(7) Allah’a Ve Rasulüne Savaş Açanlar

Yegâne Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyuru­yor:

“Ey iman edenler, Allah’dan sakının ve eğer inanmışsa-mz, faizden artakalanı bırakın.

Şayet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Rasulüne karşı sa­vaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratıl­mış olursunuz.

Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) sadaka olarak bağışlamanız ise, si­zin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz.

Allah’a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese ka­zandığı noksansız ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacak­tır.[1]

Gerçekten iman edenler ve imanlarında samimi olanlar, yegâne Rabbleri Allah Teâlâ tarafından bir iman imtihanına ta­bi tutuluyorlar…

“Ey iman edenler, Allah’dan sakının ve eğer inanmışsa-nız, faizden artakalanı bırakın!”

Eğer gerçekten inanmış iseniz, bu imanınızı isbat etme­niz gerekir… İman etmek, isbatsız ve delilsiz sadece laf ile ol­madığı bir gerçektir… İman, amel ile isbatlanmahdır… İmana aykırı olan bütün düşünce, anlayış, hâl ve hareketlerin terkiyle beraber, imanın gereği olan salih amelin ortaya konulması, imanın varlığına delil teşkil eder… Her ne kadar amel, imandan bir cüz değilse de, hiç salih amel işlemeden imanın varlığı an­laşılmaz!.. Bir kişinin iman sahibi olduğu, imanın gereği olan amelleri işlemesiyle anlaşılıp kabul görür!..

İman eden ve Allah’ın hükümlerine teslim olan mü’min müslümanlar, imanlarının gereği olan amel işlemeye davet olunduklarında, hiç tereddüd ve itaraz etmeden:

“İşittik ve itaat ettik!” deyip emrolundukları gibi davran­malıdırlar… Çünkü onlar, gerçekten iman etmiş ve imanlarına, en büyük zulüm olan şirki karıştırmamışlardır… Saf ve tertemiz bir imana sahib oldukları için, İslâm’ı hayatlarında yaşamaları konusunda asla zorlanmazlar… Fıtrat dini olan İslâm Dini’nde asla zoluk yoktur… Din, kolaylık dinidir…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Şübhesiz ki, bu din kolaylıktır![2]

İnsanoğlunun fıtratına en uygun olan ve onunla aynîleşen din, kolaylık dini olan İslâm’dır… İslâm’ın hayat ilkelerini hiç zorlanmadan, imkânlar ve şartlar dahilinde yaşamaya gayret eden mü’min müslümanlar, Allah’ın hükümleri, tabi olma konu­sunda herhangi bir engele takılmadan emre âmâde olurlar…

Rabbimiz Allah, mü’min kullarının vasfını beyan eder­ken şöyle buyurur:

“Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve Rasulüne çağ­rıldıkları zaman mü’min olanların sözü: ‘İşittik ve itaat ettik’ demeleridir, işte felaha kavuşanlar bunlardır.

Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse ve Allah’dan kor­kup, O’ndan sakınırsa, işte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bun­lardır.[3]

Kendilerine, “ey iman edenler” diye hitab edilen mü’min müslümanlar, Rabbleri Allah’ın bu hitabına bütünüyle kulak kesilip ne emrederse hemen, “işittik ve itaat ettik” deyip teslim olmalıdırlar…

Rabbleri Allah, bu hitabtan sonra mü’min kullarına iki vazife ile emrediyor:

1) Allah’dan sakının! Allah için takva sahibi olun. Rab-binizin emrini yerine getirme konusunda asla geri durmayın ve nasıl emrolunup öğretilmiş iseniz öyle davranın… Rabbiniz Al­lah’ın emrini, önderiniz ve hayat örneğiniz Rasulullah (s.a.s.)’den gördüğünüz gibi yerine getirmeye çalışın…

2) Eğer inanmış ve imanınızda samimi iseniz, Rabbiniz Allah’ın size haram kılmış olduğu faizi terk edin… Madem ki, Allah Teâlâ size faizi haram kıldı, sizin vazifeniz O’nun emri­ne itiraz ve tereddüd etmeden hemen uymanızdır… Madem ki, Rabbiniz Allah’ın emrini işittiniz, hemen itaat edin…   Böyle davranmanız, imanınızın olmazsa olmaz bir gereği ve imanda­ki samimiyetinizin bir isbatıdır!..

Bu âyet-i kerimenin inzal sebebine baktığımız zaman, mü’min müslümanların bir iman imtihanına tabi tutulduklarını ve Rabbleri Allah Teâlâ’ya takvada ne kadar samimi oldukları­nı isbata davet edildiklerini görüyoruz…

Abdulah ibn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:

Allah daha iyi bilir ya- bize gelen habere göre bu âyet, Sakif Kabilesinden Amr b. Umeyr b. Avf oğulları ve Mahzun Kabilesi’nden Muğire oğulları hakkında inmiştir. Mu-gire oğulları, Sakif oğullan’na faiz ödüyorlardı.

Allah Teâlâ, Peygamberini, Mekke’ye hakim kılınca, fa­izin her cinsini yasakladı. Bunun üzerine Amr b. Umeyr ve Mugire oğulları, Mekke Emiri olan Attâb b. Useyd (r.a.)’a gel­diler.

