TÖHMET MAKAMINA KALKIŞMA!

Rasulullah (s.a.s.)’in zevcesi Safiyye (r.anha)’dan.

Rasulullah (s.a.s.), Ramazan’ın son onu’nda mescidindeki i’tikaf yerinde iken Safiyye, O’nu ziyaret etmek üzere Rasulullah’ın yanına gelmiş ve huzurunda bir saat konuşmuş. Sonra evine dönmek üzere ayağa kalkmış, Rasulullah da, Safiyye’yi evine geçirmek üzere O’nunla beraber kalkmış. Nihayet Ümmü Seleme’nin oda kapısı önündeki mescid kapısına ulaştığında Ensar’dan iki kimse oradan geçmiş ve Rasulullah’a selâm vermişlerdi.

Rasulullah onlara:

“Yavaş olun, durun! Yanımdaki bu kadın, hanımım Safiyye binti Huyeyy’dir.” buyurdu.

O iki Enhsarî zat:

— Sübhanallah, ya Rasulullah! dediler.

Ve bu iş (Rasulullah’ın, Safiyye’nin hüviyetini tayine mecburiyet duyması) kendilerine ağır geldi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

“Şüphesiz şeytan, insan vücudunda kanın dolaştığı yere ulaşır. (Yani kan deveranı gibi deveran eder.) Ben, sizin temiz gönüllerinize şeytanın (kötü) bir şübhe atmasından endişe ettim!” buyurdu. (1)

“Âlemlere rahmet olarak gönderilen (2) “Ümmetine karşı çok şefkatli ve çok merhametli olan,(3) “Onların sırtlarındaki ağır zincirleri indirip kendilerini temizleyen (4)” ahirette bile başkaları “nefsî nefsî” derken O, “Ümmeti Ümmeti” diye ümmetinin hayrını dileyen (5) yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), muvahhid mü’minlerin apaçık düşman olan şeytana hiç bir zaman fırsat vermediği gibi bu konuda da fırsat vermemiş, değerli Ashabını yerinde uyarmıştır.

“Ben, sizin temiz gönüllerinize şeytanın (kötü) bir şübhe atmasından endişe ettim!” buyurmuştur.

“Kadî Iyaz ve başkalarının beyanına göre ulemâ’dan bazıları şeytanın, insanın kanına girip dolaşmasını hakikat mânâya hamletmiş ve:

— Allah ona, insanın içinde ve kanında dolaşacak kuvvet ve kudreti halketmiştir, demişlerdir.

Diğer bazı ulemâ’ya göre bu söz şeytanın çok vesvese verdiği ve insanı çok yoldan saptırdığı için istiâre edilmiştir. Sanki şeytan, insandan ayrılmamak hususunda onun kanı mesabesindedir.

Bir takımları:

— Şeytan vesvesesini bedenin ince mesâmatına (gözeneklerine) bırakır, oradan vesvese kalbe ulaşır, demişlerdir.” (6)

Rasulullah (s.a.s.)’in kendilerini şeytanın vesvesesinden sakındırıp uyardığı iki değerli sahabesinin Useyd b. Hudayr ve Abbas b. Bişr (r.anhuma) olduğu beyan edilmiştir…

“Hadisin: ‘Ben’ (temiz) kalblerinize şeytanın (kötü) bir şübhe….’ cümlesinin mânâsı şudur: Yani ben, sizin kötü bir şey düşündüğünüzü sanmadım. Lâkin sizi helâke götürecek bir kanaatı kalbinize şeytanın vesvese etmesinden korktum.

Hulâsa Peygamber (s.a.s.) onların, kötü bir zan sahibi olduklarını söylemek istememiştir. Çünkü onların, sadık mü’min olduklarını biliyordu. Fakat şeytanın onların kalblerine bir vesvese sokmasından korkmuştur. Çünkü onlar, şeytanın vesvesesinden emin kılınmış değillerdi. Böyle bir vesvese onları, kötü bir zanna sürükleseydi helâk olurlardı. Bu nedenle Peygamber (s.a.s.) onları uyarmış ve onlardan sonra gelecek mü’minlere eğitici ders vermiştir.

