SABIR, MUVAHHİDLERİN BİTMEYEN DİRENCİDİR

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.), şöyle dedi.

Rasulullah (s.a.s.), (Huneyn günü olup bitince) öteden beri yapageldiği taksimlerden biri gibi, ganimet mallarını taksim etti.

Ensar’dan bir adam:

— Vallahi bu, muhakkak kendisinde Allah rızası gözetilmeyen bir taksimdir, dedi.

Ben de:

— Bu (küstahça) sözü, muhakkak Rasulullah (s.a.s.)’a söyleyeceğim, dedim.

Ve Rasulullah (s.a.s.)’a geldim. Kendisi, Sahabîleri içinde bulunuyordu. O sözü, O’na yavaşça haber verdim. O söz, Rasulullah (s.a.s.)’a ağır geldi, yüzünün rengi değişti ve öfkelendi. Hatta ben:

— Keşke bunu, kendisine haber vermeseydim, dedim.

Sonra:

“Musa, bundan daha fazlasıyla ezâ edilmiş de sabretmiştir.” buyurdu. (1)

Bu konuda, şu rivayet daha detaylı olduğu için onu da kaydediyoruz… İzahına çalıştığımız Ümmetin İmam’ı veya İslâm Cemaati’nin Emir’i olan izzet sahibi mü’min müslümanların nasıl davranmaları ve nasıl sabır etmeleri gerekir, böylece anlaşılmış olur…

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:

Huneyn günü harb olup bitince Rasulullah (s.a.s.), –Ganimet taksimi sırasında– bazı kimselere fazla vermek sûretiyle bir tercih ve hususiyet bahşetti.

Meselâ: (Kalbleri İslâm’a alıştırılanlardan) El-Akra b. Habis’e yüz deve verdi. Uyeyne’ye de bunun kadar vermişti. Arab eşrafından bazı insanlara da bu sûretle (yüzer deve) ihsan buyurdu da, bu Arab eşrafını, o gün ganimet taksiminde başkalarına tercih etmişti. (Rasulullah (s.a.s.)’ın bundan maksadını anlayamayanlardan, bir kişi (i’tiraz ederek):

— Vallahi, bu taksim, kendisinde adalet gözetilmeyen yahud kendisiyle Allah rızası kast edilmeyen bir taksimdir, dedi.

Ben de:

— Vallahi, bu (küstahça) sözü ben, Rasulullah (s.a.s.)’a muhakkak haber veririm, dedim.

Ve akabinde Rasulullah’a varıp bunu, kendisine haber verdim.

(Rasulullah, (s.a.s.)’in mübarek yüzü değişti ve kıp kırmızı oldu.)

Rasulullah (s.a.s.):

‘Allah ve Rasulü adalet etmezse, kim adalet eder? Allah, Musa’ya rahmet etsin. O, bundan daha çok sözlerle ezalandırıldı da sabretti!” buyurdu. (2)

Âlemlerin yegâne Rabbi, İlâhı ve Meliki Allah (Azze ve Celle) tarafından âlemlere rahmet olarak gönderilen, (3) mü’minlere çok şefkatli ve merhametli, (4) bütün insanlara Peygamber kılınan, (5) Allah’ı sevenlerin kendisine uyması gereken merci, (6) O’na itaatin, Allah’a itaat olduğu, (7) rahmet ve savaş Peygamberi olan (8) Rasulullah (s.a.s.), adil davranmayacak da, ya kim davranacak?

Bu çirkin ve küstahça sözü söyleyenin münafıklardan olup Beni Amr b. Avf kabilesinden Muattıb b. Kuşeyr olduğu rivayet edilir. (9)

Ümmetin İmam’ı veya İslâm Cemaatinin Emir’i, Allah’ın hükümleriyle hükmetmek ve Rasulullah (s.a.s.)’in Sünnetiyle amel etmek konusunda Rasulullah (s.a.s.)’in vekilidir… Adil ve müttaki İmam veya Emir, mü’min müslümanları sevk ve idare konusunda Rasulullah (s.a.s.)’e itaat eden muvahhid ve müttaki olan İmam ya da Emir’e itaat, Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat etmektir… Yine böyle bir İmam veya Emir’e isyan etmek, Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e isyan etmektir… Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.) bunu, böyle buyurmuştur!.. (10)