Muğire oğullan dediler ki:

Riba (faiz) hususunda bizi, insanların en bahtsızı ya­pan şey nedir ki, bizden başka bütün insanlardan riba kaldırıldı (da bizden kaldırılmadı)?

Amr b. Umeyr oğulları da dediler ki:

Ribamızın bize aid olduğuna dair sulh olunduk! Bunun üzerine Attâb, Rasulullah (s.a.s.)’e bu hususta mektub yazdı. Nihayet bu âyet ve ondan sonra gelen: “Böyle yapmazsanız, bunun, Allah’a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.” âyeti nazil oldu.[4]

Rasulullah (s.a.s.), Attâb’a gönderdiği mektubda bu âyet-i kerimeyi de yazarak O’na şöyle diyordu:

“Allah’ın hükmüne razı olurlarsa ne alâ! Aksi takdirde onlara harb ilân et!”

Bunun üzerine Attâb, her iki tarafa da mektub yazarak, onlara Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kendileri hakkında yazmış ol­duğu mektubu bildirdi.

Onlar:

Öyleyse Allah Teâlâ’ya tevbe ederiz. Çünkü bizim, Alİah ve Rasulü ile savaşacak gücümüz yok, dediler ve serma­yelerini almaya razı oldular.

Ancak Muğire oğulları, bunu da ödemekten aciz kalınca, Sakif oğullarına, zor durumda bulunduklarını bildirerek borçla­rının, mahsul dönemine kadar tehir edilmesini istediler. Sakif oğulları, borçların tehir edilmesine karşı çıktı. Bunun üzerine yüce Allah:

“Eğer borçlu darda ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin.” âyet-i kerimesini inzal buyurdu.[5]

Gerçekten iman etmiş ve imanlarının gereği olan salih amelleri işleyen muvahhid mü’minler, Rabbleri Allah’dan ge­len bu emirleri işitir işitmez, hemen itaat etmişlerdir… Kendile­rine, “Allah’dan sakının” denilmiş; onlar, hemen gereğini yap­mışlar… Kendilerine, “faizden artakalanı bırakın” denilmiş; on­lar, hemen bırakıp terk etmişler… Onlara, “borçlu olan zorluk içindeyse mühlet tanıyın” denilmiş; onlar, hemen itaat ederek, borçlu olanlara borçların rahat ödeyecekleri zamana kadar mü­saade etmişlerdir…

Çünkü eğer, takva sahibi olmaz ve Allah’a itaat etmez de faizli muameleye devam edecek olurlarsa, bu itaatsizlik ve bu harama devam edip Allah’a isyan hâli, Allah ile Rasulüne harb açmak demektir… Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e savaş açmak ise, mü’min olanların asla yapamayacakları bir şeydir… Gerçek i-man, bu korkunç felâketi engelleyicidir…

Medine halkının kıraatina göre mânâ:

“Şayet sizler, bu emredileni yapmazsanız, Allah ve Ra­sulü tarafından size savaş açılmış olduğunu bilin.” demektir…

Küfe kurralarmın kıraatma göre ise, mânâ şöyle olur: “Şayet sizler, emrolunanı yapmazsanız, Allah ve Rasulü-ne karşı savaştığınızı diğer insanlara ilân edin.” [6]

“Namazı, bütün ibadetleri, hayatı ve ölümü, yalnızca kendisi için olduğu[7] yegâne Rabbi Allah’a karşı savaş ilân etmek!.. Allah’ım Sana sığınırız!.. Bu, ne korkunç bir vakıa!.. Gerçekten iman etmiş ve inandığım beyan eder bir mü’min, bunu yapabilir mi? Buna imkân var mı? Dünya, güneş ve ay oldukları hâl üzere durdukları müddetçe bu, asla mümkün de­ğildir!.. Kâmil imana sahib ve salih amel üzere olan hiç bir mü’min, Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e karşı savaşmak olan faiz ile uğraşmaz, faizli ahş-veriş yapamaz ve faizden elde edilmiş olan kazancı yiyemez!..

Katâde (rh.a.) diyor ki:

Alış-verişlerinizi faizle karıştırmaktan sıkınınız! Al­lah, helâli genişletmiş ve temiz kılmıştır. Hiç bir darlık sizi, bu günaha itmesin! [8]

Bütün şartlan oluşmuş “ikrah-ı mülci” ve ”zaruret hâli” ‘inden başka mü’min müslümanları, böyle bir duruma mecbur kılan ne olabilir?!..

Mü’min müslüman olduğu hâlde, Allah ve Rasulü (s.a.s.) ile savaşmak olan faiz yemek, ya da faizli ahş-verişte bulunmak suçunu işleyen bir insan bu korkunç hâlinin farkına varınca, ya da kendisine hatırlatılıp ikaz edilince hemen vazge­çip tevbe etmelidir… Eğer tevbe edip faizli muamelelerden vaz­geçerse, ne zulmeden, ne de zulme uğrayan biri olur… Eğer vazgeçmez de bu cinayeti devam ettirecek olursa, hem zulme­den, hem de zulme uğramış bir tip hâline gelir!,.

Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e karşı savaş açan ve Allah ve Rasulü (s.a.s.) tarafından kendisine savaş açılan bir kişi, ya da masiyet içinde bir toplum asla iflah olmaz… Böyle kişiler veya kitleler, nasuh tevbesine davet edilirler… Eğer mü’min müslü-manların kendilerini tevbeye davetine tabi olurlarsa ve zulüm işlemekten vazgeçerlerse, hem nefislerini, hem de toplumun kurtulmasını sağlarlar… Eğer faiz suçunu işlemeye devam ederlerse, onlar, bu işi terk edinceye kadar kendileriyle müca­dele edilir… Çünkü faiz, Allah ve Rasulü (s.a.s.) tarafından ha­ram kılınmıştır… Faizli muameleye devam eden, Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e karşı, dolayısıyla mü’min müslümanlara karşı isyan edip baş kaldırmış, böylece toplumun mahvına sebeb ol­muşlardır… Toplumsal bir katliâmın gündeme gelmesine vesile olanların, durdurulması, ıslah edilmesi ve bu suçtan alıkonul­ması, diğer insanların ertelenmez bir vazifesidir… Bu, aynı za­manda imanın bir gereğidir de!..

Ebu Said el-Hudrî (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):

“Sizden herhangi biriniz bir kötülük görürse, onu, hemen eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa, diliyle değiştir­in. Ona da gücü yetmiyorsa, kalbiyle değiştirsin (buğz etsin)! manın en zayıfı da budur![9]

Ebu Bekr (r.a..)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Bir Millet ki, aralarında kötülük işlenir, sonra onlar o kötülüğü değiştirmeye güçleri yettiği hâlde değisürmezlerse, Allah, yakın bir zamanda mutlaka onlara genel bir azab ve­rir.[10]

Faiz belâsı, toplumu felâkete götüren ve helak eden bir toplumsal masiyet, bir korkunç cinayettir… Eğer engellenme­yecek olursa, toplumsal bir intihardır!..

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan,

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Helak edici olan yedi şeyden çekininiz!”

Sahabîler:

Ya Rasulullah, bu yedi şey nedir? diye sordular.

Rasulullah (s.a.s.):

Bunlardan birisi de:)

Riba (faiz kazancı) yemek!” buyurdu. [11]

Gerek ferdi, gerek aileyi, gerekse toplumu helak eden fa­iz belâsından kurtulmak için her önlemi alan yegâne hayat ni­zamı İslâm, önce insanları bilgilendirip aydınlatmış ve onların bu cineyetten vazgeçmelerini sağlamıştır… Konuya iman nok­tasından yaklaşmış, faizden vazgeçmenin bir iman iş olduğunu, gerçekten iman etmiş olanların faizle muamele yapamayacak­larını ve bundan hemen vazgeçmelerinin gereğini beyan etmiş­tir… İman noktasında zayıf veya sakatlığı olduğu için faizden vazgeçmeyenler içinse, maddî ve manevî cezalar koymuştur!..

Abdullah ibn Abbas (r.anhuma):

“Şayet böyle yapmazsanız (faizi bırakmazsanız) Allah’a ve Rasulüne karşı savaş açtığınızı bilin.[12] âyet-i kerimesi hakkında şöyle demiştir:

Kim faize devam eder ve bırakmazsa, müsiümanlarm İmamı’nın onu, tevbeye davet etme hakkı vardır. Bırakırsa ne âlâ, yoksa boynu vurulur![13]

Katâde (rh.a.) şöyle söylemiştir:

Gördüğünüz gibi Allah, faiz yiyenleri öldürmekle tehdid etmiş ve onlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kanları­nı heder etmiştir.

Rebi’ b. Enes (rh.a.) de:

Allah Teâlâ’nın bu âyet-i kerime ile, faiz yiyenleri öl­dürmekle tehdid etttiğini, söylemiştir. [14]

İmam Kurtubî (rh.a.), tefsirinde şu açıklamayı yapar: “Denildiğine göre bu buyruğun anlamı şudur: Şayet siz­ler, faizden vazgeçmezseniz Allah’a ve Rasulüne karşı savaş açmış kimselersiniz. Yani sizler, onların düşmanlarısınız. İbn Huveyzimendad da der ki:

Bir şehir halkı, helâl görerek faiz alıp verme hususun­da anlaşsalar mürted olurlar. Onlar hakkındaki hüküm, irtidad edenler hakındaki hüküm gibidir. Şayet bunu helâl kabul ettik­lerinden dolayı yapmayacak olurlarsa, o vakit İmam’ın (İslâm Devlet Başkam’nın), onlarla savaşması caiz olur.

Nitekim yüce Allah, şu buyruğunda bunu ilân etmiş ve böyle bir savaşa izin vermiş olduğu görülmektedir:

“Allah ve Rasulü tartından size savaş açıldığını bilin.[15]

İmam Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et Taberî (rh.a.) ise, bu konuda şunları söyler:

“Âyet-i kerime faizin korkunç bir cinayet olduğunu orta­ya koymaktadır. Bu cinayetin büyüklüğünü anlamak için, Kur’ân-ı Kerim’in, faizcileri nasıl vasıflandırdığını dikkatle in­celemek yeterlidir. Kur’ân-ı Kerim faizcileri, şeytanın çarptığı, sara hastalığına yakalanmış, kendini yerden yere atan ve aklın­dan zoru olan deliler gibi sağa-sola yalpa yapan bir kimseye benzetmiştir.

