gönderdik).([11])

Abdullah İbn Amr (r.a.) şöyle demiştir:

– Şübhesiz Kur’ân’daki şu:

Ey Peygamber, gerçekten Biz seni, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

Ve Kendi izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir çerağ  olarak (gönderdik).” (Ahzâb, 33/43-46) ayeti, bunu Allah, Tevrat’ta şöyle söylemiştir:

“Ey Peygamber, şübhesiz Biz seni, bir şahid, bir müj­deci, bir korkutucu olarak gönderdik. Sen, elbette Benim kulum ve Rasulümsün. Ben sana, ‘el-Mutevekkil’ adını ver­dim.

Bu Peygamber, kötü huylu, katı kalbli, çarşılarda bağırgan değildir. O, kötülüğü kötülükle def etmez, lâkin affeder, yüz çevirip geçer.

Allah, eğrilip sapan milleti, bu Peygamberin irşadıyla, ‘Lâ ilâhe illallah’ Tevhid sözünü söylemeleri sûretiyle doğ­rultmadıkça, O’nun ruhunu almayacaktır. Allah, bu Tevhid kelimesiyle (yani bunun sihirli te’siriyle) birçok kör gözleri, sağır kulakları ve kılıflı kalbleri açacaktır.”([12])

İnsanı ihya vazifesi ile vazifelenen ve Rasulullah (s.a.s)’in varisi olan muvahhid mü’minler, Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’yle amel edip O’nun ahlâkıyla ahlâklan-malıdır… İnsanların, “Lâ ilâhe illallah” sözünü kal­ben tas-dik edip, dil ile söylemelerine vesile olacak ve bu Tevhid keli-mesinin gereğini yaşamalarına yardımcı olmak konu­sunda bütün gayretini sarfedecektir… Kör gözlerin, sağır kulak-ların ve kılıflı kalblerin açılması için Tevhid ger­çeğini, kafa-lar, çatlatırcasına izah edecek, insanları Kur’ân ile uya­ra-caktır… İslâm davetçileri olan ihya erleri, insanları, cahiliy-yet karanlığından kurtarıp İslâm’ın aydınlığına ulaş­tırmak için Kur’ân ve Sünnet’in gereği ile amel etmelidir­ler… Çünkü onlar, bütün Peygamberlerin (Allah’ın salat ve se-lâmı cümlesinin üzerine olsun) varisleri ve Rasulullah (s.a.s.)’in takibçileridirler…

Rabbimiz Allah, Rasulü Muhammed (s.a.s.)’e ve dolayı­sıyla O’nu izleyen ihya erlerine şöyle buyurmaktadır:

De ki: ‘Allah, benim ile sizin aranızda şahiddir. Sizi – ve kime ulaşırsa – kendisiyle uyarmam için bana şu Kur’ân vahyedildi.([13])

Rabblerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’ânla) uyarıp korkut. Onlar için, ondan başka ne ve­lileri vardır, ne şefaatçıları. Umulur ki, korkup sakı­nırlar.([14])

İnsanlar uyarılırken, içine düştükleri şirk, küfür ve cahiliyyenin korkunç hâli ve gelecekteki cezası olan yakıcı azabı kendilerine beyan edilirken, ancak iman edenlerin ürperdiği, kendilerine geldiği, tevbe edip hâllerini düzelttiği görülmektedir… Kâfirler ve müşrikler, azgınlıklarına devam etmekte, kulakları, gözleri ve kalbleri İslâm davetine karşı kapalı bulunmaktadır…

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

Sen, yalnızca gayb ile Rabblerinden içleri titreyerek kork­makta olanları ve dosdoğru namazı kılanları uyarırsın. Kim te­mizlenip arınırsa, artık o, kendi nefsi için temizlenip arınmıştır. Sonunda dönüş Allah’adır.([15])

Sen, öğüt verip hatırlat! Çünkü gerçekten öğütle ha­tırlatma, mü’minlere yarar sağlar.([16])

Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin. Şu halde Be­nim ke­sin tehdidimden korkanlara Kur’ân ile öğüt ver.([17])

Mü’min müslümanlar, kendilerine, Rabblerinin kitabı ve ilâhî mesajı olan Kur’ân ile öğüt veren önderleri Rasulullah (s.a.s.)’e ve O’nun varisleri olan ihya erlerine kulak verir, dinler ve itaat ederler… Bundan da anlaşılıyor ki, ihya hareketi önce mü’min müslüman safların arasında gerçek­leştirilmelidir… İslâm daveti, müşrik ve kâfirlere ulaştırıl­madan önce, İslâm davetine icabet eden mü’min müslümanlar kendi aralarında ihya vazifelerini hakkıyla yapmalıdırlar… Her yönüyle İslâm’ı temsil edecek kadar olgunlaşan muvahhid mü’minler, küfür cephesine İslâm’ı götürürken çok etkili olur ve inşaallah kısa zamanda zafere ulaşırlar… Kendi aralarında problemlerini İslâm ile çözeme­yen ve mes’elelerini hâl etmeyen, dolayısıyla birliklerini, beraber­liklerini sağlamamış ve barışı oluşturmamış olanlar, başka­larına İslâm’ı tebliğ etme konusunda başarılı olamaz­lar…

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

Şübhesiz inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez, inanmazlar.

Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözle­rinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlarındır.([18])

Kendilerini uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir inanmazlar.

Sen, ancak zikre (Kur’ân’a) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah)’a karşı içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlama ve üstün bir ecirle müjdele.([19])

Sen, artık Allah’a tevekkül et. Çünkü sen, apaçık olan hak üzerindesin.

Çünkü gerçekten sen, ölülere (söz) dinletemezsin ve ar­kasını dönüp kaçan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.

Ve sen, körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete er­dirici değilsin. Sen, ancak ayetlerimize iman edenlere (söz) dinlettirebi­lirsin. İşte müslüman olanlar, bunlardır.([20])

Diri olanlarla ölüler de bir değildir. Gerçekten Allah, diledi­ğine işittirir. Sen ise, kabirlerde olanlara işittirecek değilsin.

Sen, yalnızca bir uyarıcısın.

Şübhesiz Biz seni, hak ile bir müjde verici ve bir uyarıcı ola­rak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir uya­rıcı gelip geçmiş olmasın.([21])

Şirk koşmakta olanlar dediler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, O’nun dışında hiçbir şeye kulluk etmezdik, biz de, ataları­mız da. Ve O’nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık.’ Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Şu hâlde Rasullere düşen, apa­çık bir tebliğden başkası mı?”([22])

De ki: ‘Allah’a itaat edin, Rasul’e itaat edin. Eğer yine yüz çevirirseniz, artık O’nun (Peygamber’in) sorumluluğu kendisine yüklenen, sizin sorumluluğunuz da size yükle­nendir. Eğer O’na itaat ederseniz, hidayet bulmuş olursu­nuz. Rasul’e düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir.([23])

Görüldüğü gibi, İslâm daveti, mü’min müslümanlar arasında  yayılmalı ve bu ihya hareketi canlı tutulmalıdır… İhya erleri, müslümanların ihtiyaçlı olduğu bir dönemde onlarla uğraşmayı bırakıp kâfir ve müşriklerin imana gel­melerine vesile olmaya çalışmaları, onları asıl vazifelerinden alıkoyar… Şu bir inkâr edilemez hakikattır ki, işgal edilmiş İslâm topraklarında egemen olan müstekbir tağutlar ve onların yandaşları, aldatıp sömürdükleri, kendilerini  müs-lüman görenlerin sırtlarından geçiniyor, egemenlikle­rini onların omuzlarına yüklüyorlar… Paramparça edip sö­mürmeye çalıştıkları ve soydukları İslâm toprakları ile ora­larda yaşayanları ezerken güçlerini, cahil bıraktıkları ve tek­nolojik üstünlükle korkuttukları halklardan almaktadır­lar…

