DİLLER VE RENKLER, ALLAH’IN AYETLE­RİDİR

Rabbimiz Allah  şöyle buyurur:

Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renkle­rinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da, O’nun ayetlerin­dendir. Hiç şüphe yok bunda, âlimler için gerçekten(alına­cak dersler) vardır.([1])

İmam Kurtubî (r.a.), bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:

“Dil ağızdadır. Arabça, Acemce, Türkçe ve Rumca gibi farklı lugatler, diller onda ortaya çıkar. Renklerin farklılığı ise, beyaz, siyah ve kırmızı tenlilik gibi suretlerde ortaya çı-kar. Hemen hemen gördüğümüz her bir kişi ile  diğeri ara-sında mutlaka bir fark olduğunu da tesbit ediyoruz. Bütün bunlar, ne nutfenin yaptığı bir iştir, ne de anne, babanın. Mutlaka bunları yapan birisi vardır. İşte bunu yapanın yü-ce Allah olduğu da bilinen bir husustur. Bu da, her şeyi tedbir eden mutlak yaratıcının varlığının en açık delili-dir.”([2])

İmam İbn Kesir (r.a.) de, bu ayeti tefsir ederken şunları beyan eder:

“Burada, diller kasdedilmektedir. Bazıları Arab diliyle konuşmaktadır. Şu Tatarların başka bir dili vardır. Şunlar Gürcü, şunlar Rum, şunlar Frenk, Onlar Berber, onlar Türktür, Habeşli, Hindli, Acem, Saklabîler, Hazarlılar, Er­meniler, Kürdler ve ancak Allah’ın bileceği Âdemoğulların­dan değişik birçok dilleri vardır. Buna ilâveten renkleri, derilerinin rengi de değişiktir. Bütün yeryüzü halkının, hatta Allah’ın Âdem’i yaratmasından kıyametin kopmasına kadar dünya âhalisinin tamamının iki gözü, iki kaşı, burnu, alnı, ağzı ve iki yanağı vardır. Amma onlardan hiçbirisi, bir diğerine benzemez. Gizli veya açık olsun, simâ veya şekil veya söz olarak birini diğerlerinden ayıran mut­laka bir şey vardır. Düşünüldüğü zaman bu farklılıkları mutlaka ortaya çıkacaktır. Onlardan her birinin yüzü, bizâtihi bir üslûba, bir şekle sahibtir ki, bir başkasına benzemez. Şayet bir cemaat (topluluk), güzellik veya çir­kinlik sıfatlarından birinde tevafûk hâlinde olsa dahi onlar­dan, herbirini diğerinden ayıran bir ayrıcalık, farklılık mut-laka vardır.”([3])

İzzet ve şeref sahibi İslâm Milleti’nin meşhur ve değerli iki müfessir âliminin değerlendirmelerinden de apaçık anla­şıldığı gibi, dillerin, renklerin, kavimlerin, aşiretlerin, kabi­lelerin, soyların ve boyların ayrı olması, Rabbimiz Allah’ın, varlığına, kuvvetine ve kudretine en açık bir delildir… Ya­ratıcı bir, yaratılanlar sayılamayacak kadar çok!.. Yaratıcı bir ve eşsiz, yaratılanlar ayrı ayrı, cins cins ve renk renk­tir-ler… Hepsini yaratan, yegâne yaratıcı ve yegâne Rabb Allah Teâlâ’dır…

Rabbimiz Allah, insan kullarını, birbirini tanısınlar, ta­nışsınlar diye kabile kabile, kavim kavim yaratmıştır…[4] İnsan kulları, O’nun eşi, benzeri olmayan, hiçbir ortağı bu-lunmayan kuvvetini ve kudretini görsün ve tefekkür etsin-ler diye, onların dillerini, renklerini, boylarını ve si­malarını ayrı ayrı yaratmıştır… İnsan kullarının herbir elinde birinin izinin diğerine benzemeyen beş parmak ya­ratmış olan Rabbimiz Allah’ın yüceliğini tefekkür eden âlimler, O’nu daha iyi anladıklarından dolayı, O’ndan ençok korkan ve itaat eden muvahhid mü’min kullarıdır­lar…([5])