Faizciler ise, Kur’ân-ı Kerim’in bu tasvirine rağmen, fa­izin zararlarını yok gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Allah’ın, bu kadar kötü olduğunu bildirdiği faizi meşru gören ve onunla muamele yapanları, Allah ve Rasulünün kendilerine karşı sa­vaş ilân ettiğini beyan eden âyete rağmen, faizle iştigal ederek, Rabblerine karşı savaşmayı basit bir olay gibi gösterenlerden ve o faizi helâlmış gibi takdim etmeye çalışanlardan daha za­lim kim olabilir?..

Hangi müslüman, bu tehdidi duyduktan sonra faizli mu­ameleye devam etmek ister? Bu âyet-i kerimeyi duyduktan sonra yaptığından vazgeçip tevbe etmeyen bu korkunç cinayeti işlemeye devam eden kişilere yazıklar olsun!.. İmanla faiz bir­birinin zıddıdır, Hiç bir zaman birleşmezler. [16]

Merhamet olunmuş ve “insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet”in[17]mutlak müctehid âlimlerinden İmam Malik b. Enes (rh.a.)’in bu konuda beyan ettiği görüşüne bakıldığında, bir mü’min müslümanm, faiz hakkında nasıl davranacağı apa­çık ortaya çıkar!..

İbn Bükeyr (rh.a.) anlatıyor:

Bir adam, Malik b. Enes (rh.a.)’in yanma gelerek şöyle dedi:

Ya Ebu Abdullah,  sarhoş bir adamın içki içip durdu­ğunu ve (gökteki) ayı yakalamak istediğini gördüm. Ben de:

Şayet Âdemoğlunun karnına içkiden daha kötü bir şey giriyor ise, karım benden boş olsun! dedim. Malik:

Senin bu mes’eleni tetkik edebilmem için geri dön (bana süre tanı)! dedi.

Ertesi gün gelince yine ona:

Senin mes’eleni tetkik edebilmek için geri dön! dedi. Bir sonraki gün yine dönünce, ona:

Hanımın, senden boş oldu. Çünkü ben, Allah’ın Kita­bı ile Peygamberinin Sünnetini sahife sahife tetkik ettim. Faiz­den daha kötü bir şey göremedim. Çünkü yüce Allah, faiz do­layısıyla (faizcilere) savaş ilân etmiştir, dedi.[18]

Faizli muamelelerle meşgul olan ve kendisini müslüman kabul eden her insan, Rabbi Allah’ın kendisi için haram kılmış olduğu bu hükmünü duyunca, hemen faizin her türünden vaz­geçmeli ve nasuh tevbesiyle tevbe etmelidir… Ne faiz almakla zulmetmeli, ne de faiz vermekle zulme uğramah!.. Ne zalim, ne muzlum!.. Zulmün ortadan kaldırılması ve adaletin egemen kümmas, mü’min müslümanlann yaratılış gayesi gereği kulluk vazifelerindendir…

Süleyman b. Amr’ın babası (Amr b. el-Ahfaş (r.a.) anla­tıyor:

Rasulullah (s.a.s.)’i Veda Haccı’nda dinledim şöyle buyurdu: “Haberiniz olsun! Şübhesiz, cahiliyye faizlerinden olan tüm faizler kaldırılmıştır. Sermayeleriniz size, kendinize aiddir. Siz, zulmetmeyiniz, zulme de uğramayımz!” [19]

Cabir b. Abdullah (r.anhuma)’dan.

(Rasulullah, Veda Haccı sırasında) Urane vadisine geldi ve cemaate hutbe okuyarak şöyle buyurdu:

“Şübhesiz, sizin kanlarınız ve mallarınız, şu beldenizde, şu ayınızda, şu gününüz hürmeti gibi birbirinize haramdır.

Dikkat edin! Cahiliyyet umuruna (işlerine) aid herşey ayaklarımın altına konmuştur…

Cahiliyyet devrinin ribası (faizi) da sakıttır (kaldırılmış­tır). İlk kaldırdığım riba, bizim (yani) Abbas b. Abdulmutta-lib’in ribasıdır. Bu ribanın hepsi muhakkak sakıttır (geçersiz­dir). [20]

Alİah ve Rasulü (s.a.s.) tarafından faiz yasaklandıktan sonra, alacaklılar, faizden tamamen vazgeçtiler ve faize verdik­leri paralarının kendilerine aid olan kısmını borçlularından iste­diler… Borçlular, onların sermayelerini ödemekte güçlük çekin­ce Allah, alacaklıların borçlulara kolaylık tanımalarını ve onla­rın borçlarını ödemeleri için zaman imkânı verilmesini emret­ti… Hatta imkân sahihlerinin alacaklarını, ödeme imkânı bulun­mayan fakir borçlulara sadaka olarak bağışlamalarının daha ha­yırlı olacağı, Rabbimiz Allah tarafından beyan buyrulmuştur…