İslâm daveti, bu sömürülen mustaz’aflar arasında ya­yı­lır, İslâm, bütün açıklığıyla anlatılır ve kabul görürse, işgalci müstekbir zalim egemenler artık sömüremeyecek­ler… Müslümanlar özlerine, yani, İslâm’a dönecek ve yağ­mala­nan topraklarındaki servetleriyle değerlerine sahib çıka­caklardır… Gasbedilen ve çalınan mal, çağdaş hırsız-lardan geri alınıp asıl sahiplerine teslim edilecektir… Bunun için ihya hareketi, bütün hızı ve canlılığıyla müslümanlar ara­sında yayılmalı, kalblerde ve beyinlerde yankı bulup kabul gör­melidir…

Önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.) ile Ashab-ı Kiram’dan Abdullah İbn Ümmü Mektum (r.a.) ara­sında geçen olay, kıyamete kadar ibret ve ders veren bir olaydır… İhya erleri olan muvahhid mü’minlerin, insanı ihya konusunda önce kimlerden başlanması gerektiğini bu olaydan ders alarak iyi tesbit etmelidirler…

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

Surat astı ve yüz çevirdi,

Kendisine o kör geldi diye.

Nerden biliyorsun belki o, temizlenip arınacak?

Veya öğüt alacak, böylelikle bu öğüt kendisine yarar sağlaya­cak.

Fakat kendisini müstağnî gören (hiçbir şeye ihtiyacı olmadı­ğını sanan) ise,

İşte sen, onda yankı uyandırmaya çalışıyorsun.

Oysa, onun temizlenip arınmasından sana ne?

Amma koşarak sana gelen ise,

Ki o, içi titreyerek korkar bir durumdadır.

Sen, ona aldırış etmeden oyalanıyorsun.

Hayır, çünkü o (Kur’an) bir öğüttür.

Artık dileyen, onu düşünüp öğüt alsın.” ([24])

Bu ayet-i kerimelerin “Esbâb-ı Nüzûlü” için kaynak eserlerde şu olay beyan edilir:

“Nebi (s.a.s.), Utbe b. Rabia, Ebu Cehil b. Hişam, Abbas b. Abdulmuttalib, Ubeyy ve Umeyye b. Halef ile konuşu­yor, onları Allah’a davet edip, onların müslüman olmala­rını umuyordu.

Bu arada Abdullah İbn Ümmü Mektum, Rasulullah (s.a.s.)’e geldi. Âmâ olduğu için, Rasulullah (s.a.s.)’in baş­kalarıyla meşgul olduğunu bilmiyordu.

Birkaç defa:

-Ya Rasulullah, Allah’ın sana öğrettiğinden bana da öğ­ret! dedi.

Bu sözünü tekrarlıyordu.

Sözünü kestiği için Rasulullah (s.a.s.)’in yüzünde hoş­nutsuzluk alâmeti belirdi ve Rasulullah (s.a.s.) kendi ken­dine şöyle dedi:

“Şu Kureyş’in ileri gelenleri şöyle derler:

– O’na uyanlar, ancak körlerdir, sefil kimselerdir ve kö­lelerdir.”

Bundan dolayı Rasulullah (s.a.s.), yüzünü buruşturdu ve İbn Ümmü Mektum’a sırtını çevirip kendileriyle konuş­tuğu kimselere yönünü çevirdi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu ayetleri indirdi.

Bu olaydan sonra Rasulullah (s.a.s.), ona ikram ederdi ve her gördüğünde şöyle derdi:

“Merhaba! Kendisinden dolayı Rabbimin beni azarla­dığı kimse.”([25])

Demek ki, İslâm’ı tebliğ ve İslâm’a davet, dolayısıyla ihya hareketi, mü’min müslümanlar arasında yayılır, haki­kat onlar tarafından idrak edilecek olunursa, diğer in­sanlara gitmek daha kolaylaşır… Ümmet, iç problemlerini çözer, ferdî ve ailevî barışı sağlar ve toplumsal mes’elelerini hâl edecek olduğu takdirde, İslâm’ı temsil makamına yük­selir… O zaman tebliği, gayr-ı müslimler arasında muhatab bulur ve kabul edilir!..