Rabbimiz Allah, Kendi varlığına, kuvvet ve kudretine apaçık bir delil kıldığı, insanların dillerinin ve renklerinin ayrı ayrı yaratılması, onların, övünmek veya yerilmek ya da bir diğerine üstünlük vasıtası değildir… Hepsini yaratan Allah Teâlâ’dır… Allah’ın yarattığını, yermek, aşağılamak ve alay konusu etmek, kimin haddine?.. Böyle cahilî bir an-layış, Allah’ın sevmediği, razı olmadığı ve yasakladığı bir anlayıştır… Bu cahiliyye adetini, ancak imandan ve İs­lâm’-dan herhangi bir nasibi olmayanlar gündeme getirir­ler!..

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Elinden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah’ın) verdikleri dolayısıyla sevinip şımarmayasınız. Al-lah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.([6])

Ebu Musa el-Eş’arî (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Allah Âdem’i, yeryüzünün hepsinden avuçladığı bir avuç (toprak)tan yarattı. Bunun için Âdemoğulları, yer­yü-zü(nün renkleri ve tabiatları) kadar (değişik şekillerde) gel-diler. Onlardan kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah, kimi bunların karışımı, kimi yumuşak, kimi sert, kimi kötü, ki-mi de iyi geldi.”([7])

İmam Tirmizî (r.a.)’ın “Hasen-Sahih” dediği bu hadis-i şerifte de görüldüğü gibi, bütün insanların babası Âdem (a.s.), topraktan yaratılmış ve çeşitli toprak cinslerinden vücûd bulmuştur… Bundan dolayı Âdemoğulları olan bü­tün insanlar, gerek renk, gerekse karakter olarak birbirin­den ayrı olmuşlardır… Bu yaratılış, Rabbimiz Allah’ın eşsiz, benzersiz ve ortaksız varlığının, kuvvet ve kudretinin bir delilidir… Yoksa yeryüzü toprağından ve aynı babadan yaratılanların birbirlerine üstünlük sağlayacakları, imti­yazlı olacakları bir belge değildir… Hâl bu iken, çeşitli renk-lerden, dillerden ve ırklardan olan insanlar, Allah’ın emret-tiği ve Rasulullah (s.a.s.)’in beyan buyurduğu gibi katıksız iman edip salih amel işledikleri zaman muvahhid mü’min olup, birbirlerinin kardeşleri ve kıymet bakımın­dan birbirle-rinin aynısı olurlar… Bütün renkler bir tek renk hâline ge-lir: “Sibğatullah!” Allah’ın boyası!.. Hepsi aynı değerde muvahhid mü’min!… Hepsi birbirinin kardeşleri olan aynı ümmetin ve aynı milletin mensubları!..

Rabbimiz Allah şöyle beyan buyurur:

Allah’ın boyası… Allah(ın boyasın) dan daha güzel boyası olan kimdir? Biz, (yalnızca) O’na kulluk edenle-riz.([8])

Katâde (r.a.) der ki:

– Yahudîler, kendi çocuklarını yahudî olarak boyarlar, Hristiyanlar da çocuklarını hristiyan olarak boyarlar. Al­lah’ın boyası ise, İslâm’dır.

ez-Zeccac (r.a.) der ki:

– Bunun, bu anlamda olduğunu, “boya” kelimesinin (daha önceden geçen): “Millet (din)” kelimesinden bedel ol-duğunu göstermektedir.