Rasulullah (s.a.s.) itaat, Allah’a itaat olduğu malumdur… Böylece İslâm Cemaati’nin mü’min ve müttaki, adil ve fazıl olan Emirine itaatın vacib olduğu anlaşılmaktadır… Emir, hayatının diğer konularında Rasulullah (s.a.s.)’ı örnek edindiği gibi, insanları sevk ve idare etmede de Rasulullah (s.a.s.), yegâne önder ve yegâne örnektir…

Rasulullah (s.a.s.), nasıl davranmış ise, olumlu ve olumsuz olaylar hakkında tavrı ne ise, Emir konumundaki izzet ve şeref sahibi Emir de, öyle davranacak ve öyle bir tavır sergileyecektir!…

İnsan, şuurlu ve sorumlu bir varlıktır… Şuurlu ve sorumlu olduğu gibi aynı zamanda sorunlu ve problemli bir varlıktır… Bir çok faziletleri üzerinde taşıdığı, kendisine karekter edindiği gibi, bir çok istenmez huyları, çirkin tavırları ve düşük karekteri de üzerinde toplayabilir, hatta bu olumsuzluklar kendisinde kemikleşmiş huy hâline gelebilir… İnsan için en yüce ve en aşağılık ahlâkî tavır gündeme gelebilir… Hayvandan daha aşağı da düşebilir(11) ve meleklerin kendisine hürmet edip sevdiği bir yüce makama da çıkabilir… (12)

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Şübhesiz ki Allah, bir kulu sevdiği zaman, Cibril’e:

— Allah, fulan kulu sevmiştir, onu, sen de sev! diye nidâ eder.

Cibril de, o kulu sever. Sonra Cibril, gök halkına:

— Allah, fulan kulu sevmiştir, sizler de onu sevin! diye nidâ eder.

Gök ahalisi de, o kulu severler. Ve yer ahalisi arasında da o kimse için (gönüllerine) bir kabul konulur.”(12)

İnsanların öğretimi, eğitimi, sevk ve idaresi için birer çoban olan Allah’ın Peygamberleri ve onların varisleri olan âlimler ile Emirler, yönetimleriyle meşgul oldukları insanları çok iyi tanımaları gerekiyor… Bundan dolayı istisnâsız bütün Peygamberler (Allah’ın Sâlat ve Selâmı cümlesinin üzerine olsun), hayvan çobanlığı yapmışlardır… Sürü hâlinde olan hayvanların sevk ve idaresini çok güzel yapmış, hem tevazu göstermiş, hem de derin tefekkür fırsatını bulmuşlardır… Bu hâl, Rabbimiz Allah’ın Peygamberleri için uygun gördüğü bir Sünnet idi…

Bu konuyu, Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) beyan ederek, şöyle buyurur:

Allah, koyun güdenden başka bir Peygamber göndermedi.”

— Sen de mi? (Koyun güttün) diye sordular.

Rasulullah (s.a.s.):

“Evet, ben de Mekke ahalisi için bir kaç kırat ücret üzerine koyun güderdim.” buyurdu. (13)

Bu hâl, hayvan gibi, hatta hayvandan daha aşağı düşmüş insanların sevk ve idaresi için çok faydalı bir hâldir… İnsanlara çoban olmadan önce, hayvanlara çoban olmak, insan yönetiminde gereği gibi çobanlık yapmak için ihtiyaç olan bir eğitim merhalesidir…

Bu konuda, şu hadisleri de kaydetmek, okumak ve üzerinde durup derince tefekkür etmek yerinde olur…

Ebu Said el-Hudrî (r.a.) anlatıyor:

Biz, Rasulullah (s.a.s.)’ın yanında bulunuyorduk. Kendisi de ganimet taksim yapmakta idi. Bu sırada yanına Zu’l-Huveyrisa (denilen bir kimse) geldi. Bu, Temimoğullarından bir adam idi.