Rabbimiz Allah, mü’min müslüman kullarını yeniden iman etmeye, yani imanlarında sabır ve sebat göstermeye davet etmektedir… Katıksız imanlarının gereği olan teslimi­yeti gösterip salih amel işlemeyi emretmektedir… Mü’min müslümanlar olarak hep birlikte Allah’ın ipine sarılanlar, bu birlik ve beraberliklerini devam ettirenler ve bu konuda birbirlerine sabrı tavsiye edenler kurtuluşa ererler…

Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Ey iman edenler, Allah’a, Rasulüne ve Rasulüne indir­diği Kitab’a ve bundan önce indirdiği Kitab’a iman edin. Kim, Allah’ı, Meleklerini, Kitablarını, Rasullerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şübhesiz uzak bir sapıklıkla sapmış­tır.([26])

Ey iman edenler, Allah’dan nasıl korkup sakınmak gereki­yorsa, öylece korkup sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.

Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılma­yın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz, düş­manlar idiniz. O, kalbleriniz arasını uzlaştırıp ısındı ve siz, O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kur­tardı. Umulur ki, hida­yete erersiniz diye, Allah, size ayetleri  böyle açıklar.([27])

Katıksız iman etmiş mü’minler, Allah’a tam teslim ol­muş müslümanlar olarak, İslâm kardeşliği bağlarını sapa­sağlam kılıp ümmet birliğini sağladıkları zaman, iç prob­lemlerini çözmüş bir hâlde huzur ve barış ortamını oluştu­rurlar… İşte bundan sonra diğer insanların ihya olması ve hidayeti bulması için ciddî bir çalışmaya başlayabilirler…

Rabbimiz Allah’ın emri de budur:

Sizden hayra çağıran, iyiliği (ma’rufu) emreden ve kötülük­ten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.

Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrı­lan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır.([28])

Ümmet hayır ve iyilik üzere olup kötülüklerin bütü­nünden kaçınıp uzaklaştığı takdirde İslâm’ı temsil edebi­lir… İslâm’ı temsil edenler, hayra çağırma, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma vazifesini hakkıyla yapabilir… An­cak onlar, Rasulullah (s.a.s.)’in varisleri olmaya hak kazan­mışlardır… Çünkü Rasulullah (s.a.s.)’in mirası olan “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” vazifesini gereği gibi ya­panlar, O’nun varisleri olmayı haketmişlerdir…

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (Nebî) olan Rasul’e uyarlar. O, onlara, ma’rufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zin­cirleri indiriyor. O’na inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve O’nunla birlikte indirilen nuru izleyen­ler, işte kurtuluşa erenler bunlar­dır.([29])

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği insanları ihya vazifesini yerine getirmiş, Onlara İslâm’ı tebliğ ederek, onları İslâm’a davet etmiş ve kabul edip mü’min müslüman olanlara İslâm’ı öğretip, olgunlaşmaları için eğitmiştir…

Rabbimiz Allah, Rasulü Muhammed (s.a.s.)’e hitaben şöyle buyuruyor:

Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu vazifeni) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni, insanlardan koruya­caktır. Şübhesiz, Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete erdir-mez.([30])

Eğer seninle çekişip tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim. Ve Kitab verilenlerle Üm­mîlere de ki: Siz de teslim oldunuz mu? Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirirlerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ (et­mek)’dir. Allah, kulları hakkıyla gören­dir.([31])

Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şübhesiz senin Rabbin, yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilen­dir.([32])

İmam Taberî (rh.a.):

“Ayet-i kerimede zikredilen “hikmet”den maksadın, “Allah’ın Kitabı ve Rasulullah’ın Sünneti” olduğu, “güzel öğüt”den maksadın ise, “Allah’ın beyan ettiği deliller ve ibret alınması gereken hadiseler” olduğu söylenmiştir.