Nitekim Hakim’in Rivayetine göre Şâf’î, İbn Uyeyne’nin meclisinde oturuyordu. İbn Uyeyne, Şâfîi’ye bu hadisi sorunca Şafiî, şöye cevab vermiştir:

— Eğer o iki zat, Peygamber (s.a.s.)’i itham etseydiler, küfre giderlerdi. Onların kalblerine, şeytan henüz bu tehlikeli vesveseyi sokmadan Peygamber (s.a.s.), nasihat için onları uyarmıştır.

İbn Dakikü’l-Iyd:

— Bilhassa âlimler ve örnek durumunda olan zatlar, bu hususta çok dikkatli olmalıdır. Haklarında kötü zanlara yol açabilecek durumlarda sakınmalıdırlar. Çünkü böyle bir töhmet altında kaldıkları takdirde, onların bilgisinden halk istifade edemez, demiştir.” (7)

Kıymetli Şarihler, bu hadisin şerhinde bizlere bu bilgileri vermektedirler… Rasulullah (s.a.s.), Ashab’dan olan o zatları uyarması, muvahhid mü’minlerin töhmet makamında bulunmamaya dikkat etmesine işarettir… Eğer böyle bir durumda bulunmak gerekiyorsa, onun, o durumuna şahid olacak diğer mü’min müslümanların daha önceden veya olay yerinde uyarılmaları gerekiyor… İbn Dakikü’l-Iyd (rh.a.)’in de beyan ettiği gibi, özellikle Ümmetin âlimleri ve önderleri bu konuda çok hassas davranmalıdırlar… Kendilerini töhmet altına düşürecek işlerden, olaylardan ve yerlerden çok uzak durmalıdırlar… Şer’an sakıncalı değilse bile, bilmeyen insanlarca sakıncalı görülen ve insanı töhmet altında tutacak şeylerden çekinmelidirler…

“İslâm’a göre caiz olduktan sonra kim ne derse desin ben yaparım” diye toplumun anlayışını ve değerlendirmesini göz ardı etmemelidir… Toplumsal ifsadı önlemek veya toplumsal ıslahı geçekleştirmek için bazan caiz olan şeylerin terki gerekebilir… Böyle davranmak, bilgisiz halkın selâmeti için, onlara İslâmî tebliği ulaştırmak için daha uygun bir yol olabilir… Kısacası, içinde yaşadığı toplumu gözönünde bulundurması gerekir İslâm âlimleri ve önderleri… Eğer toplum, anlayışıyla, genel kabul edişiyle ve tavrıyla herhangi bir mübah konuya hazır değilse, o mübah konunu gündeme gelmesi ertelenebilinir… En-Nihaye farz-ı ayn, vacib veya Sünnet-i müekket bir konu değil, yapılması caiz, yapılmadığı takdirde günah olmayan bir konudur… Elbette ortam müsaid olduğunda yapılması tavsiye edilir, fakat müsaid olmayan toplumsal bir ortamda dikkat edilmelidir!..

Hadisteki olaya dikkat buyrulsun!..

Bir yanda Ümmetin Peygamberi, insanlık âleminin en kâmil şahsiyeti, mü’minlere canlarından daha kıymetli ve sevgili olan Rasulullah (s.a.s.) ile yine bütün mü’min müslümanların annelerinden zevcesi Safiyye binti Huyeyy b. Ahtab (r.anha), (8) diğer yanda Rasulullah (s.a.s.) ve Zevcesi Safiyye (r.anha)’yı öyle kabul eden Ümmetin en hayırlı nesli olan Ashab’dan iki değerli şahsiyet!..(9) Bu şahsiyetler hakkında Rasulullah (s.a.s.) tereddüd edebiliyorsa, şeytanı vesvesesinden dolayı endişelenebiliyorsa, ya Ashab’dan, Tabiîn’den ve Etbau tabiîn’den olmayan Ümmetin diğer ferdleri için neler düşünülmez ki?..