Bu adam:

— Ya Rasulullah (s.a.s.), adalet et! dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Sana veyl olsun! Eğer ben adalet etmezsem, kim adalet eder? Eğer ben adalet etmezsem (sen, adil olmayan bir insana tabi olduğun için) muhakkak eli boş kalmış ve ziyan etmişsindir!” buyurdu.

Bunun üzerine Ömer (r.a.):

— Ya Rasulullah (s.a.s.), bana bu herif hakkında izin ver de, Onun boynunu vurayım, dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Onu bırak! Onun bir takım avanesi vardır ki, sizden biriniz onların namazı yanında kendi namazını, onların oruçları yanında kendi orucunu muhakkak küçük görecek. Onlar, Kur’ân da okuyacaklar. Fakat Kur’ân (ın feyzi) onların köprücük kemiklerinden öteye geçmeyecek. Onlar, okun avdan (delip) çıktığı gibi İslâm’dan çıkacaklar. (Avı delip geçen) okun demirine bakılır, orada kan namına bir şey bulunmaz. Sonra okun yaya giriş yerine bakılır, orada da bir şey bulunmaz. Sonra okun yelesine (tüyüne) bakılır, orada da bir şey bulunmaz.

Ok, avın işkenbesi içindeki şeylere ve kana girip çıkmış, fakat onlardan hiç bir şey oka yapışmamıştır. Onların alameti, iki pazusundan biri kadın memesi gibi, yahud öteye beriye gidip gelen büyük bir et parçası gibi olan siyah bir adamdır.

Onlar, insanlar (müslümanlar) arasında bir ayrılma olduğu zaman ortaya çıkarlar.” buyurdular.

Ebu Said, şöyle dedi:

— Ben, bu hadisi Rasulullah (s.a.s.)’dan işitmiş olduğuma şehadet ediyorum. Ve yine şehadet ediyorum ki, Ali b. Ebi Talib (r.a.), ben de maiyyetinde iken bunlarla savaşmıştır. Ali (r.a.), bu hadiste tavsif edilen adamın aranmasını emretti. Adam arandı, neticede bulunup getirildi. Hatta ben, ona baktım ve Rasulullah (s.a.s.)’ın yaptığı tavsif üzere olduğunu gördüm. (14)

Aynı konuda, Ebu Said el-Hudrî (r.a.) şunu da anlatır:

Ali (r.a.) Yemen’de iken, Rasulullah (s.a.s.)’e toprağı üzerinde bir altın külçesi gönderdi. Rasulullah (s.a.s.) bunu, dört kişi (yani:) Akra b. Habis el-Fanzalî, Uyeyne İbn Bedr el-Fezalî, Alkame İbn Ulasete’l-Amirî –ki sonradan Beni Kilab’dan olmuştur– ve sonra Beni Nebhan’dan olan Zeydu’l-Hayr et-Tâî arasında taksim etti.

Bunun üzerine Kureyşliler kızdılar ve:

— Rasulullah (s.a.s.), bizi bırakıp da Necid büyüklerine mi veriyor? dediler.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

“Ben bunu, ancak onların kalblerini yumuşatmak, yatıştırmak için yaptım” buyurdu.

Derken, gür sakallı, elmacık kemikleri çıkık, gözleri çukur, alnı yüksek ve başı tıraşlı bir adam gelerek:

— Allah’dan kork ya Muhammed! dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

— Ben isyan edersem, Allah’a kim itaate der? Bana siz emniyet etmezseniz, hiç O (Allah), bana yeryüzünde yaşayan insanlar için emniyet eder mi?” buyurdu.

Sonra o adam dönüp gitti……. (15)

İnsanların emniyet etmediği, kendisinden emin olmadıkları kişiye Allah nasıl emniyet eder?.. İnsanların, malları, canları ve yönetimleri hakkında kendi aralarında emin görmedikleri ve emanetlerini teslim etmediklerine, Allah (Azze ve Celle) nasıl yeryüzündeki insanları sevk ve idare etme iktidarını teslim eder?.. Rabbimiz Allah, yeryüzündeki insanların iktidarını kendilerine verdiği kullar, mutlaka emin kullardır, adil ve müttaki kullardır… Allah’ın hükümlerini, yeryüzündeki Allah’ın insan kullarının arasında adaletli bir şekilde icra edenler, izzet ve şeref sahibi mü’minlerdir… onlar, bu konuda yetkili olduğu için Allah, bir emanet olan iktidarı, yani imamet ve emirliği kendilerine vermiştir.