Buna göre ayetin mânâsı: “Ey Muhammed, Sen, Rab-binin yoluna, Allah’ın Kitabı, Rasulü’nün Sünneti’yle ve Allah’ın beyan ettiği delil ve öğütlerle davet et.” şeklindedir.

Allah Teâlâ, bu ayet-i kerimede, davetçinin, hikmetle hareket eden, güzel öğüt veren ve muhatablar için en uy­gun yolu seçen bir kimse olmasını emre­diyor ve onun, bu yolda usanmadan çalışmasını tavsiye edi­yor.”([33])

Rabbimiz Allah, buyruklarına devam ediyor:

Biz, her ümmete bir ibadet tarzı (mensek) kıldık. On­lar, bu tarz üzere ibadet etmektedirler. Öyleyse, (din) iş(in)de seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine çağır. Şübhesiz sen, dosdoğru bir hidayet üzerindesin.([34])

Allah, barış-esenlik yurduna (Daru’s-Selâm’a) çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip iletir.([35])

İhya erleri olan muvahhid mü’minler, insanların hida­yetine vesile olmak konusunda bütün gayretlerini sarf ederken gayeleri, hem insanların ihya olup hidayet bulma­ları, hem de vazifelerini yaptıklarından dolayı şahidler edinmeleridir… İslâm’ın tebliğ edilip İslâm’a davet edilenler, davete icabet etmez ve tebliği reddedecek olur­larsa bile, mü’min müslümanlar vazifelerini yapmışlardır… Da­veti reddeden müşrik ve kâfirlerin, Allah’ın huzurunda hiç­bir mazeretleri kalmamıştır…

Ayet-i kerimede bu durum şöyle beyan olunur:

Onlardan bir topluluk: ‘Allah’ın kendilerini yıkıma uğrat­mak veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dediğinde: Rabbimize mazeret (beyan etmek) için ve bir ihtimal sakınabilirler diye’ dediler.([36])

Yeryüzünde işlenen çirkin işlerden, isyandan, tuğyan­dan ve günahlardan birbirlerini sakındırmayanlar, Allah’ın lânetine uğrar ve hep beraber helâk olurlar…

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

İsrailoğullarından inkâr edenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânet edilmiştir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nede­niyledir.

Yapmakta oldukları münker (çirkin iş)lerden birbirle­rini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey, ne kötü idi.

Onların çoğunun inkâra sapanlarla dostluklar kur­duklarını görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah, onlara gazablandı ve onlar, azabda ebedî kalacaklardır.

Eğer Allah’a, Peygamber’e, ve O’na indirilene iman et­selerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır.([37])

Ebu Ubeyde (b. Abdullah b. Mes’ud, r.a.)’dan:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“İsrailoğulları içine (din bakımından) noksanlık gi­rince adam, (din) kardeşini günah üzerinde görür ve onu, o günahdan men ederdi. Sonra ertesi gün olunca (günahkâr) kardeşinin (bir gün önce) işlediğini gördüğü günah, adamı, o (günahkâr) kardeşiyle beraber yemek yemesine, beraber içmesine ve onunla sıkı-fıkı olmasına mani olmazdı. Bunun sonucunda Allah, onların bazılarının kalblerini diğer bazıla­rının kalblerine karıştırdı. (Yani, günah işleyenler ile on­lara arkadaşlık edenlerin tümünün kalblerini kararttı.) Ve onlar hakkında Kur’an ayetleri indi.

Sonra Rasulu Ekrem (s.a.s.), (onlar hakkında inen, yu­karıda meâlleri verilen Maide, 5/78-81) ayetleri okudu.