İster âlim olsun, ister önder olsun, isterse Ümmetin sıradan bir ferdi olsun, hiç bir mü’min müslüman töhmen makamında bulunmamalıdır… Bulunduğu konum itibariyle bir başka müslümanı sû-i zanna düşürmeye hiç kimsenin hakkı yoktur… İçyüzünü bilmeynlerin o konum için sû-i zann yapacakları herhangi bir yerde bulunan birisinin:

— Bu müslümanlar da ne biçim insanlar? Müslüman hüsn-ü zann sahibi olmalıdır… Niçin benim için sû-i zann da bulunuyorlar? Niçin hüsn-ü zann sahibi olmuyorlar, demeye hakkı yoktur!..

O kişi, böyle hakkı olmayan beyanlarda bulunacağına, insanı sû-i zanna düşürücü hâl, hareket ve yerlerde bulunmamalıdır… Hem bulunduğu konum sû-i zanna müsaid, hem de insanlardan hüsn-ü zann beklemek, olacak iş değildir!..

Önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in beyanıyla:

“Şübhesiz şeytan, insan vücûdunda kanın dolaştığı yere ulaşır.”

Ve şeytan, vazifesi icabı mü’min müslümanları tereddüdlere düşürmeye, güzel kalblerine olmadık vesveseler atmaya çalışır… Şeytana bu fırsatı vermemek gerek!.. İnsanları sû-i zanna düşürmemek icab eder… Muvahhid mü’minler, böyle olumsuz hâllerden alabildiğine sakınmaları gerekir… Hiç umulmayan bir yerden şeytanın mü’min müslümanın ayağını kaydırabileceğini hiç hatırdan çıkarılmamalıdır… Olumsuz bir şeyi olumluymuş gibi gösterir, işlettikten sonra her şey ortaya çıkar amma iş işten geçmiş olur…

Bütün insaların babası, ilk insan, ilk Peygamber ve ilk medeniyet kurucusu Âdem (a.s.)’ın, Kur’ân-ı Kerim’de beyan edilen kıssasına bakıldığında, insanın apaçık düşmanı olan şeytanın oyunu apaçık ortaya çıkar!.. Şeytan insana, nerelerden yaklaşıp fitneye düşürüyor, olumsuzları nasıl olumlu gibi gösterip insana vesvese verip onun ayağını kaydırıyor net olarak anlaşılıyor…

İşte Rabbimiz Allah’ın ayetleri:

“Ve dedik ki: ‘Ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz de ondan, neresinden dilerseniz bol bol yiyin, amma şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (10)

“Bunun üzerine dedik ki: ‘Ey Âdem, bu (şeytan) gerçekten sana ve eşine düşmandır, Sakın sizi cennetten sürüp çıkarmasın, sonra mutsuz olursun.

Şübhesiz ki, senin acıkmaman ve çıplak kalmaman orada (cennette kalmana bağlı)dır.

Ve gerçekten sen, burada susamayacaksın ve güneş altında yanmayacaksın da.’

Sonunda şeytan O’na vesvese verdi. Dedi ki: ‘Sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vere-yim mi?” (11)

“Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbinizin, size bu ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki melek olmamanız veya ebedî yaşayanlardan kılınmamanız içindir.’

Ve: ‘Gerçekten ben, size öğüt verenlerdenim’ diye yemin de etti.

Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı taddıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerie beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından örtmeye başladılar. (o zaman) Rabbleri kendilerine seslendi: ‘Ben sizi, bu ağaçtan men’etmemiş miydim? ve şeytan, sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?’