İmam Taberî (rh.a.) bu konuda şu açıklamayı yapmıştır: “Bu âyet, müslüman olmadan önce, malını faize veren kimselere hitab etmektedir. Ancak her ne kadar âyet, faizli mu­amele yapan kimseler hakkında inmişse de hükmü, her alacaklı için geçerlidir. Bu nedenle borcunu ödemede darlık içinde olan her borçluya, alacaklısı tarafından, imkânı oluncaya kadar za­man tanınması gerekmektedir. Zira, alacaklının alacağı, borçlu­nun malı üzerinde bir haktır. Onun vücûdu üzerinde bir hakkı değildir. Borçlunun ödeme gücü yoksa, alacaklının, onun hürri­yetini kayıt altına alıp onu hapsetmeye veya onu köleleştirerek satmaya hakkı yoktur. Zira alacaklının alacak hakkı, ya malının tümü üzerinde bir hak, ya borçlunun vücûdu üzerinde bir hak, veya malından belli şeyler üzerinde bir hak farzedilebiiir. Şayet alacaklının hakkı, borçlunun vücûdu üzerinde olsaydı, borçlu­nun ölmesiyle bu hakkın sona ermiş olması gerekirdi. Halbuki bunun, böyle olduğunu kimse söylememektedir. Şayet borçlu­nun belli bir malı üzerinde bir hak kabul edilecek olursa, o ma­lın yok olmasıyla da alacaklının hakkının ortadan kalkması ge­rekirdi. Bunun böyle olduğunu da kimse söylememektedir.

O hâlde ordada, ‘alacaklının hakkı, borçlunun malının tümü üzerindedir’ demekten başka bir ihtimal kalmamıştır. Madem ki, alacaklının hakkı, borçlunun malı üzerindedir, o hâlde alacaklının, borçlunun vücûdu üzerinde herhangi bir ta­sarruf hakkı yoktur. Alacaklının, böyle bir hakkı olmadığına göre, borcunu ödemekten aciz kalan borçluya, gücü yetinceye kadar mühlet tanınmasından başka bir yol yoktur. Bu da, bu âyet-i kerimede zikredilen borçludan maksadın, her çeşit borç­lu olduğunu göstermektedir.[21]

Ebu’1-Yüsr (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Her kim bir yoksula mühlet verir, yahud borcunu bağış­larsa, Allah onu, kendi (gölgesinden başka bir gölge bulunma­yan kıyamet gününde) gölgesinde gölgelendirir.[22]

Abdullah b. Ebi Katâde (rh.a.) anlatıyor:

Ebu Katâde, bir borçlusunu aramış da borçlu, ondan giz­lenmiş. Sonra onu bulmuş.

Borçlu:

Ben fakirim, demiş. Ebu Katâde:

Allah’a yemin eder misin? diye sormuş.

Borçlu:

Billahi, diye yemin etmiş.

Ebu Katâde:

Zira ben, Rasulullah (s.a.s.)’i:

“Her kimi Allah’ın, kıyamet gününün dehşetinden kur­tarması memnun ederse, fakire nefes aldırsın, yahud alacağını ona bağışlasın!” buyururken işittim, demiş. [23]

Büreyde (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Kim güç durumda olana (borçluya) mühlet verirse, her gün mühlet verdiği kadar bir sadaka sevabı alır.”

Ben dedim ki:

Ya Rasulallah, senin:

“Kim sıkıntıda olana mühlet verirse, her gün için onun kadar sadaka sevabı alır.” dediğini duydum.

Sonra şöyle dediğini de duydum:

“Her kim güç durumda olana mühlet verirse, verdiği mühletin iki misli kadar sadaka sevabı alır.”

(Rasulullah) şöyle buyurdu:

“Borcun vadesi dolmadan bir mislini alır, amma vadesi dolduktan sonra ertelerse, o zaman her gün için iki misli sada­ka sevabı alır!”[24]

Ebu Mes’ud (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Sizden önceki ümmetlerden bir zât, (kabirde) hesaba çekildi. Fakat hayır namına hiç birşeyi bulunmadı. Yalnız in­sanlarla düşüp kalkardı, zengindi. Hizmetkârlarına, fakiri (bor­cundan) affetmelerini emrederdi.

Allah (Azze ve Celle):

Biz buna, ondan daha lâyıkız. Onu affedin! buyur­du. [25]

“Süddî, Rebi’ b. Enes, Dehhak ve İbn Zeyd’e göre bu âyet-i kerime ifade etmektedir ki, alacaklı kişinin alacağını, borcunu ödemekte güçlük çeken borçlusuna bağışlaması daha evlâdır. Zengin olan borçlusuna böyle davranmasının daha evlâ oluşu söz konusu değildir.

Taberî, bu görüşü tercih etmiştir. Zira âyetin bu bölümü, borcunu ödemede güç durumda olan borçlunun durumunu izah eden âyetin sonunda zikredilmiştir. Bu itibarla bağışlama işi-ninde böyle bir borçlu için yapılacağını söylemek daha uygun­dur.[26]

Yegâne Rabbimiz Allah, yine iman eden kullarına hitab ederek, her ne olursa olsun faiz yememelerini, almamalarını ve vermemelerini emrediyor:

“Ey iman edenler, faizi, kat kat arttırılmış olarak yeme­yin. Ve Allah’dan sakının, umulur ki, kurtulursunuz.

Ve kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.

Allah’a ve Rasulüne itaat edin ki, merhamet olunası. [27]

Bu âyetin iniş sebebi için Atâ (rh.a.) şöyle diyor:

Arablar, veresiye alış-veriş yapıyorlardı. Borcun vakti geldiğinde -ödenmediği takdirde- alacaklılar, borcun mikdarmı artırır, müddeti de uzatırlardı.

