ÂLİMLER: PEYGAMBERLERİN VARİSLERİ

Ebu’d-Derdâ (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Muhakkak âlimler, peygamberlerin varisleridir. Şübhesiz pey­gamberler, ne altın, ne de gümüşü miras bırakırlar. Peygam­berler miras olarak, ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim pey­gamberlerin mirası olan ilmi elde ederse, tam bir hisse almış olur.”[1]

Peygamberlerin varisleri olan âlimler, peygamberlerden dev­­­­­­r­almış oldukları mirasa asla ihanet etmeyen ve gereğini em­ro­lundukları gibi yerine getiren muvahhid mü’min şahsiyetlerdir… İlimlerine varis oldukları peygamberler gibi, yalnızca Allah’dan korkarlar. Âlemlerin Rabbi Allah’ın hükümlerini, emirlerini ve ne­hiylerini, insan kullarına beyan ederken, hiçbir şeyi gizlemeden apaçık anlatır, bu vazifelerini yerine getirirken Allah’dan baş­ka hiç kimseden korkmazlar… Çünkü ilimlerine va­ris oldukları peygamberler, Allah’dan başka hiç kimseden kork­maz­lar­dı!..

Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

“Ki onlar (o peygamberler), Allah’ın risaletini tebliğ edenler, O’dan içleri titreyerek korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesab görücü olarak Allah yeter.”[2]

Rabbimiz Allah, Nebî ve Rasul kullarının varisleri olan, katık­sız iman sahibi, ilimleriyle salih amel işleyen muvahhid mü’min âlim kullarını şöyle beyan buyuruyor:

“Kulları içinde ise, Allah’dan ancak âlim olanlar içleri titreyerek korkar. Şübhesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır.”[3]

Abdullah ibn Abbas (r.anhuma), bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir:

–  Kim Allah’dan korkarsa o, âlimdir![4]

Malik b. Miğmel (rh.a.) anlatıyor:

Bir adam eş-Şa’bî’ye:

–  Ey Âlim, bana fetva ver! dedi.

O, ona şöyle dedi:

–  Âlim dediğin, Allah’dan (hakkıyla) korkandır![5]

İmam Fahreddin er-Râzî (rh.a.), meşhur tefsirinde, âlimlerin Allah’dan gereği gibi korkmalarını şöyle açıklıyor:

“Çekinme ve saygı, saygı duyulan varlığın tanınmasına, bilinmesine göredir. Âlim olan, Allah’ı bilir ve O’ndan hem korkar, hem de O’na ümit bağlar. Bu, âlimin derece bakımından, âbid­den daha üstün oluşunun delilidir. Çünkü Hak Teâlâ:

“Sizin, Allah katında en şerefliniz, en mustakî olanınız (Allah’dan en çok korkanınız)dır.” (Hucurat, 49/13) buyurarak, şerefin ve kıymetin, takvaya göre, takvanın da ilme göre olacağını ilân etmiştir. O hâlde Allah katında şeref ve kıymet, amele göre değil, ilme göredir. Evet, âlim, ameli bıraktığında (ilmiyle amel edemediğinde) bu, onun ilmini zedeler. Çünkü onun gören kimse:

-Eğer bilseydi, gereğini yapardı!der.”[6]

Katıksız iman sahibi ve ilmiyle salih amel işleyen muvahhid mü’min bir âlim, Rahmân’ın mutevazı kullarının arasında Allah’ı en iyi tanıyan, “Lâ ilâhe illallah’”ı idrak edip şuurlu olarak en iyi bilen bir kâmil şahsiyettir…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

” Şu hâlde bil, gerçekten, Allah’dan başka ilâh yoktur.”[7]

“Lâ ilâhe illallah’”ı idrak, vahiy kaynaklı ilimle olur… Ancak vahiy kaynaklı ilme sahib olanlar ve ilimlerinin gereği gibi davrananlar “Lâ ilâhe illallah’”ı idrak edebilirler… Vahiy kaynaklı ilim­le “Lâ ilâhe illallah’”ı idrak edenler, hiçbir şübhe duymadan kalben tasdik, dil ile ikrar edip katıksız iman ederler…

Katıksız iman eden her muvahhid mü’min için kendisiyle, Rabbi Allah’a şirksiz ibadet edecek vahiy kaynaklı ilmi öğrenip elde etmek farzdır… Kadın olsun, erkek olsun her mü’min müs­­­lümanın, iman konusunda ve amel konusunda kendisine gerekli ilmi edinmesi ertelenmez bir farzdır.

Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İlim aramak (öğrenmek ), her müslüman üzerine farzdır.”[8]

Kadın olsun, erkek olsun her muvahhid mü’min, kulluk vazifelerini hakkıyla yapmak için, dünyasına ve ahiretine faydalı ilmi öğrenir ve onunla gereği gibi amel edecek olursa âlim olur… Muvahhid mü’minler, Allah’dan korkanr ve gücü nis­be­tin­de bunu gerçekleştirmeye çalışır… Allah’dan başkalarından korkmaz ve onlardan yüz çevirirler…

Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler, Allah’dan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öylece korkup sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinede) ölmeyin.”[9]

“Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah’dan korkup sakının, dinleyin ve itaat edin.”[10]

Rabbimiz Allah Teâlâ’nın bu emirlerini duyan her muvahhid mü’min, “işittik ve itaat ettik”[11] diye teslimiyetini noksansız bir şekilde gösterir!..

Âlemlerin Rabbi Allah, itaat eden ve kendisinden korkan mü’min müslüman kullarının kurtuluşa erip, mutluluğa kavuştuğunu beyan buyurur.

“Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse ve Allah’dan korkup O’ndan sakınırsa, işte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır.”[12]

Zikredilen ayet-i kerimelerden anlaşıldığı gibi, çok iyi bir eğitim ve öğretim sonucu, kendisine farz kılınmış ilmi elde eden her müvahhid mü’min, o ilimle gereği gibi amel ettikçe âlimdir… Ve âlimler, peygamberlerin varisleridir!..

Allah’ı yegâne Rabb, İslâm’ı yegâne din ve Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’i yegâne önder edinen muvahhid mü’minler, Allah Teâlâ’nın:

“Öyleyse insanlardan korkmayın, Benden korkun!”[13] emrini kendilerine değişmez ilke edinmiş, böylece hareket etmiş ve hakikatı kavramışlardır…

“İşte misaller! Biz, bunları insanlara (örnek) veriyoruz. Onlara, âlimlerden başkası akıl erdirmez.”[14]

Rabbimiz Allah, emrolundukları ve razı olduğu gibi iman edip salih amel işleyen ve Allah’dan korkan mü’min müslüman kul­larına, vahiy kaynaklı ilimlerinin artması için duâ etmelerini emretmiştir.

“De ki: Rabbim, ilmimi arttır.”[15]

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ve vasat ümmet olan ümmetine kendisinin, Rabbi Allah’dan faydalı ilim istediği gibi faydalı ilim istemeyi ve faydasız ilimden Allah’a sığınmayı emretmiştir…

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah şöyle duâ ederdi:

“Allahım, bana öğrettiğin ilimden beni yararlandır. Faydalanacağım ilmi bana öğret, ilmimi artır. Her hâl üzerinde Allah’a hamdolsun.”[16]

Cabir (r.a.)’nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

“Allah’dan faydalı ilim dileyiniz ve (sahibine) fayda sağlamayacak ilimden Allah’a sığınınız.”[17]

Kendisiyle amel edilen vahiy kaynaklı ilmi elde eden mü­vahhid mü’minler, Rasulullah (s.a.s.)’in bırakdığı mirasa sahip çıktıkları müddetçe asla sapmazlar ve saptırılmazlar… Bu miras: Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim ve Rasulullah (s.a.s.)’in sahih sünneti’dir!..[18]

Rasulullah (s.a.s.)’in ilim mirasına hakkıyla sahib çıkmış ve hakkını veren her âlim muvahhid mü’min, eğemen zalim tağut­larca işgal edilen İslâm topraklarındaki İslâm’dan uzaklaştırılmış olan insanlara, yeniden İslâm’ı tebliğ edip İslâm’a davet etmelidir… Bu tebliğ ve davet faliyetlerini sürdürürken yalnızca Allah’dan korkmalı, insanlardan korkmamalıdır… Amil olan âlim mü’min müslümanların bu korkusuzluğu ve bu cesaretleri, ken­dilerini tedbirsizliğe sürüklememeli, böyle bir hataya düşürmemelidir!..