Dediler ki: ‘Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.” (12)

“Andolsun, Biz, bundan önce Âdem’e ahid vermiştik, fakat o, unutuverdi. Biz, onda bir kararlılık bulmadık” (13)

Ayetlere dikkat edilecek olunursa, Şeytan, Âdem (a.s.)’ı ve eşi Havva (r.anha)’yı olmayacak bir şey ile aldatmaktadır: Cennette ebedî bir hayat!.. Kendilerine ebedîlik ağacı ve yok olmayacak  bir mülkü haber vermek istediğini sanki dostane bir edâ ile beyan ediyor… Onların iyiliğini istiyor gibi davranıyor!.. Aldatma oyunu sonuçlanınca da bir tarafa çekiliyor Şeytan… Her zaman yaptığı şeytanî karekteri ile sahneye çıkıp rolünü çok iyi becerdikten sonra insanı hatasıyla, rüsvaylığıyla, pişmanlığı ve şaşkınlığı ile başbaşa bırakıyor… Önce olumsuzluğu olumlu gibi gösteriyor, bir çok vesveseler ile çeşitli olumlu plan ve program yaptırıyor… İnsanın ayağını  kaydırıp baş aşağı yere çaktıktan ve günah işlettikten sonra o yalnızlı sözlerin, o plan ve proğgramların hiç birisinin doğru olmadığı ortaya çıktıktan sonra, hemen sahneden ayrılıyor ve insanı tüm belâlarla başbaşa bırakıyor…

Sünnetullah gereği ölümlü olan insanı, ölümsüz olmaya davet ediyor… Olmazı, olur gibi gösteriyor… Sadece yaldızlı sözler ile kandırmacayı gündeme getiriyor… Bir anlık bir unutma ve yanılmayı sağlamaya çalışıyor… Zaten bütün ayak kaymalar bir anlıktan ibarettir!..

Değişmeyen Sünnetullah’dır ki, her canlı ölümü tadacak ve yeryüzünde yaşayıp orada ölecek, yine oradan diriltileceklerdir…

“ Dedi ki: ‘Orada (yeryüzünde) yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız.” (14)

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerrle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz, Bize döndürüleceksiniz.” (15)

Bir anlık unutmak, bir anlık yanılmak, şeytanın aradığı en bulunmaz fırsattır… Bu fırsatı ona ve taraftarlarına vermemek gerek… Bundan dolayı merhameti bol Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) bizleri uyarıyor:

“Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belâya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz, gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.” (16)

Rabbimiz Allah, şeytandan ve onun, gerek insanlardan, gerekse cinlerden olan taraftarından, dostlarından, kendisine sığınmamızı emretmekte ve Nas Sûresi ile bunu biz insan kullarına beyan buyurmaktadır… (17)

Şeytan ve taraftarları bizim kendilerini göremediğimiz ve fark edemeyeceğimiz yerlerden bizleri gözetlemektedirler… Ellerinde her türlü teknolojik aletlerle… Ses aletleri ve görüntü kameralarıyla en küçük bir hatamızı tesbit etmek üzere sinsice pusuya yatmışlardır… Gizli kameralar ile hem ses, hem de görüntüyü kaydetmekteler… Evlerimizin, iş yerlerimizin çok yakınlarına pusu kurmuş, dinleme cihazlarıyla kulaklarını kabartmışlardır… Haberleşme aletlerine yerleştirdikleri cihazlarla, mü’min müslümanların neler konuştuklarını gizliden gizlie tesbit etmeye çalışıyorlar… Mü’min müslümanlar, bunların farkına varmadan onların gizli kameralarına ve gizli mikrofonlarına takılabilirler… Zaman içinde takılıyorlar da!..

Mü’min müslümanlar, şeytan ve şeytanın dostları hakkında çok uyanık, çok dikkatli olmalıdırlar!..

Rabbimiz Allah, bu konuda kullarını uyarmasındaki inceliği iyi düşünmek gerek:

“(Şeytan) Sakın sizi bir belâya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir.”

Şeytan ve onun taraftarları, mü’min müslümanların ayağını kaydırmak, hata işletmek, günaha düşürmek ve kendilerine töhmet gelecek yerlerde bulundurmak istemektedirler… Mü’minler, bu konuda çok hassas davranmalı, uyanık olmalı ve töhmet yerlerine yaklaşmaması gerekir… Şeytanın vesvesesine kanmamak, “canım kim görecek?” gibi kişiyi yanıltan duygulardan sakınmak lazımdır…

