AKÎDE İNKILÂBI

“Dedik ki: ‘Oradan hepiniz inin. Bundan sonra size Benden bir hidayet geldiğinde, kim Benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”[1]

“(Allah) dedi ki: ‘Kiminiz kiminize düşman olarak hepiniz oradan inin. Artık size Benden bir yol gösterici gelecektir. Kim Benim hidayetime uyarsa artık o, şaşırıp sapmaz ve muhtaç olmaz.”[2] diye buyuran Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, yeryüzünün en mübarek beldesi olan Mekke şehrindeki haktan uzaklaşıp batıla sapmış, Tevhid’in yerine şirki, imanın yerine küfrü tercih etmiş ve egemen müşrik tağutların yönettiği şirk içindeki insan kullarına, onları uyarıp hakka davet eden en son Nebî ve en son Rasulü “Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’i” vazifeli kılıp göndermişti…

Bu dalâlet içinde olan müşrik insanlara Allah’ın hidayeti ve hi­dayet rehberi gelmişti… Yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.), yegâne Rabbimiz Allah’ın kendisine vah­yet­miş olduğu ayetleri, bu insanlara okuyor, açıklıyor ve tebliğ edip onları hakka davet ediyordu… Allah’tan başka hüküm koyucu her tağutu ve hükümlerini reddederek, onlara kul olmaktan kurtulup, hiçbir şirk koşmadan Allah’a kul olarak ibadet etmelerinin gereğini beyan buyuruyordu… Nebilerin ve Rasullerin va­zi­fesi, bu hakikati tebliğ etmek, insanları hakka davet etmek ve katıksız iman edenleri kardeş kılıp Tevhid Cemaatini oluştur­maktı…[3]

Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ, şirkin ve küfrün her türünden vazgeçip, tuğyanın her çeşidini reddedip yalnızca kendisine kul olmalarını dilediği, fakat şirk, dalâlet ve cehâlet içinde olan kullarını uyarıp, onlara doğru yolu göstermekle vazifeli kıldığı kulu ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)’e şöyle hitap etmiştir:

“Andolsun, sana çiftlerden yediyi ve büyük Kur’ân’ı verdik.

Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü’minler için de (şefkat) kanatlarını ger.

Ve de ki: ‘Şüphe yok ben, apaçık bir uyarıcıyım.”

Parça ayırıcılarına indirdiğimiz gibi,

Ki onlar, Kur’ân’ı parça parça kıldılar.

Rabbine andolsun, onların tümüne (bunu) soracağız.

Yapmakta oldukları şeyleri.

Öyleyse sen, emrolunduğun şeyi apaçık söyle ve müşriklere aldırış etme.

Şüphesiz o alay edenlere (karşı) Biz, sana yeteriz.

Ki onlar, Allah ile beraber başka ilâhları (ortak) kılmaktadırlar. Onlar, yakında bilip öğreneceklerdir.

Andolsun, onların söylemekte olduklarına karşı senin göğsünün daraldığını biliyoruz.

Sen, Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.

Ve yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar, Rabbine ibadet et.”[4]

Rabbimiz Allah, son Nebî ve son Rasulü Muhammed (s.a.s.)’e bu şekilde emrediyor… Rasulü (s.a.s.)’in vazifeli kıldığı ortamın sosyal yapısını kendisine beyan edip:

“Sen, emrolunduğun şeyi apaçık söyle ve müşriklere aldırış etme!” diye emrini veriyor…

Bu emirden sonra önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’e gece demeden, gündüz demeden apaçık bir şekilde ve kafaları çatlatırcasına, şirk içinde olan insanları uyarıp Tevhid’e davet etmiştir…