Ravî Ebu Ubeyde demiştir ki:

-Rasulullah (s.a.s.), (bunu buyururken) bir tarafa yas­lanmış durumda idi. Sonra doğrulup oturdu ve:

“(Siz müslümanlar,) zalimin kollarından tutup onu (batıldan) hakka çevirmedikçe hayır (azabdan kurtulamaz ve mazur sayılmazsınız)!” buyurdu.([38])

İbn Mes’ud (r.a.)’dan:

Rasulullah (s.a.s.)’den bunun bir benzeri rivayet olun-du. Bu rivayette şu ziyade var:

“Eğer nehy-i ani’l-münker yapmazsanız Allah, kalble-rinizi diğerlerinizin kalbine kavuşturur. Sonra onlara lânet ettiği gibi, size de lânet eder.”([39])

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), ferdin, ailenin ve  toplu­mun huzuru için, iyiliğin emrolunarak yaygın hâle gelme­sini ve kötülüklerin imkânlar dahilinde el, dil ve kalben kin güdülerek ortadan kaldırılmasını emretmektedir… Muvah-hid mü’minler, işlenen bir kötülüğü gördükleri za­man, onu gidermek için elleriyle müdahale edip karşı çık­malıdır… Bu-na gücü yetmiyorsa, dili ile müdahale edip onun kötü oldu-ğunu beyan ederek kötülük yapanı önle­meye çalı­şa­cak…. Buna da imkânı yok ise, kötülükten nef­ret edip kal­ben ona kızacak, bu da imanın en zayıf hâlidir…

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), kötülüğe, zulme, isyana, tuğyana ve sömürüye karşı çıkma hareketinin imanın bir göstergesi olduğunu beyan buyurmaktadır… İnsanlık dışı ve İslâm’ın reddettiği bu olaylara karşı eliyle, diliyle ve kal­biyle mücadele edenlerin imanın kuvvet derecelerine göre mü’min olduklarını, kötülüklere kalben kızmayanlarda zer-re kadar iman olmadığını apaçık anlatmaktadır… Bütün tağutî ideoloji ve egemenlikler, birer şirk ve zulümdür. Al­lah’a karşı isyan ve tuğyandır… Her biri kendi çapınca ve egemenlik yetkisince sömürü düzenleridir… bunların des­teklenmesi, onların isyanına ve kötülüklerine az da olsa yardımcı olunması, onlarla beraber hareket edip onlardan olmaktan başka bir şey değildir… Çünkü küfre rıza küfür, zulme rıza zulümdür!.. Kötülüğün işlenmesine razı olmak, ona karşı sesini çıkarmamak, onu işlemek kadar suçtur… Aksine bir de, kötülük yapanlara, o kötülüğü daha rahat yapmaları için destek verip yardımcı olmak, o kötülüğü işlemek suçuna aynen iştirak etmektir…

Yüce hayat nizamı İslâm, kim tarafından yapılırsa ya­pılsın her türlü kötülüğü, zulmü, isyan ve tuğyan sonucu gündeme gelen sömürüyü asla kabul etmez… Bunların yok olması için mücadele etmeyi bütün muvahhid mü’minlere emreder… Mü’min müslümanların vazifesi, hayır üzere olup hayra davet etmek, iyiliği emredip, kötülükten alı­koymaktır!..

İnsanı ihya vazifesini hakkıyla yerine getirmeye çalı­şan mü’min müslümanlar, yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu konudaki şu buyruklarının gereğini yapmada gevşek davranmamalı ve çok hassas olmalıdırlar!..

Ebu Said el-Hudrî (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):

“Sizden herhangi biriniz, bir kötülük görürse onu, he­men eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa, diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin (buğz etsin). İmanın en zayıfı da budur.”([40])

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)’dan:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Benden önce Allah’ın hiçbir ümmete gönderdiği pey­gamber yoktur ki,  o peygamberin ümmetinden havarîleri ve sünnetine tabi olan, emrine uyan ashâbı olmasın.

Kıssa şu ki, sonra onların ardından yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan birtakım kötü nesiller meydana çıkar.