Mücahid (r.a.) de der ki:

– (Allah’ın boyası demek), Allah’ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratıdır.([9])

Ebu İshak ez-Zeccac (r.a.) der ki:

– Mücahid’in bu açıklaması, nihayet Allah’ın boyasının İslâm olduğu anlamına gelir. Çünkü fıtrat, yaratmanın başlangıcıdır. İnsanların üzerinde ilk olarak yaratıldıkları fıtrî din ise İslâm’dır.

İbn Abbas (r.anhuma) der ki:

– Hristiyanların bir çocuğu olduğu zaman, onun üze­rinden yedi gün geçti mi onu, vaftiz suyu adı verilen bir suya daldırıyorlar ve sünnet olmak yerine bu su ile temiz­lemek kasdıyla böyle yapıyorlardı. Çünkü sünnet de, bir temizliktir. Onlar, bu işi yaptıkları kimse için: İşte gerçek bir hristiyan oldu, diyorlardı.

Yüce Allah ise: “Allah’ın boyası diye buyurarak on­la-rın bu kanaatlerini reddetmektedir. Yani, Allah’ın boyası en güzel boyadır ki, O da, İslâm’dır.([10])

Yegâne Rabbimiz Allah’ın boyası olan İslâm ile boya­nan, çeşitli renklerdeki insanlar bir tek renge bürünürler… İslâm, onların arasındaki tabiî farkları ortadan kaldırıp hepsini eşit yapar… Birbirlerine, kavimlerinden, soyların­dan, ırklarından, dillerinden, renk ve bölgelerinden dolayı herhangi bir üstünlükleri kalmaz… Onlar, İslâm boyasıyla boyandıktan sonra, imanlarının kendilerini engellemesin-den dolayı böyle cahilî üstünlük iddiasında bulunmazlar… Bu iddiada bulunmayı, İslâm’dan uzaklaşmak, izzet ve şe-refi kaybetmekle eşdeğer görürler… Çünkü ümmetin mu-vahhid mü’min her ferdi, değer olarak bir diğer ferdiyle ay-nıdır… Kanları, canları, şahsiyetleri, ırz ve namusları birbi-rine eşit olan değerdedir… Herkese hak ettiği verilir, ayrıca-lık söz konusu olamaz!..

Abdullah b. Amr b. As (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle bu­yu-rur Rasulullah (s.a.s.):

“Müslümanların kanları (kıymetçe) birbirlerine eşittir. Müslümanların (sayıca) en azı (bile) onların zimmetleri uğ-runda koşar. Müslümanların en uzak olanı (dahi) onlar adına eman verebilir. Müslümanlar, kendilerinin dışındaki kimselere karşı bir el (hükmünde)dirler. Onların kuvvetli olanı (elde ettikleri ganimetleri ortaklaşa bölüşmek üzere) zayıf olana gönderir.

Seriyye olarak (düşman üzerine) giden(ler) de, (ele ge­çirdikleri ganimetleri beraberce paylaşmak üzere, cephede kendilerin bekleyip) oturanlarına gönderirler.

Bir mü’min, bir kâfir karşılığında öldürülemez. Ah­din-de (sadık) olan bir zimmî de, bir (harbî) kâfir karşılı­ğında öldürülemez.”([11])

Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha) anlatıyor:

Kureyş’in Mahzum soyundan olup da hırsızlık etmiş bulunan bir kadının durumu, Kureyş’e hayli üzüntü ver­mişti.

Onlar:

– Bu kadını cezadan avf hususunda Rasulullah ile kim konuşabilir? Bu hususta kelâm etmeye, Rasulullah’ın sev­gilisi olan Usâme’den başka kim cesaret edebilir ki? dediler.

Nihayet Usâme, bu hususta Rasulullah ile konuştu. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

“Allah’ın tayin ettiği cezalardan bir ceza hususunda şefaat mı ediyorsun?” buyurdu.

Sonra ayağa kalkıp hutbede bulundu ve şöyle bu­yur-du:

“Ey insanlar, sizden evvelki (ümmet)ler, ancak şu se-bebden sapmışlardır:

Onlar, aralarında şerefli bir kimse çaldığı zaman onu bırakırlardı da, zayıf olan çaldığı zaman ona ceza uygular­lardı.