Şirk adına tağutların egemen olduğu Mekke’de kalplerde ve beyinlerde bir inkılâb gerçekleşiyordu. Bu inkılâb bir akîde de­ğişimi inkılâbı idi… Bu inkılâb, bir değerler değişimi inkılâbı idi… Şirk yerini Tevhid’e, küfür yerini imana bırakıyor, kalp mu­vahhid, beyin mü’minleşiyordu… Cahiliye değerleri, yerini İslâm değerlere terk ediyordu… Daha doğrusu, cahiliyyenin değersizliklerini değer diye kabul edenler, fıtratlarına uygun gerçek değerlerle, yani İslâm’la tanışıp kabul etmek ile gerçekten değersizlik olan cahiliyyeden tamamen vazgeçiyorlardı…

İbn İshak (rh.a.) anlatıyor:

“Sonra insanlar, erkek ve kadın cemaatler olarak İslâm’a gir­diler. Hatta İslâm’ın sesi Mekke’de yayıldı ve onunla konuşulmaya başlandı. Sonra Allah (Azze ve Celle) Rasulullah (s.a.s.)’e, Allah’tan kendisine gelen vahyi âşikâr beyan etmesini ve açıkça ona çağırmasını emretti. Rasulullah (s.a.s.)’in hâlini gizlemesi ile Allah Teâlâ’nın dinini izhâr etmesini emretmesine kadar geçen zaman, (bana verilen habere göre) bisetten itibaren üç sene idi.

Sonra Allah, O’na şöyle buyurdu:

“Sen, emrolunduğun şeyi apaçık söyle ve müşriklere aldırış etme!” (Hicr, 15/94)

Ve Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

“(Öncelikle) en yakın hısımlarını (aşiretini) uyar.

Ve mü’minlerden sana tabi olanlara (koruyucu) kanatlarını ger.” (Şuara, 26/214-215)[5]

Ayeti indiği zaman Rasulullah (s.a.s.), Safâ tepesi üzerine çıkıp yükseldi ve:

“Ey Fihr oğulları! Ey Adiyy oğulları!” diye bütün Kureyş soylularını oymak oymak nida etmeye başladı

Nihayet çağrılanlar oraya toplandılar. Çağrılanlardan herhangi biri, oraya çıkmaya muktedir olmadığı zaman, toplantıda ne olacağına bakması için bir elçi göndermişti. Kureyş’le beraber Ebu Leheb de geldi.

Rasulullah (s.a.s.), bu topluluğa hitaben:

“(Ey Kureyş!) Haydi, bana re’yinizi haber veriniz! Ben size, şu vadide bir takım düşman süvarileri vardır, sizin üzerinize bas­kın yapmak istiyorlar diye haber versem, bana inanır mısınız?” buyurdu.

Topluluk: Evet inanırız. Biz, senin üzerinde yaptığımız her tecrübede, senin doğru sözlü olduğunu tesbit ettik, dediler.

Rasulullah (s.a.s.):

“Öyleyse ben size, şiddetli bir azabın önünde sizleri uyarıp sakındırıcıyım!” buyurdu.[6]

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Allah: “En yakın hısımlarını uyar.” (Şuara, 26/214) ayetini indirdiği zaman, Rasulullah, (s.a.s.) kalktı da şöyle buyurdu:

“Ey Kureyş topluluğu, canlarınızı, nefislerinizi satın alınız. (İslâm’a görmek sûretiyle nefislerinizi Allah’ın azabından koruyunuz!) Ben, Allah’ın azabından hiçbir şeyi sizden defedemem!

Ey Abde Menâf oğulları, ben, sizden de Allah’ın azabından hiçbir şeyi defedemem!

Ey Abbas İbn Abdulmuttalib, senden de Allah’ın azabından hiçbir parçasını men edemem!

Ey Rasulullah’ın halası olan Safiye, senden de ben, Allah’ın azabından bir kısmını olsun defedemem!