İşte kim bunlara karşı eliyle mücadele ederse o, mü’mindir. Kim onlara karşı diliyle mücadele ederse o, mü’mindir. Kim onlara karşı kalbiyle mücadele ederse o, mü’mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal ta­nesi de yoktur.”([41])

Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)’dan:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Sizin (halkı hidayete) davet edip de çağrınıza icabet (veya sizin dua edip de kabul) edilmeme durumunuz olma­dan önce (insanlara) iyi şeyleri emrediniz ve kötü-fenâ şey­lerden men ediniz.”([42])

Rasulullah (s.a.s.)’in halifesi İmam Ebu Bekr (r.a.) (bir gün) Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra şöyle demiştir:

-Ey insanlar siz:

Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi ne­fislerinizdir. Siz, doğru yola erişirseniz, sapan, size za­rar veremez.” (Mâide, 5/105) ayetini okuyorsunuz. (Ve hükmün genelliğini sanarak iyiliği emretmeyi ve fenâlığı men et­meyi bırakıyorsunuz.)

Halbuki biz, Rasulullah (s.a.s.)’den şu buyruğu mu-hak­kak işittik:

“Şübhesiz insanlar, kötü bir şeyi görüp de men etme­dikleri zaman, Allah’ın onlara umumî bir ceza vermesi ça­buklaşır (veya yakınlaşır).”([43])

Bütün Rasuller ve Nebîler (Allah’ın salat ve selâmı üzer-lerine olsun), “Din nasihattır”([44]hakikatını gündeme ge­tir-miş ve içinde yaşadıkları toplumun ferdlerine nasihat et-mişlerdir… Onlara karşı samimi davranmış, onların iyi­lik-lerini istemiş ve Allah’ın dinine davet etmişlerdir… Onla­rın varisleri olan muttaki ve muvahhid âlim mü’minler, aynı vazifeyi devam ettirmişlerdir…

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

(Nuh dedi ki:) Size, Rabbimin risaletini tebliğ ediyo­rum. (Ayrıca) size nasihat ediyor ve sizin bilmediklerinizi ben, Al­lah’dan biliyorum.([45])

“(Hud dedi ki:) Size, Rabbimin risaletini tebliğ ediyo­rum. Ben, sizin için güvenilir bir nasihatçıyım.([46])

Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin ve sakı­nın. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, Rasulümüze düşen, an­cak apaçık bir tebliğdir.([47])

Rasul’e, tebliğden başka (yükümlülük) yoktur. Allah, açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir.([48])

Fıtratlarına ve yaradılış gayelerine aykırı davranıp ken­dilerinden ve yegâne Rabbleri Allah’dan uzaklaşanları, ken­dilerine gelmeye davet edip kendileriyle barıştırmak lazım­dır… Kendilerini tanıdıktan sonra  Rabb Allah’ı da tanırlar… Bunları Allah’a davet etmek gerek… Nefsini bilen, Rabbini bilir… Allah’a davet edildiklerinde kabul edenler, uzaklaştı-rıl­dıkları fıtratlarına geri döner ve yaratılış gayele­rine uy­gun hareket ederler… Allah Teâlâ’yı yegâne Rabb ve ilâh olarak tanır ve iman ederler… Bir kul insan olduğunun far-kına varır, kul gibi oturur, kul gibi yer-içer ve kul ola­rak Rabbi Allah’a gereği gibi ibadet eder… Kul olarak had­dini bilir, nefsini, yani hevasını ilâh edinmez ve yeryüzünde mütevazi bir kul olmaya çalışır, diğer insanlara ilâhlık tas-lamaz… Bundan dolayı insanı ihya ve onu Allah’a davet et-mek çok önemli bir iştir… Bu iş, muvahhid mü’min şahsi­yetlerin vazifesidir…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Bir kimse, doğru bir yola davet ederse, ona tabi olan­la­rın ecirleri kadar kendisi için ecir olur. Bu, tabi olanların ecrinden bir şey eksiltmez.

Her kim bir dalâlete davet ederse, ona tabi olanların günahları kadar kendine günah olur. Bu, ona tabi olanların  günahlarından hiçbir şey eksiltmez.”([49])

 



[1])     Bkz. Mâide, 5/32.