Rabbimiz Allah, her an tedbirli olmayı emrediyor:

“Ey iman edenler, (düşmanlarınıza karşı)tedbirinizi alın da, savaşa bölük bölük çıkın ya da topluca çıkın.”[19]

Tedbirli davranıp dikkatli olan âlim mü’min müslümanlar, egemen tağutlar tarafından cahil bırakılmış gafil halk toplulukla­rına İslâm’ı tebliğ ederken, önderleri Rasulullah (s.a.s.) gibi dav­ranmalı ve en yakınlarını uyarmak ile işe bağlanmalıdırlar… Merkezden çevreye doğru genişleyen daireler şeklinde gerçekleşen tebliğ ve davet çalışmasında taviz vermemeyi, doğruları dosdoğru anlatmaya, gerçekleri apaçık ilân etmeye gayret etmelidirler… Sözlerinin eri, davâlarının sadık adamları olmalıdırlar…

Ebu Zerr (r.a.), ensesini göstererek şöyle demiştir:

– (Beni öldürmek için ) kılıcı şuraya koysanız, ben de Ra­su­lul­lah’dan işitmiş olacağım bir sözü siz, işinizi tamamlayıncaya kadar infaz edilebileceğimi, yani ilân edilebileceğimi bilsem, yi­ne infaz ederim![20]

İnsanların hidayetine vesile olacağına kanaat getiren İslâm davetçisinin ruh hâli ve dâvâ anlayışıdır bu!.. İslâm tebliğcileri ve dâ­vâ adamları olan âlim şahsiyetler, hakkı beyan etmede ve hak­ka çağırmada Ebu Zerr (r.a.) gibi metanetli ve cesur olmalıdırlar…

Egemen zalim tağutlar tarafından şirk kültürü ve cahiliye eğitimiyle uyutulup sömürgeci güçlere köle yapılan halk kitleleri, Allah’dan başka rabler edinmiş ve zulmeden zalimlere meyledip onların destekleyicisi olmuştur… Fıtrata aykırı metodlarla özlerinden uzaklaştırılan yaratılış gayesine ters düşürülen ve böy­lece kula kul yapılan insanların yeniden özlerine dönüşlerini sağlamak, yaratılış gayeleri olan şirksiz ve yalnızca Allah’a ibadet etmelerine vesile olmak kullara kul olmaktan kurtulup yalnızca Allah’a kul olmalarına yardım etmek, âlim muvahhid mü’min­lerin vazifesidir… Peygamberlerin varisi olmak gerçeğinin anlamı budur!…

Kadınından erkeğine, gencinden ihtiyarına, köylüsünden şe­­hirlisine okuma- yazma bilmeyeninden, eğitim- öğretim görmü­şüne, işçisinden işverenine, fakirinden zenginine her yaşta ve her seviyedeki insanları muhatab edinip, onlara Allah’ın dini ve hayat nizamı olan İslâm’ın anlatılması gerekir. Önce Tevhid ve imandan başlayarak insanların şirkten ve küfürden arınmalarını sağlamak, peygamberlerin varisleri olan âlimlerin en önemli vazifesidir!..

Egemen zalim tağutların cahil bıraktığı için şirk ve küfrün içine düşmüş, böylece fıtrat dini olan İslâm’dan uzaklaştırılmış insanları, yeniden İslâm ile tanıştırmak, barıştırmak, şirkten ve küfürden temizlenerek Tevhid ve imana sarılmalarını sağlamak, her âlim muvahhid mü’minin üzerine anın vacibidir… İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ve vasat ümmet olmanın özelliği budur!.. Allah’a katıksız iman etmenin gereği budur: İyiliği (ma’ru­fu) emretmek, kötülükten (münkerden) alıkoymak ve hakka çağırmak!…[21]

Âlim… İlim adamı… Bilen… Bilgilenmiş kişi.. Toplum­da bu sıfatta kişi veya kişiler söz konusu edildiği zaman, yeğane önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in beyan buyurduğu bir misal hatıra gelmektedir…

Ebu Musa el- Eş’arî (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidayet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer.

Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir.

Bir kısmı da suyu emmeyip, üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah, burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar.

Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak arazidir. Ne su tutar, ne ot bitirir.

İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gön­derdiği hidayet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğ­renen, hem öğreten kimse ile, buna, başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidayeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.”[22]

İmam Nevevî (rh.a), bu hadisi açıklarken şunları beyan etmiş:

“Bu hadisten maksad, Peygamber (s.a.s.)’in getirdiği doğru yolu yağmurla temsildir. Mânâsı şudur:

Yeryüzü üç nev’idir. İnsanlar da öyledir.

Bir nev’i, yağmurdan faydalanır. Kurumuşken dirilerek çimen bitirir, insanlar, hayvanlar ve ekinler, ondan istifâde eder. İn­sanların birinci nev’i de öyledir. Kendilerine hidayet ve ilim yetişir, onu bellerler. Kalbler dirilir. Onunla amel eder ve başkası­­na öğretirler. Bu sûretle hem kendileri faydalanır, hem de başkalarını faydalandırırlar.

Yerin ikinci nev’i, kendisi için faydalanmayı kabul etmeyendir. Lâkin kendisinde başkası için fayda vardır. O da, suyu tutma­sıdır. Böylece ondan, insanlar ve hayvanlar faydalanırlar. İnsanların ikinci nev’i de böyledir. Belleyişli kalbleri vardır. Lâkin dürüst anlayışları, mânâ ve hükümleri çıkaracak olgun akılları yoktur. Taat ve amelde ictihad edemezler. Bunlar, ilmi ve hidayeti, istifâde etmek isteyen biri gelip isteyinceye kadar muhafaza ederler. Gelen, onlardan alıp istifâde eder. Bu gibiler de, kendilerine ulaşan ilimle başkasına fayda verirler.

Yerin üçüncü nev’i, hiçbir şey yetiştirmeyen şablı ve tuzlu yerdir. Bu, ne sudan istifâde eder, ne de başkası istifade etsin di­ye suyu tutar. İnsanların üçüncü nev’i de böyledir. Bunların, ne belleyişli kalbleri vardır, ne de anlayışlı akılları… İlmi işittikleri vakit, ondan faydalanmazlar. Başkaları faydalansın diye bellemezler.”[23]

Önderimiz Rasulullah (s.a.s)’in beyan buyurduğu bu üç çeşit insan tipinden gerçek âlim şahsiyet birinci anlatılandır… Allah Teâlâ’nın Rasulullah(s.a.s.) ile beraber göndermiş olduğu, yani vahiy kaynaklı hidayet ve ilmi alıp, belleyip, kabul ederek onunla gereği gibi amel edendir… Katıksız iman edip salih amel işleyen, yani ilmiyle amil olan bu muvahhid mü’min şahsiyet, Allah’dan korkan ve kulluk vazifelerini emrolunduğu gibi yapmaya çalışan, ilim sahibi bir şahsiyettir…

Emirü’l-mü’minin İmam Ömer İbnü’l-Hattâb (r.a.), Abdullah b. Selâm (r.a.)’a:

-İlim adamları (ilim erbabı)kimlerdir? diye sorar.

O da:

-Bildikleriyle amel edenler! cevabını verir.

İmam Ömer:

-Peki, ilmi, ilim adamlarının göğüslerinden ne yok eder? diye sorar.