Ey Muhammed’in kızı Fatıma, malımdan dilediğin şeyi iste (ve­reyim, fakat) Allah’ın azabından hiçbir şeyi senden def edemem!”[7]

Yegane önderimiz Rasulullah (s.a.s.), kıyamete kadar bütün insanlık âlemi için bir uyarıcıdır! Şeytanın ve şeytanlaşmışların aldatmasıyla cehâlet ve gafletin içine düşerek sapıtan, bu sapıklık sonucu eşi, benzeri ve ortağı olmayan Allah’a çeşitli şe­killerde şirk koşanlara uyarıcı bir Rasuldür Rasulullah (s.a.s.)!..

Hükmünde ve mülkünde ortağı olmayan Âlemlerin Rabbi olan Allah,[8] gaflet, cehâlet, dalâlet ve şirk içinde olan kullarını uyarması için Rasulü (s.a.s.)’e şöyle buyuruyor:

“De ki: ‘Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim. Yalnızca bana, sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor.”[9]

“Babaları uyarılmamış, böylece kendileri de gafil kalmış, bir kavmi uyarman için (gönderildin).”[10]

“İşte bu (Kur’ân), önündekileri doğrulayıcı ve şehirler anası (Mekke) ile çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz kutlu kitaptır.”[11]

“Rablerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’ân’la) uyarıp korkut.”[12]

“Biz bunu (Kur’ân’ı), senin dilinle kolaylaştırdık. Takva sahiplerine müjde vermen ve direnen bir kavmi uyarıp korkutman için.”[13]

“De ki: ‘Allah, benimle sizin aranızda şahiddir. Sizi ve ki­me ulaşırsa-kendisiyle uyarmam için bana, şu Kur’ân vay­hedildi.”[14]

“Biz seni, ancak ancak bütün insanlara bir müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar.”[15]

“Biz seni, insanlara bir Rasul olarak gönderdik. Şahid olarak Allah yeter.”[16]

Bütün insanlar için yegâne önder olarak gönderilen Ra­sulullah (s.a.s.), insanlara yaratılış gayesini hatırlatmış[17] ve yaratılış gayeleri olan yalnızca Allah’a ibadet etmeye davet etmiştir… Allah’ı bırakıp, yalancı ve sahte ilâhlara yönelen, yolunu şaşırmış insanları, gerçek ilâhları ve Rableri Allah ile tanıştırmıştır… Allah’a şirksiz inanmaları ve O’na kul olmalarını sağlamaya çalışmış, kullara kul olmaktan kurtulup yalnız Allah’a kul olmalarının dosdoğru yolunu göstermiştir…

O’nun göstermiş olduğu dosdoğru yolu kabul edip o yolu takip edenler kurtulmuş, reddedenler ise dünyada zillet içinde kalıp, ahirette ise ateşi hak etmişlerdir… O’nunla gönderilen Kur’ân’ı kabul etmeyen ve hayata egemen hükümler olarak yü­celtmeyen kimseler, O’na inanmamışlardır… Kur’ân’daki Al­lah’ın hükümlerini hayatın dışına itip, ilâhlaştırdıkları hevala­rın­dan kaynaklanan hükümleri hayata egemen kılan tağutlar, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kâfirlerin, zalimlerin ve fa­sık­ların tâ kendileridir…

Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“Gruplardan biri onu inkâr ederse, ateş ona va’d edilen yer­­dir.”[18]

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Muhammed’in nefsi kabza-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer bu ümmetten bir Yahudî ve Hıristiyan, beni işitir de sonra benimle gönderilene iman etmeden ölürse, mutlaka cehennemliklerden olur.”[19]

Rasulullah (s.a.s.)’ın daveti, akîdeyi düzeltme davetiydi!.. Tevhid’e şirk, imana küfür ve hakka batılı karıştıranları uyarıyor, Tevhid’i şirkten, imanı küfürden ve hakkı batıldan apaçık ayırdıktan sonra insanları, Tevhid’e, imana ve hakka davet ediyordu… Onlara, asla ortağı olmayan Allah’a şirk koşmayı terk etmelerini, küfürden ve batıldan vazgeçmelerini tebliğ ediyor, dos­doğru yolun ilkelerini anlatıyordu…