“Kim görecek ve kim duyacak?” gibi kişiyi yanıltan hislerin şeytanın vesvesesi olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır… Allah’a ve meleklerine iman ettiğini kalben tasdik, dil ile ikrar eden bir muvahhid mü’minin, ‘kim görecek ve kim duyacak?” sorusuna vereceği cevabı imanından kaynaklanır ve cevabı hazırdır: Allah, görüyor, duyuyor ve biliyor… (18) Ayrıca vazifeli kıldığı melekleri de görüyor ve duyuyor… Bununla beraber yerin bile gözü var, kulağı var ve yer bile insana bir şahiddir… (20)

Muvahhid mü’minler, bu Tevhidî ve imanî şuurda oldukları ve bunu iyice idrak edip dikkat ettikleri müddetçe kolay kolay şeytanın vesvesesine kanmazlar… Fakat bir anlık gaflet, bir anlık unutma ve yanılma… İşte o konuda çok hassas olunması gerekir…

Bunun için de, Rabbmiz Allah (Azze ve Celle)’nin ve Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in emirleri doğrultusunda hareket etmek gerekir… Allah ve Rasulü (s.a.s.) herhangi bir konuda ne buyurmuşlarsa, herhangi bir tercih söz konusu olmadan, “amma, fakat, lâkin” gibi aklî önerilere ihtiyaç duymadan hemen tabi olmak gerek… Muvahhid mü’minlerin vazifesi budur… (21)

İşgal edilmiş topraklarında egemen tağutların zulmü altında bulunan mustaz’af mü’min müslümanlar, ancak Kitab ve Sünnet’e sığınmak ve gereğini yapmakla kurtulurlar… Başka bir kurtuluş çaresi olmadığı malumdur!..

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Ümmetine sımsıkı sarıldıkları takdirde sapmayacak ve kurtulacakları iki şey bıraktığını beyan buyurmuştu: Kur’ân ve Sünnet! (22)

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Cabir (r.a.)’ın rivayetiyle Ümmetini şu şekilde uyarmaktadır:

“Kocaları yanlarında bulunmayan kadınları ziyaret etmeyin! Nitekim şeytan herhangi birinizin damarlarında kanın dolaşımı gibi dolaşmaktadır.”

Biz:

— Senin de mi? dedik.

Buyurdu ki:

“Benim de! Fakat şeytana karşı Allah, bana yardım etti ve o (benim şeytanım) boyun eğdi!” (23)

Kocaları yanlarında bulunmayan kadınların yanlarına girmekte töhmet vardır… Onlarla başbaşa kalmak çok tehlikelidir… İnsanın ayağının kaydığı noktalardan birisi olan bu durumda hassas olmak lazımdır… O kadınların, akraba olup olmaması herhangi bir şey gerektirmez… Bundan çekinmek gerekir… Önderimiz Rasulullah (s.a.s.) böyle buyurduktan sonra, artık herhangi bir te’ville mes’eleyi zora sokmaya ihtiyaç yoktur… Böyle bir tavır abes ile iştigal olduğu gibi, günaha kapıyı aralamak demektir… Rasulullah (s.a.s.), böyle mi buyurdu, biz mü’min müslüman olarak “işittik ve itaat ettik!” (24) Bizim vazifemiz budur… Biz muvahhid mü’minler, bilmediğimizin peşine düşmemekle emrolunduk…

“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.”(25)

Yakînen bilmediğimiz bir şeyin iç yüzünü öğrenin-ceye, onu iyice araştırıp gerçeğini bilinceye kadar, o konuda kat’î söz söylememek gerek… zan ile hareket etmek, bir mü’mine yakışan şey değildir…

Muvahhid mü’minlerin töhmet makamına yaklaşmamaları ve ondan sakınmaları konusunda, akîde yönü ve amel yönüyle iki örnek vermekle mes’elenin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaya çalışacağız…

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

“Senin kavmin, O (Kur’ân) hak iken onu yalanladı. De ki: ‘Ben, üzerinize vekil değilim.’

Her bir haber için kararlaştırılmış bir zaman (müstakar) vardır. Siz de bileceksiniz.