Bu mü’min müslümanlar için şöyle buyurur Allah Teâlâ:

“Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a aiddir.” (16)

Mü’min müslümanları, Kur’ân ve Sünnet ölçüsünce yöneten adil ve müttaki emirler, Rasulullah (s.a.s.)’in vekili ve temsilcisi olduklarını beyan ettik… Bu adil ve fazıl emirler, mü’min müslümanları imkân dahilinde adaletle yönetmeye devam ederken, bazı bilmezlerin veya idrak etmez, ya da ard niyetlilerin zaman zaman saldırılarına uğrayabilirler… Bu ham kişilerin can incitici, moral bozucu, zalimane sözlerine hedef olabilirler… O zaman kâmil ve fazıl İmam veya Emir’e düşen şey sabır etmek, onlara karşı yumuşak davranmaktır… Eğer sert olunması gerekiyorsa, tatlı-sert olmalıdır… Kırıcı değil, yapıcı olmalıdır… Onların hamlığı karşısında Emir’in çok olgun olması lazımdır… Önderi ve örneği olan Rasulullah (s.a.s.)’in bu konudaki siyasetini takib etmeli ve tavrını takınmalıdır…

Cabir (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.)’e Huneyn’den dönerken Cirane’de bir adam geldi. (O anda) Bilâl’ın elbisesi içinde gümüş vardı. Rasulullah (s.a.s.), o gümüşten alıp halka veriyordu.

Gelen zat:

— Ya Muhammed, adalet göster! dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Vay canına! Ben, adalet göstermezsem, kim gösterir? Adalet göstermezsem, o hâlde ben, haybet ve hüsrana uğramışım demektir.” buyurdular.

Bunun üzerine Ömer İbnü’l-Hattab (r.a.):

— Ya Rasulellah (s.a.s.), bana müsade buyur da, şu münafıkı tepeleyivereyim! dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Halkın, benim Ashabımı öldürdüğümü söylemelerinden Allah’a sığınırım….” buyurdu. (17)

Bu çirkin sözler, dünyanın ve insanlık âleminin en kıymetli zatına, en izzetli şahsiyetine, hem de yüzüne karşı söyleniyordu… Bu çirkin ve kötü sözleri söyleyenler de, Rasulullah (s.a.s.)’i Peygamber kabul etmiş, O’na ve Allah’dan getirdiklerine iman ettiklerini beyan etmişlerdi… Onlar da, İslâm Cemaati’nin, hem de yeryüzünün en hayırlı nesli olan Ashab arasında bulunuyorlardı… Bütün bu kötülüklerin failleri olanlara karşı Rasulullah (s.a.s.), sabretmiş, yine onlara doğrusunu hatırlatıp kendilerini irşad etmiştir…

Rasulullah (s.a.s.)’in irşadlarına tekrar göz gezdirip bakalım!…

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyuruyordu:

“Sana veyl olsun! Eğer ben adalet etmezsem, kim adalet eder? Eğer ben adalet etmezsem (sen, adil olmayan bir insana tabi olduğun için) muhakkak eli boş kalmış ve ziyan etmişsindir!”

“Ben isyan edersem, Allah’a kim itaat eder? Bana siz emniyet etmezseniz, hiç O (Allah), bana yeryüzünde yaşayan insanlar için emniyet eder mi?”

“Vay canına! Ben adalet göstermezsem, kim gösterir? Adalet göstermezsem, o hâlde ben, haybet (mahrum olmak) ve hüsrana uğramışım demektir.”

Bütün bu eziyetlere karşı sabrı tercih eden Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah, Musa’ya rahmet etsin. O, bundan daha çok sözlerle ezalandırıldı da sabretti!”