Yaşadığı şirk ve cahiliye toplumunun içinde en güvenilir insan olduğu için “el-Emin” diye vasıflanan ve doğru sözlülüğünden hiç kimsenin şüphesi olmayan sadık kul Rasulullah (s.a.s.), en yakın akrabasını, Âlemlerin Rabbi Allah’ı bir bilmelerini, göklerde de İlâh, yerde de İlâh olarak tanımalarını, yalnızca O’na ibadet etmelerini ve ibadette O’na hiç kimseyi ortak etmemelerini apaçık izah ediyordu…

Onlara:

“Canlarınızı, nefislerinizi satın alınız!” diyordu.

Onlara:

İman ederek, salih amel işleyerek, adil olarak ve güzel ahlâklı muvahhid şahsiyetler hâline gelerek, dünyada zilletten, ahirette ise cehennemden kurtulmalarının yollarını açıklıyordu.

Bu da, ancak: “Lâ ilâhe illallah” demek, katıksız iman etmek ve imanda samimi olmakla gerçekleşir. “Lâ ilâhe illallah” kurtuluşun tâ kendisidir… Dünyada ve ahirette kurtulmak isteyen “Lâ ilâhe illallah” konusunda samimi olmalıdırlar…”Lâ ilâhe illallah” diyenler, şuurlu bir şekilde neyi reddedip, neyi kabul ettiklerini bilip inanmalı ve redd ile kabulü birbirine karıştırmamalıdırlar… “Lâ ilâhe illallah” deyip, insanların hayatlarının üzerinde egemen olmak, onlar için tabi olacakları hükümler koymak, helâl ve haram sınırlarını tayin etmek isteyen bütün ta­ğutları inkâr edip reddedenler, “illallah” deyip hayatını kuşatıcı bütün konularda yalnızca hüküm koyucu ve itaat edilecek Zât’ın Allah Teâlâ olduğuna iman edip ilân etmektedirler… Bu Tevhid akîdesini katıksız kabul eden muvahhid mü’minler, gerek ferdî, gerek sosyal hayatın her biriminde tamamıyla yegâne Rableri Allah’a teslim olup, O’nun hükümlerince hayatlarını tanzim ederler…

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), şirkin ve müşriklerin egemen olduğu o günün Mekke toplumunda böyle Tevhidî bir inkılâb gerçekleştirmek istiyordu.O, bu vazife ile vazifeli kılınmıştı…O’nun vazifesi, hakkı tebliğ etmek idi…[20] O’nun vazifesi, ferdlere ve toplumlara “Lâ ilâhe illallah” hakikatini anlatmak ve hidayet bulmalarına yardımcı olmak idi!.. Rasulullah (s.a.s.)’in bu faaliyeti, sabırla, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan devam etmişti…Rasulullah (s.a.s.) insanlara, Rableri Allah’tan gelen vahyi yaşayarak tebliğ ediyor, nasıl uygulanılacağını da gösteriyordu… O (s.a.s.), insanları bilgilendirmek, uyarmak, öğretmek ve iman edenleri eğitmekle vazifeliydi… O’nun tebliğine kulak verip dinleyenler ve kalblerini hidayete açıp, İslâm’ı kabul edenler, iç âlemlerinde gerçekleştirdikleri bu Tevhid ve iman inkılâbını, dış âlemlerinde salih amel olarak ortaya koyuyorlardı…

Kendilerine “Lâ ilâhe illallah” hayat programı tebliğ edilen ferdler ve toplumlar, idrak ederek ve şuurlu bir şekilde kendileri­-ni değiştirecek, değersizlikleri gerçek değerlere feda edip iç inkılâb olan iman inkılâbını gerçekleştirecek olurlarsa, Allah Teâlâ da onları değiştirir… Çünkü Allah Teâlâ, bir kavim, kendi­ni değiştirip bozmadıkça, onları değiştirip bozmaz… Yine onlar, kendilerini düzeltmeye niyetlenip harekete geçmedikçe on­ları düzeltmez!..