O da:

-Tama (aç gözlülük)! diye cevab verir.[24]

Gerçek âlim, öğrenip idrak ettiği vahiy kaynaklı hidayet ve il­min gereği olan ameli yapan, insanla ilmi öğreten ve nasıl uy­gu­­lanacağını yaşayarak gösterendir… Bu âlim muvahhid mü’­min şahsiyet, insanlardan korkmayan ve yalnızca Allah’dan kor­kan bir kişi olduğu için, insanların hidayetine vesile olacak, on­ları egemen tağutların zulüm ve sömürüsünden kurtaracak, kul­lara kul olmaktan kurtulmalarını sağlayacak ilimden hiçbir şey gizlemeden, apaçık açıklayan bir kişidir…

O âlim şahsiyet, Allah Teâlâ’nın kendisine büyük bir nimet olarak verdiği ilmi, yine Allah yolunda ve Allah’ın rızası için harcar, diğer insanlara faydalı olur… İlmin mes’uliyetini bilen ve bu vazifenin şuurunda olan bir şahsiyettir…

Ebu Hüreyre(r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Başkalarına faydalı olmayan ilim, izzet ve celâl sahibi olan Allah yolunda dağıtılmayan (sadece biriktirilen) bir hazineye benzer!”[25]

Bu âlim muvahhid mü’min şahsiyet, Allah Teâlâ’nın kendisine nasib ettiği ilmi insanlardan gizlemenin ve apaçık beyan buyrulan hakikatların açıklanmamasının ne korkunç bir suç ol­du­ğunun farkından olduğu için, bildiklerinden hiçbir şeyi gizlememeye, yalnız Allah’dan korkarak Allah’ın beyan buyurduğu ha­kikatı insanlara anlatmaya bütün gücüyle gayret eder..

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Her kime öğrendiği bir ilim sorulur da o ilmi saklarsa, kıyamet günü ona ateşten bir gem vurulacaktır!”[26]

İmam Hattâbî (rh.a), bu konuda şöyle diyor:

“Bu hadis-i şerifte saklanılması, ahirette ateşten gem vurul­ması cezası gerektiğinden bahsedilen ilimden maksad, öğrenil­mesi ve öğretilmesi farz-ı ayn olan ilimlerdir. Müslüman olmak is­tediği için:

-Din nedir? İslâm nedir? Bana öğretiniz, diyen bir kâfiri gören kimsenin ona, dinin ve İslâm’ın ne olduğunu öğretmesi ya­hud da yeni müslüman olup namaz kılmasını iyice bilmeyen ve namaz vakti yaklaştığı için:

“Bana, namazın nasıl kılınacağını öğretiniz, diyen kimseyi gören bir müslümanın, namazı öğretmesi, haramlar ve helâller hakkında fetva isteyen bir kimseye bunları öğretmek gibi hususlar da bu hadisin kapsamına girer. Çünkü bu gibi meselelerde sorulan bir soruya cevab vermekten kaçınan kimseler günahkâr ve bu hadis-i şerifin bahsettiği tehdide hedef olurlar.

Öğrenilmesi nâfile olan ve insanların öğrenmeye ihtiyaçları olmayan bilgileri öğretmenin hükmü ise, böyle değildir.”[27]

Yeğane Rabbimiz Allah Teâlâ, ilmin bu mes’uliyetini şöyle beyan buyuruyor::

“Gerçekten, apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için Kitabda açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar, işte onlara, hem Allah lânet eder, hem de (bütün) lânet ediciler.

Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar (a gelince )artık onların tövbelerini kabul ederim. Ben, tevbelerini kabul edenim, esirgeyenim”[28]

“Allah’ın indirdiği kitab’tan bir şeyi göz ardı edip saklayan ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar, onların yedikleri karınlarında ateşten başkası değildir. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab vardır.

“Onlar, hidayete karşı sapıklığı, bağışlamaya karşılık aza­­bı satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!”[29]

“Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerini az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin tâ kendileridir.”[30]

Egemen tağutların işgal ettiği, zulüm ve sömürüyle işken­ce­hâne hâline getirdiği İslâm topraklarında yaşayan gerçek âlim muvahhid mü’minler, bu ertelenmez ve anın vacibi olan vazifele­rini kuşanmalı, cahil bıraktırılmış gafil insanlara İslâm’ı tebliğ edip hakikatları apaçık anlatarak onları İslâm’a davet etmelidirler…. Böylece onların hidayetlerine vesile olur, kullara kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olmalarını sağlarlar.. Peygamberlersin varisleri olmanın gereği budur… İnsanlık âlemi, suya, ha­vaya ve ekmeğe muhtaç olduğu kadar bu âlimlere muhtaçtır!..

Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

Yeryüzünde âlimlerin durumu, gökyüzünde (parlayan) yıldız­lara benzer ki, karada ve denizde karanlık bastığında onlarla yol bulunur. Yıldızlar kaybolduğunda ise, neredeyse reh­berler/­kı­­lavuzlar bile yollarını kaybederler.”[31]

 



[1]    Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.17, Hds.223.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.19, Hds.2822.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l- İlm, B.1, Hds.3641.

Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.32, Hds.349.

Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B.11 (Bab başlığında)

İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Çev. Rıfat Oral, Konya, 2003, C.1, Sh.262, Hds.13/210.

[2]    Ahzab, 33/39.

[3]    Fatır, 35/28.

[4]    Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.32, Hdr.340.

[5]    Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.29, Hbr.264.

[6]    Fahruddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir-Mefatihu’l-Gayb, Çev. Prof. Dr. Suat Yıl­dı­rım, vdğ. Ank. 1994, C.18, Sh.404.

[7]    Muhammed, 47/19.

[8]    Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 17, Hds.224.

Taberânî, Mu’cemü’s- Sağir Tercüme ve Şerhi, Çev. İsmail Mutlu, ist. 1996, C.1, Sh.72, Hds.14.

İmam er-Rûdânî, Cemu’l-Fevaid – Büyük Hadis Külliyatı, Çev. Naim Erdoğan, İst. 2003, C.1, Sh.55, Hds.218. Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir ve Mu’ce­mu’l-Evsat’tan.

Kettânî, Mutevâtir Hadisler, Çev. Hanifi Akın, İst. 2003, Sh.60, Hds.6.

[9]    Âl-i İmrân, 3/102.

[10]   Teğabün, 64/16.

[11]   Nur, 24/51.

[12]   Nur, 24/52.

[13]   Mâide, 5/44.

[14]   Ankebut, 29/43.

[15]   Taha, 20/114.

[16]   Sünen-i İbn Mace, Mukaddime. B.23, Hds.251.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Davaat (çeşitli Hadisler), B. 12, Hds.3831.

[17]   Sünen-i İbn Mace, Kitabu’d-Duâ, B. 3, Hds.3843.

Ayrıca bkz. Taberânî, Mu’cemu’s-Sağır, C.2, Sh.118, Hds.509.

[18]   Bkz. İmam Malik, Muvatta, Kitabu’l-Kader, Hds.3.

[19]   Nisa, 4/71.

[20] Sahih-i Buhârî, Kitab’ul-İlm, B.11 (Bab başlığında)

[21]   Bkz. Âl-i İmrân, 3/104,110.

[22] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B. 21, Hds.21.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fedail, B. 5, Hds.15.

İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, C.1, Sh.250, Hds.3/200.

[23] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İst. 1983, C.10, Sh.57.

[24] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.48, Hds.581, 590.

[25] İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, C.1, Sh.288, Hds.38/ 235. Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 46, Hds.562.

[26] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B. 3, Hds.2787.

Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 24, Hds.261.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-ilm, B.9 Hds.3658.

İmam Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, C.1, Sh.287, Hds.37/ 234.

Kettânî, A.g.e.‎, Sh.65, Hds.7.

[27] Sünen-i Ebu Davud, Tercüme ve Şerhi, Hzr. Necati Yeniel-Hüseyin Kaya­pınar, İst. 1991,C.13, Sh.256.

Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mace, Tercüme ve Şerhi, İst. 1982, C.1, Sh.429.

[28] Bakara, 2/ 159-160.

[29] Bakara, 2/174-175.

[30] Mâide, 5/44.

[31]   İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, C.1, Sh.248-249, Hds.2/199.