Ve Rasulullah (s.a.s.)’e eziyet edip O’nu üzenleri cezalandırmak için izin isteyen Emiru’l-Mü’minin İmam Ömer İbnü’l-Hattab (r.a.)’a buyurduğu şu söz, Rasulî siyasetin değişmez ilkesidir:

“Halkın, benim Ashabımı öldürdüğümü söylemelerinden Allah’a sığınırım.”

Rasulullah (s.a.s.), İnsanları eğitmek ve onlara hakikatı öğretmek için Allah tarafından gönderilen bir muallim idi… O, hem öğretici, hem eğitici, hem de yönetici idi…

Rabbimiz (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Öyle ki, içinizde kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi temizleyecek, size kitab ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir peygamber gönderdik.

Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım. Ve (yalnızca) Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin!”(18)

Abdullah b. Amr (r.a.) şöyle anlatır:

Rasulullah (s.a.s.), bir gün odalarının birisinden çıkıp mescide girdi. Bu esnada iki halka (şeklinde oturmuş iki cemaat) ile karşılaştı. Bunlardan bir halka, Kur’ân okuyor ve Allah’a dua ediyordu. Diğer halka da ilim öğreniyor ve öğretiyorlardı.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

“(Bunların) hepsi hayır üzeredirler. Şunlar, Kur’ân okuyorlar ve Allah’a dua ediyorlar. Eğer Allah dilerse, onlara istediklerini verir ve dilerse vermez. (Diğer cemaata işaretle) bunlar da (ilim) öğreniyorlar ve öğretiyorlar. Ben de ancak öğretici (muallim) olarak gönderildim.” buyurdu ve hemen bunların yanına oturdu.(19)

Daru’l-Harb’e dönüşmüş işgal altındaki İslâm topraklarında bir araya gelip cemaat olmuş mü’min müslümanlara emir olan adil ve müttaki mü’minler, aynı zamanda iyi bir eğitici ve öğretici olmalıdırlar… Rasulullah (s.a.s.)’in siyasetini takib ederken, meşru hedefe, meşru’ yollardan giderken adalet ölçüsünde sevk ve idareyi gerçekleştiren Emir ve Ehl-i Hâl ve’l-Akd şûrası, cahil bıraktırılmış mü’min müslümanların eğitim ve öğretim mes’elelerini İslâmî ölçülerde gerçekleştirmelidirler… Bu, onların temel vazifelerindendir… İslâmî hareketin sıhhatı ve selâmeti için eğitilmiş, bilgili, şuurlu ve idrak kabiliyetine ulaşmış olgun kitlelere ihtiyaç vardır…

Emir ve yönetici kadro, şahıslarıyla ilgili ve onlara karşı olan olumsuz olayları ve kişileri yerinde affetmesini becermelidirler… Nefislerini önplana çıkarmamalı, bundan dolayı insanlardan öc almaya kalkışmamalıdırlar… Her zaman İslâm Dâvâsı önplanda olmalı, Allah’ın, hakkı yüce tutulmalı ve her ne olursa olsun korunmalı, ayaklar altına düşürülmemelidir… Rasulullah (s.a.s.), kendisi için kin tutup öc almamıştır, amma Allah’a karşı hürmetsizlik gösterildi mi, Allah’ın hukuku çiğnendi mi o zaman öfkelenir ve Allah için intikam alırdı… Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha), Rasululah (s.a.s.)’i böyle görmüş ve böyle anlatmıştı…(20)

Bu konuda şu iki hadis, ibret ve ders almak açısından imanlı ve akıllı insanlara yeterli gelir…

Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Ben (bir kerresinde) Rasulullah’ın beraberinde yürüyordum. Rasulullah’ın üzerinde Necran dokumalarından kalın kenarlı bir ridâ (yani bir kaftan) bulunuyordu. Bir çöl Arabı, Rasulullah’a yetişti de, ridâsını şiddetle çekti. O sırada ben, Rasulullah’ın boynu ile iki omuzu arasına baktım da Bedevî’nin ridâyı şiddetle çekmesinden dolayı, ridânın kalın kenarı Rasulullah (s.a.s.)’ın boyun safhasında iz bırakmış olduğunu gördüm.