Cahiliyye devrinde, Sakif oğullan Kabilesi, Nadir oğul­ları kabilesine borç verirdi. Borcun vakti geldiğinde Nadir oğulları:

Biz, size faiz vereceğiz, siz de borcumuzu erteleye­ceksiniz, derlerdi.

Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. [28]

Zeyd b. Eşlem (r.a.) anlatıyor:

Cahiliyye devrinde faiz şöyle olurdu:

Birisinde vadeli bir alacağı olan kimse, alacağının zama­nı gelince borçlusuna:

Borcunu ödeyecek misin, yoksa arttıracak mısın? de­di.

Verirse alır, vermezse alacağının üzerine faiz ilavesiyle bir müddet dahe ertelerdi.[29]

imam Kurtubî (rh.a.), tefsirinde şunları beyan eder:

“Yüce Allah’ın, ‘Allah’dan korkun’ yani, faizden elde ettiğiniz mallar hususunda Allah’dan korkup onları yemeyin. Daha sonra onları korkutarak:

“Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakınınız.” diye buyurmaktadır. Bu tehdid, faizi helâl kabul eden kimseyedir. Faizi helâl kabul eden kişi, kâfir olur ve kâfir olduğuna hükme­dilir. Şöyle de açıklanmıştır:

Bunun anlamı, size imam söküp alan ve bundan dolayı da cehenneme girmenizi gerekli kılan böyle bir işten uzak du­runuz. Çünkü kimi günahlar, kişinin imanının sökülüp alınma­sını gerektirir ve imansız bırakacağından korkulur. Anne-baba-ya kötü davranış da bunlardandır. [30]

Yegâne Rabbimiz Allah, faizle alış-veriş yapmaktan ve faiz yemekten tevbe etmeyen kişilerin ahiretteki ceza olarak görecekleri azabı şöyle beyan buyurur:

“Faiz (riba) yiyenler, ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, on­ların: ‘Alış-veriş de ancak faiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, ahş-verişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a aiddir. Kim (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.

Allah, faizi yok eder de, sadakaları arttırır. Allah, günah­kâr kâfirlerin hiçbirini sevmez.

İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekatı verenler, şübhesiz onların ecirleri Rabbleri-nin katmdadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmaya­caklardır.[31]

Abdullah ibn Abbas (r.anhuma):

Kıyamet günü faiz yiyene: “Savaş için silahını al!” denilir, demiş ve:

“Faiz yiyenler ancak, şeytan çarpan kimsenin kalktığı gi­bi kalkar” âyet-i kerimesini okuyarak:

Ve bu, kabirden kalktığı andadır, diye eklemiştir. [32]Yalnız faiz yiyenler değil, her türlü faizli muamele ile

meşgul olanlar, bu âyetin kapsamı içindedir… Faizli muamele­lerle ilgili olan herkes, ayrı suça iştirak ettikleri için birbirleri­ne eşittirler…

Cabir b. Abdullah (r.anhuma) şöyle demiştir:

Rasulullah (s.a.s.):

Ribayı (faizi), yiyene, yedirene, kâtibine ve şahidlerine lanet etti ve:

“Onlar, müsavidirler!” buyurdu. [33]

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyudu:

“Faiz yetmiş çeşit günahtır. Bunların en hafifi, erkeğin kendi annesiyle zina etmesi (veya evlenmesi) günahı kadar­dır.”[34]

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“(Mi’rac’a) götürüldüğüm gece, karınları odalar gibi (büyük) olan bir kavmin üzerine vardım. Bunların karınlarında dışardan görülen yılanlar vardı.

Ben:

Ya Cebrail, bunlar kimdir? diye sordum. Cebrail:

Bunlar, faiz yiyicilerdir! dedi.” [35]

Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e karşı savaş ilân etmek demek olan faiz, işgal edilen İslâm topraklarında egemen olan tağutî düzenlerin ekonomilerin vazgeçilmez bir temel taşı hâline getirilmiştir… Tağutî düzenlerin ekonomileri faiz üzerine kurulmuş ve faizin her çeşidinin işlendiği ortamlar hâline gelmiştir… İş­gal edilen İslâm topraklarında egemen olan tağutların zulmü altında yaşamaya mecbur kılınan mü’min müslümanlar, bu korkunç cinayete ortak edilmişlerdir… Ahş-verişlerinde faizli muamelelere mecbur edilen esaret altındaki mü’min müslü­manlar, her ne kadar kendilerini faizden alıkoymaya çalışırlar­sa da, kıyısından-köşesinden kendilerine bulaşmaktadır.., Mü’min müslümanların içine düştükleri bu zillet hâli, daha ön­ce Rasulullah (s.a.s.) tarafından beyan olunmuştur…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulul­lah (s.a.s.):

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, faiz yeme­yen tek bir kişi kalmayacak! Faiz yemese bile, faizin buharın­dan ona bulaşacak!”

İbn İsa, rivayetinde:

“Ona, faizin tozundan bulaşacak.” dedi.[36]

Bu hadisin şerhinde şöyle denilmiştir:

“Rasulullah (s.a.s.), bu hadisi ile tâ asırlar öncesinden bugünü görmüş, insanlığın düştüğü bu ekonomik batağı muci­zevî bir tarzda haber vermiştir. Gerçekten de Hz. Peygamber’in bildirdiği tahakkuk etmiş, faize doğrudan ya da dolaylı olarak dalmayan hemen hemen kalmamıştır.