Allah’a yemin ederim ki, eğer Muhammed’in kızı Fatı-ma çalmış olsaydı, muhakkak onun elini de keserdim!”([12])

Rabbimiz Allah, hiçbir kavim, ırk, renk, dil ve ülke ay­rımı söz konusu etmeksizin her kim ki, katıksız iman etmiş ve salih amellerde bulunmuş ise, onun güzel bir hayatla yaşatılıp güzellikle karşılık bulacağını beyan buyurmuştur:

Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz, onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en gü-zeliyle muhakkak veririz.([13])

“Artık kim bir mü’min olarak salih olan amellerde bu­lunursa, onun çabası için (karşılık olarak nankörlük) küf­ran yoktur. Şüphesiz Biz, onun yazıcılarıyız.([14])

Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah, ihsan edenlerle beraberdir.([15])

Yegâne hayat nizamı İslâm’ın bu değişmez, eskimez, zamanı geçmez, bütün zamanı ve mekânı kuşatıcı ilâhî öl-çüsünü kavrayan muvahhid mü’minler, her zaman bu öl-çüyü dile getirmiş ve insanları bu ölçü ile değerlendirmiş­lerdir…

Halid b. Hidaş (r.a.) anlatıyor:

Fudayl b. Iyaz, bana sordu:

– Kimlerdensin?

– Muhelleb’lerdenim, dedim.

Bana dedi ki:

– Eğer salih bir insan isen, çok kıymetli bir insansın. Amma yok, kötü bir insansan, zelîller zelîlisin.([16])

Yahya b. Said (r.a.) anlatıyor:

Ebu’d-Derda (r.a.), Selman Farisî (r.a.)’ye:

– Mukaddes topraklara gelin, diye yazdı.

Selman da, ona şöyle yazdı:

– Hiçbir toprak, hiçbir kişiyi mukaddes yapmaz! İnsanı Mukaddes yapacak ameldir!([17])

 



[1])   Rum, 30/22.

[2])   İmam Kurtubî, A.g.e., C.13, Sh.461.

[3])   İbn Kesir, A.g.e., C.12, Sh.6347.

[4])   Bkz.Hucurât, 49/13.

[5])   Bkz. Fatır, 35/28.

[6])   Hadid, 57/23.

[7])   Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, B.3, Hds.3130.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B.17, Hds.4693.

et-Taberî, A.g.e., C.6, Sh.405-406.

İbn Kesir, A.g.e., C.12, Sh.6342. Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C.4,    Sh.323)’den.

[8])   Bakara, 2/138.

[9])   Bkz. Rum, 30/30.

[10])   İmam Kurtubî, A.g.e., C.2, Sh.362-363.

Bkz. İbn Kesir, A.g.e., C.2, Sh.579.

[11])   Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.147, Hds.2751.

Kitabu’d-Diyet, B.4, Hds.4506.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Kaseme, B.12, Hds.4718-4719.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’d-Diyet, B.31, Hds.2683-2685.

[12])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Hudud, B.13, Hds.17.

Kitabu’l-Enbiya, B.56, Hds.142.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Hudud, B.2, Hds.8.

Sahih-i Neseî, Kitabu’s-Sarik, B.6, Hds.4864-4873.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Hudud, B.15, Hds.4396-4397.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Hudud, B.6, Hds.1454.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Hudud, B.6, Hds.2547-2548.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’l-Hudud, B.5, Hds.2307.

[13])   Nahl, 16/97.

[14])   Enbiya, 21/94.

[15])   Ankebut, 29/69.

[16])   Beyhakî, Kitabu’z-Zühd, Sh.238, Hbr.849.

[17])   İmam Malik, Muvatta’, Kitabu’l-Vasiyye, Hbr.7.