[2])     Bkz. Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s. Siyer, B. 101, Hds.152.

Sahih-i Müslim, Kitabu Fedaili’s-Sahabe, B.4, Hds. 34.

İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Çev. İsmail Mutlu, Vdğ. İst.1996, C.3, Sh. 192, Hds. 3203 (7219). Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’den.

[3])     Nahl, 16/36.

[4])      Müddessir, 74/1-2.

[5])      Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B. 331, Hds. 444.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 73, Hds.257.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 70, Hds. 3543.

[6])     Şuarâ, 26/213-215.

[7])     Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B. 233, Hds. 291.

Kitabu’l-Vasaya, B. 11, Hds. 16.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 89, Hds. 348-351.

Sahih-i Neseî, Kitabu’l-Vesaya, B. 6, Hds.3625-3629.

[8])     Bkz. Ahzab, 33/21.

[9])     Furkan, 25/56-57.

[10])    Fetih, 48/8-9.

[11])    Ahzab, 33/45-46.

[12])    Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B. 276, Hbr. 360.

Kitabu’l-Buyu, B. 50, Hbr. 75.

İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 124, Hbr. 246.

Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 2, Hbr. 5-8.

et-Taberî, A.g.e., C.6, Sh.506.

İbn Kesir, A.g.e., C.12, Sh. 6556-6557. Ahmed b. Hanbel’den.

[13])    En’âm, 6/19.

[14])    En’âm, 6/51.

[15])    Fatır, 35/18.

[16])    Zariyat, 51/55.

[17])    Kaf, 50/45.

[18])    Bakara, 2/6-7.

[19])    Yasin, 36/10-11.

[20])    Neml, 27/79-81.

[21])    Fatır, 35/22-24.

[22])    Nahl, 16/35.

[23])    Nur, 24/54.

[24]) Abese, 80/1-12.

[25]) İmam Ebu’l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vahidî, Esbâb-ı Nüzûl, Çev. Dr. Necati Tetik – Necdet Çağıl, Erzurum, T.Y. Sh. 530.

Abdulfettah el-Kadî, Esbâb-ı Nüzûl, Çev. Doç. Dr. Salih Akdemir, Ank. 1986, Sh. 416.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, B. 72, Hds. 3549.

İmam Malik, Muvatta’, Kitabi’l-Kur’ân, Hds. 8.

[26])    Nisa, 4/136.

[27])    Âl-i İmrân, 3/102-103.

[28])    Âl-i İmrân, 3/104-105.

[29])    A’râf, 7/157.

[30])    Mâide, 5/67.

[31])    Âl-i İmrân, 3/20.

[32])    Nahl, 16/125.

[33])    et-Taberî, A.g.e. C.5, Sh. 249.

[34])    Hacc, 22/67.

[35])    Yunus, 10/25.

[36]) A’râf, 7/164.

[37]) Mâide, 5/78-81.

[38])    Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4006.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, B. 6, Hds. 3238.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Melahim, B. 17, Hds. 4336.

[39])    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Melahim, B. 17, Hds. 4337.

[40])    Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 20, Hds.78.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B. 10, Hds. 2263.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-İman, B. 17, Hds. 4975-4976.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4013.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Melahim, B. 17, Hds. 4340.

[41])    Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 20, Hds.80.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.1, Sh. 458, 461.

[42])    Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4004.

[43])    Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4005.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B. 8, Hds. 2257.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Melahim, B. 17, Hds. 4338.

[44])    Bkz. Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İman, B.42. (Bab başlığında)

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B.23, Hds. 95.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s-sıla, B.17, Hds. 1990.

[45])    A’râf, 7/62.

[46])    A’râf, 7/68.

[47])    Mâide, 5/92.

[48])    Mâide, 5/99.

[49])    Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İlm, B. 6, Hds.16.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B. 7, Hds. 4609.

Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 14, Hds. 206.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B. 15, Hds. 2813.

Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 44, Hds. 519.

İmam Malik, Muvatta’, Kitabu’l-Kur’ân, Hds. 41.