Dinine bağlı olarak bilinen, faizin haram olduğuna ina­nan birçok insan bile maalesef ya bile bile ya da bilmeden faize bulanmıştır. Çünkü gayr-ı İslâmî bir sisteme dayanan ve bu sistemin piyasasında gelişen ekonomi, insanlığı kıskacına almış, bütün çıkış kapılarına faizi yerleştirmiştir. Öyle ki, piyasada iş yapmak isteyen tüccar, yatırım yapmak isteyen sanayici, ister istemez faiz müeseselerinin kapılarına gitmek zorunda kalmış­tır. Kredi ve banka ile hiçbir ilgi kurmayan esnaf da faizden uzak kalmamaktadır. Çünkü İslâm’ın koyduğu şartlara uyulma­dan yapılan ve yaygınlaşan fasid akidler de faiz hükmündedir. Bu akidlerden uzak kalmak, zamanımız tüccarı için imkânsız hâle gelmiştir.

Ticaret, sanayi ve banka ile hiçbir ilgisi olmayan çiftçi, işçi, memur da yakasını bu illetten kurtaramam aktadır. Ürünü­ne karşılık aldığı bedel, çalışmasına karşılık aldığı ücret, faiz kurumlarından geçmekte, faize bulanmaktadır. Dostunda yedi­ği yemekte, arkadaşından aldığı hediyede faiz bulaşığının ol­madığı, hiç kimse tarafından garanti edilemez durumdadır.

İşte Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, insanların faiz alıp yeme­se bile onun tozuna dumanına bulaşacağı yolundaki haberi bu­dur.

“Avnü’l-Ma’bûd” sahibinin ifadesine göre, AIiyyü’1-Ka-rî; kişinin, faizin tozuna bulaşmasını şöyle açıklar:

“Yani kişiye faizin eseri ulaşır. Bu, faiz muamelesine şa-hid olmakla, o muameleyi yazmakla, faiz yiyenin ziyafetine iş­tirak etmekle veya hediyesini kabul etmekle olur. Kişi, faizden korunsa bile, onun izlerinden kendisini kurtaramaz.[37]

Allâme Aliyyül-Karî (rh.a.)’ın işaret ettiği, faizden do­layı gündeme gelen bu çıkmazdan nasıl kurtulabilinir? Tağutla-nn işgali ve esareti altında işkence gören mazlum ve mustaz’af mü’min müslümanlar, bu esaret zincirini nasıl kıracaklar? Sorulanna verilecek ciddî cevablan ve sıhhatli çözümleri hep bir­likte düşünmeli, elbirliği ile gündeme getirmeli!.. Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, çözümü, Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e döndürür ve ona göre hareket ederler!..

İnsanların, faiz aldatmacasından kurtulmaları için önce bilgilendirilmeli, aydınlatılmalı ve olayı şuurlu bir şekilde id­rak etmeleri sağlanmalıdır!.. İnsanlar, faizin bir artış, bir kâr olarak görmekteler… Halbuki faiz, asla bir kazanç, bir kâr ve bir artış değildir… İşgalci tağutların faiz düzeni, iyice araştırı­lıp, maskesi düşürülerek, gülümseyen maskenin arkasındaki bi­lenmiş vampir dişleriyle o çirkin suratı ortaya çıkarılmalıdır!..

Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

“İnsanların mallarından artsın diye, verdiğiniz faiz, Al­lah katında artmaz. Amma Allah’ın yüzünü (rızasını) isteyerek vereceğiniz zekat ise, işte (sevablarını ve gelirlerini) kat kat ar­tıranlar onlardır.[38]

Abdullah ibn Mes’ud (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur.

“Faizden mal çoğaltan hiç bir kimse yoktur ki, işinin akıbeti malın azalmasına dönüşmesin!” [39]

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah, sadakayı kabul eder ve onu, sağı ile alır. Sonra onu, herhangi biriniz için büyütür. Tıpkı sizden birinizin tayını besleyip büyütmesi gibi. Hatta lokma bile, şübhe yok ki, Uhud (dağı) gibi olur.

Allah Azze ve Celle’nin kitabında bunun tasdiki şudur: “Onlar, bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah, kullarından

tevbeleri kabul edecek ve sadakaları alacak olan O’dur” [40]

“Allah, faizi yok eder de, sadakaları arttırır.[41]/[42]

 



[1] Bakara, 2/278-281.

[2] Sahih~i Buhârî, Kitabu’1-İman, B. 29, Hds. 32. Sünen-i Neseî, Kitabu’1-İman, B. 28, Hds. 5001.

[3] Nur, 24/51-52. Ayrıca bkz. Bakara, 2/285.

[4] İmam el-Vahidî, A.g.e. Sh. 93-94. İmam Suyutî, A.g.e. C. 1, Sh. 128. İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1073.

[5] Abdulfettah el-Kadî, A.g.e. Sh. 62. İmam el-Vahidî, A.g.e. Sh. 95.

[6] et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 162.

[7] Bkz. En’am, 6/162.