Bundan sonra Bedevî, Rasululah (s.a.s.)’a:

— Yanında bulunan Allah malından bana bir şey verilmesini emret, dedi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.), Bedevîye doğru (şefkatle) baktı da güldü, sonra bu Bedevîye biraz dünyalık verilmesini emretti. (21)

Rasulullah (s.a.s.)’in şahsına karşı böyle kaba ve cahilce harekette bulunan Bedevî’nin bu hareketine kızmayan, ona gülümseyen ve Bedevîye dünyalık mallardan verilmesini emreden önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Allah’ın hukukunun çiğnenmesine veya Hududullah’ın aşılmasına asla rıza göstermemiştir… Allah’ın sınırlarının korunması hususunda hiç bir taviz vermemiş ve bu konuda en küçük bir yumuşama göstermeyip, gevşeklikte bulunmamıştır…

Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha) şöyle demiştir:

Kureyş’in Mahzum soyundan olup da hırsızlık etmiş bulunan bir kadının durumu, Kureyş’e hayli üzüntü vermişti.

Onlar:

— Bu kadının cezadan afv hususunda Rasulullah ile kim konuşabilir? Bu hususta kelâm etmeye Rasulullah’ın sevgilisi olan Üsame’den başka kim cesaret edebilir ki? dediler.

Nihayet Üsame (r.a.), bu hususta Rasulullah (s.a.s.) ile konuştu. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

“Allah’ın tayin ettiği cezalardan bir ceza hususunda şefaat mı ediyorsun?” buyurdu.

Sonra ayağa kalkıp bir hitabe yaparak şöyle dedi:

“Ey insanlar, sizden evvelki (ümmet)ler, ancak şu sebebten sapmışlardır:

Onlar, aralarında şerefli bir kimse çaldığı zaman onu bırakırlardı da, zayıf olan çaldığı zaman ona ceza uygularlardı. Allah’a yemin ederim ki, eğer Muhammed’in Kızı Fatıma çalmış olsaydı, muhakkak onun elini de keserdim!”(22)

Çünkü yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurmuştu:

“Hırsız erkek ve hırsız kadının, (çalıp) kazandıklarına bir karşılık, Allah’dan, tekrarı önleyen kesin bir ceza olmak üzere ellerini kesin. Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (23)

Bu ceza, Allah’ın kesin bir emriydi ve mutlaka yerine gelmesi gerekliydi. Bu cezanın insanlar tarafından affedilmesi ve önlenmesi, Hududullah’ı çiğnemekten başka bir şey olmadığı için buna, hiç kimsenin hakkı yoktur… Rasulullah (s.a.s.)’in beyanıyla hırsızlık yapan kendi kızı Fatımatu’z-Zehra (r.anha) bile olsa, bu ceza kendisine tatbik edilip eli kesilir… Allah’ın sınırlarını koruma konusunda Rasulullah (s.a.s.) kadar titiz ve şiddetli davranmak, O’nun varisleri ve temsilcileri olan ümmetin İmam’ı veya İslâm Cemaati’nin Emir’inin vazifesidir… Çünkü İmam’ın veya Emir’in varlık sebebi, Hukukullah’ı ve Hukuku’l-İbadı korumaktır… Yani Allah’ın hakkını ve kulların hakkını gözetip korumak, İmam ve Emir’in asıl vazifesidir… Bunun için eldeki tüm imkânları kullanmak gerekir… Bu imkânları kullanırken de, hak üzere ayak diremek ve direnmek lazımdır… Sabır da budur…

Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Artık sen sabret, Rasullerden azim sahiblerinin sabrettiği gibi. Onlar için de acele etme.” (24)