Bundan dolayı şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz.”[21]

Ferd olsun, toplum olsun, cahiliyyenin şirk hükümlerinden tamamen vazgeçip Allah’ın hükmüne dönmek arzusunu içten duyar ve kalblerde bir inkılâb gerçekleşir ise, Allah onlara hidaye­ti nasib eder… Onlar, kendilerini değiştirmeye niyet edip ha­zırlanmalı ve içten istemelidirler ki, Allah da onları değiştirsin…

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), en yakın akrabalarını uyarırken bu değişmez hakikati vurguluyordu… Onlara, kendilerini de­ğiştirmelerini, akîdelerinde ve amellerinde bir inkılâb yapmalarını tebliğ ediyordu… Eğer onlar, bu akîde inkılâbını gerçekleştirecek olurlarsa, canlarını ve nefislerini satın alır, yani kendilerini, dünyada zilletten, ahirette cehennemden kurtarmış olurlardı!.. Eğer onlar, bu iç inkılâbı gerçekleştiremezlerse, Rasulul­lah (s.a.s.), onlar için Allah’ın azabını men edici değildi…

Öz amcasına sesleniyordu Rasulullah (s.a.s.):

“Ey Abbas İbn Abdulmuttalib, senden de Allah’ın azabından hiçbir parçasını men edemem!”

Öz halasına hitap ediyordu Rasulullah (s.a.s.):

“Ey Rasulullah’ın halası olan Safiyye, senden de ben, Allah’ın azabından bir kısmını olsun def edemem!”

Öz kızını uyarıyordu Rasulullah (s.a.s.):

“Ey Muhammed’in kızı Fatıma, malımdan dilediğin şeyi iste (vereyim fakat) Allah’ın azabından hiçbir şeyi senden def edemem!”

Âlemlerin Rabbi Allah’ın kendisini şefaat sahibi kıldığı Ra­sulullah (s.a.s.) böyle buyuruyordu… Muhatabları olan insanlar, katıksız iman edip, imanın gereği olan salih ameller işlemedikçe, O (s.a.s.), onlar için bir şey yapamazdı… İnsanlar, akîde ve amel inkılâbını yaptıktan, akîdelerini düzelttikten, şirk ve küfürden arındıktan, amelleri razı olunan ve emredilen şekilde işleyip, bid’at ve hurafeden temizlendikten sonra yardım görürler…

“Lâ ilâhe illallah”’a katıksız iman edip, dilleriyle ikrar ettikten sonra onun gereğini yapanlar, akîde inkılâbını gerçekleştirmişler­dir… İşte kurtuluş onlar içindir ve onlar kurtulanlardandırlar… Cahiliyyenin bütün hükümlerini ve değer diye bilinen bütün değersizliklerini ayakları altına alıp, Allah’ın indirdikleriyle hükmedenler, akîde inkılâbını yapan muvahhid mü’minlerdir… Bu değerli şahsiyetler, “Lâ ilâhe illallah”’a hakkıyla iman etmiş ve gereğini hayatlarında yaşayan gerçek kullardır…

Bilindiği gibi, o günkü Mekke’de akîde inkılâbının gerçekleş­mesine vesile olan, yani şirk içinde yaşayanların hidayetine vesile olmaya çalışan Rasulullah (s.a.s.) ve yeryüzünün en hayırlı nesli Ashab-ı Kiram (Allah onlardan razı olsun), birçok engellerle karşılaşmışlardı… Müşriklerden gelen işkence, zulüm ve baskılara dayanmış, “Lâ ilâhe illallah” hakikatini insanlara tebliğ et­miş ve onların hidayet bulmalarına yardımcı olmuşlardır…