[8] İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1073.

[9] Sahih-İ Müslim, Kitabu’1-İman, B. 20, Hds. 78. Sünen-i Tinnizî, Kitabu’l-Fiten, B. 10, Hds. 2263. Sünen-i Neseî, Kitabu’1-İman, B. 17, Hds. 4975-4976. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4013. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Melahim, B. 17, Hds. 4340.

[10] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Melahim, B. 17, Hds. 4338. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4009. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 6, Hds. 3249. Kitabu’l-Fiten, B. 8, Hds. 2257.

[11] Sahih-i Buharı, Kitabu’l-Vesaya, B. 24, Hds. 29. Sahih-i Müslim, Kitabu’1-İman, B. 38, Hds. 145. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Vesaya, B. 10, Hds. 2874. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Vesaya, B. 12. Hds. 3652.

[12] Bakara, 2/279

[13] İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1073. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 604. et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 162. Fahruddin er-Razî, A.g.e. C. 6, Sh. 32.

[14] et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 162. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 604.

[15] İmam Kuıtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 604.

[16] et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 162-163.

[17] Bkz. Âl-iİmrân, 3/110.

[18] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 604-605.

[19] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Buyu, B. 5, Hds. 3334. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 10, Hds. 3281. Sünen-i Dârimî, Kitabu’1-Buyu, B. 3, Hds. 2537.

İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1075. İbn Ebİ Hatim’den.

[20] Sahih-i Müslim, Kitabu’1-Hacc, B. 19, Hds. 147. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’1-Menasik, B. 84, Hds. 3074. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Menasık, B. 56, Hds. 1905. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 10, Hds. 3281. Sünen-i Dârimî, Kitabu Menasıku’1-Hacc, B. 34, Hds. 1857.

[21] et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 165-166.

Ayrıca bkz. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 613-619.

[22] Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zühd, B. 18, Hds. 74. Sihıen-i İbn Mace, KitabuVSadaka, B. 14, Hds. 2419. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’1-Buyu, B. 65, Hds. 1322. Sünen-i Dârimî, Kitabu’1-Buyu, B. 50, Hds. 2591.

[23] Sahİh-i Müslim, Kitabu’l-Müsakat, B. 6, Hds. 32. Sünen-i Dârimî, Kitabu’1-Buyu, B. 50, Hds. 2592.

İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1076. Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C 5, Sh. 300, 308)’den.

[24] İmam er-Rûdânî, A.g.e. C. 2, Sh. 350, Hds. 4795. Ahmed b. Han­bel, Müsned, C. 5, Sh. 366’dan.

İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1075.

[25] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Müsakat, B. 6, Hds. 30. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’1-Buyu, B. 104, Hds. 1323. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’s-Sadaka, B. 14, Hds. 2420. Taberânî, A.g.e. C. 2, Sh. 500, Hds. 799.

İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1076, Hafız Ebu Ya’lâ el-Mavsilî (Hu-zeyfe ibnu’l-Yeman)’dan.

[26] et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 166. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 618.

[27] Âl-iİmrân, 3/130-132.

[28] Abdulfettah el-Kadî, A.g.e. Sh. 81. İmam Suyutî, A.g.e. C. 1, Sh. 154. İbn Kesir, A.g.e. C. 4, Sh. 1362.

[29] İmam Malik, Muvatta’, Kitabu’1-Buyu, Hbr. 83.

[30] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 4, Sh. 372.

[31] Bakara, 2/27’5-277.

[32] İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1064.

[33] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Müsakat, B. 19, Hds. 106.

Sahih-i Buharı, Kitabu’1-Buyu, B. 13, Hds. 180. B. 25, Hds. 38. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’I-Buyu, B. 2, Hds. 1221. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 58, Hds. 2277. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Buyu, B. 4, Hds. 3333. Sünen-i Neseî, Kitabu’t-Talak, B. 13, Hds. 3400. Sünen-i Dârimî, Kitabu’1-Buyu, B. 4, Hds. 2538. Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 1, Sh. 83, 133, 150.

[34] Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 58, Hds. 2274. et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 164.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e. C. 4, Sh. 143-145, Hds. 9-12. Ha­kim, Beyhakî’den. İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1067. Hakim, Müstedrek’ten.

[35] Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 58, Hds. 2273. et^Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 163.

İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 592-593.

İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1064. Beyhakî, İbn Ebu Hatim ve Ah­med b. Hanbel, (Müsned, C. 2, Sh. 353, 363)’den.

[36] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Buyu, B. 3, Hds. 3331. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 58, Hds. 2278. Sünen-i Neseî, Kitabu’1-Buyu, B. 2, Hds. 4433. İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1067. Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C. 2, Sh. 494)’den.

[37] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Hzr. Necati Yeniel – Hüse­yin Kayapınar, İst. 1991, C. 12, Sh. 328-329.

[38] Rum, 30/39.

[39] Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 58, Hds. 2279. et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 160.

İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1069. Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C. 1, Sh. 395,424)’den.

[40] Tevbe, 9/104

[41] Bakara2/276

[42] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’z-Zekat, B. 28, Hds. 659.

İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1070. İbn Ebu Hatim ve Ahmed b. Hanbel’den. et-Taberî, A.g.e. C. 4, Sh. 357.