Önder ve örnek olan Rasulullah (s.a.s.)’in sabrı, direnci, tavrı, siyaset ve mücadele metodu, Emir konumunda olan mü’min müslümanların takib etmeleri mecburî olan bir metoddur… Hangi çağda ve hangi ülkede olursa olsun bu tavır ve bu metod değişmemelidir… Özde, yani akidede ve hedefte herhangi bir sapma olmaksızın, meşru, yani İslâm’a uygun olan tüm araçlar kullanılabilinir… Meşru hedefe, gayr-i meşru araç ve yollarla varılmaz… Bir helâla varmak için, zaruret veya ikrah-ı mülci hâli olmadan haram birşey kullanmaya cevaz yoktur… Hak yolda yürürken, tağutların, müstekbir zalimlerin bir çok engelleriyle karşılaşılabilinir… Bu engelleri aşmak için çok çaba sarfetmek ve direnmek gerekir… Gerek tebliğ ve davet sahasında, gerekse cihad meydanında yılmadan imkânlar nisbetinde çalışmak ve umutvar olmak lazımdır…

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:

Şimdi ben, Rasulullah (s.a.s.)’in yüzüne bakıp görür gibiyim.

O, Peygamberlerden bir Peygamberi hikaye ediyordu. Ki kavmi O’nu dövmüş de, O’nun kanını akıtmışlardı. Fakat O, yüzünden hem kanı siliyor, hem de:

“Ya Rabb, kavmimi mağfiret eyle, çünkü onlar bilmiyorlar!” diyordu. (25)

Yetmiş-seksen yıldır işgal edilmiş İslâm topraklarında egemen olan müstevli tağutî düzenler, cahilî eğitimleriyle bilgisiz bıraktıkları kitlelerle muhatab olan muvahhid mü’minler, insanlara İslâm’ı tebliğ etmede çok zorluk çekmektedirler… Bu cahil bıraktırılan müstaz’af insan yığınlarına İslâm’ı anlatmak, onların kafalarındaki isi-pası İslâm’ın nuruyla yıkayıp tertemiz edip aydın bir hâle getirmek kolay olmasa gerektir… İslâm Davetçisi olan mü’min müslüman, tüm olumsuzluklara rağmen azmi elden bırakmadan ve yılmadan çalışacaktır…

Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Andolsun, onların söylemekte olduklarına karşı senin göğsünün daraldığını biliyoruz.” (26)

İslâm Cemaati’nin Emir’i aynı zamanda çok azimli bir İslâm Davetçisi olmalıdır… Hem yönetici, hem eğitici, hem de davetçi…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“Öyleyse sen, emrolunduğun şeyi (kafaları çatlatırcasına) açıkca söyle ve müşriklere aldırış etme.” (27)

Allah’ın emrettiklerini, Rasulullah (s.a.s.)’in yaptıklarını, önce nefsinde tatbik etmeli, hayatında bir tavır, bir biçim olarak ortaya koymalı ve hâlis bir niyetle yapmalıdır ki, diğer insanlara örnek oluştursun… Önderlik, yani imamet ve emirlik makamına yakışan da budur elbette… Çünkü Allah, sadece O’nun rızasını arzu ederek yapılan amelleri kabul eder…

Ebu Ümame el-Bahilî (r.a.)’dan.

Nebî (s.a.s.)’e bir adam gelerek:

— Şöhret ve mükafat için savaşan hakkında ne dersin, sevab alır mı? diye sordu.

Rasulullah (s.a.s.):

“Onun için hiç bir şey yoktur!” buyurdu.

Gelen adam, sorusunu üç defa tekrarladı. Rasulullah (s.a.s.), her defasında:

“O, hiç sevab alamaz.” buyurdu.

Sonra da:

“Allah, ancak kendi rızası gözetilerek, hâlis bir niyetle yapılan ameli kabul eder!” buyurdu. (28)

İslâm Cemaati’nin başında bulunan muvahhid ve müttaki emir, her mü’min müslümana karşı, Allah’ın emrettiği ve Rasulullah (s.a.s.)’den öğrendiği adaleti tam uygulamalıdır…

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

“Şübhesiz Allah, adaleti, insanı, yakınlara vermeyi emreder. Çirkin utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki, öğüt alıp düşünürsünüz.” (29)

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan söküp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Allah, adalet yapanları sever.” (30)

“De ki: ‘Rabbim, adaletle davranmayı emretti…” (31)

“Şübhesiz Allah, adil olanları sever.” (32)

Bu, böyledir!..