Ayetlerimiz  konusunda  alaylı tartışmalara dalanlar -onlar, bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana, unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra artık zulmeden toplulukla beraber oturma.

Korkup sakınanlar (Müttaki mü’miler) üzerinde onların hesabından herhangi bir şey (sorumluluk) yoktur. Umulur ki, sakınırlar.

Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur’ân’la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helâke düşmesin. (Böylesinin) Allah’dan başka ne bir velisi, ne  bir  şefaatcısı vardır, her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helâke uğrayacaklardır. Küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır.” (26)

Ayetlerin tefsirsiz, hadislerin şerhsiz okunmaması tavsiye edilmektedir… Bundan dolayı bu ayetlerin tefsirine müracaat ediyoruz ve bu konuda üstad olan müfessir imamların görüşlerini aktarıyoruz…

İmam Kurtubî (rh.a.) şöyle diyor:

“Yüce Allah’ın: ‘Ayetlerimize’ yalanlamak, reddetmek ve alay etmek sûretiyle’ dalanlar gördüğün zaman onlar, başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir.’ buyruğunda hitab, mücerret olarak Peygamber (s.a.s.)’e yöneliktir.

Şöyle de denilmiştir:

Müminler de bu hitaba O’nunla birlikte dahildirler. Bu, sahih bir görüştür. Çünkü bu yüz çevirmenin gerekçesi, Allah’ın ayetlerine dalmakta olduğunu işitmektir. Bu da, hem mü’minleri, hem de O’nu kapsamına alır.

Şöyle de açıklanmıştır:

Bununla  kastedilen yalnızca Peygamber (s.a.s.)’dir. Çünkü O’nun, müşriklerin yanından kalkıp gitmesi, müşriklere oldukça ağır gelirdi. Mü’minlerin kalkıp gitmesi ise, onlar tarafından böyle değerlendirilmiyordu. Bununla Hz. Peygamber, ayetlere dalıp alay ettikleri takdirde yanlarından kalkıp gitmek suretiyle onlardan uzaklaşmakla emrolundu. Böylelikle edeblerini takınarak Allah’ın ayetlerine dalıp onlarla alay etmeyi terk etsinler.

Şanı yüce Allah, bu ayet-i kerime ile Peygamberine (s.a.s.) edeb öğretmektedir. Çünkü O, müşrik bir topluluğun yanına oturur, onlara öğüt verir ve onları davet ettiği hâlde onlar, Kur’ân-ı Kerim ile alay ediyorlardı. Yüce Allah, onların bu tavırlarını reddeden bir şekilde onlardan yüz çevirmesini emretti. İşte bu da, şuna delildir: Bir kimse, başkasının münker işlediğini bilse ve yapacağı nasihatını kabul etmeyeceğini de bilecek olsa, onun bu davranışını reddeden bir edâ ile yüz çevirmesi ve ona yönelmemesi gerekir.

Hüccet olan İmamlarla onların peşinden gidenlerin, takiye olmak üzere fasıklarla beraber oturup kalkabileceklerini ve onların görüşlerinin doğruluğunu ifade edebileceklerini iddia edenlere karşı bu ayet-i kerimede Aziz ve Celîl olan Allah’ın Kitabı’ndaki bu ayette açık bir redd bulunmaktadır.

Taberî, Ebu Cafer, Muhammed b. Ali (r.a.)’dan şöyle dediğini zikretmektedir:

— Çeşitli dâvâlar ileri sürerek birbirine düşmanlık eden husumet sahibi kimselerle oturup kalkmayınız. Çünkü onlar, Allah’ın ayetleri hakkında (bilgisizce) dalan kimselerdir.

İbn Arabî der ki:

— Bu da, büyük günah işleyen kimselerle oturup kalkanın helâl olmadığına delildir.

İbn Huveyzimendad der ki:

— Allah’ın ayetleri hakkında dalan kimselerle oturup kalkmak terk edilir ve ondan uzak kalınır. İster mü’min, ister kâfir olsun.

Yine şöyle demektedir:

— Aynı şekilde bizim mezheb âlimlerimiz, düşman topraklarına, onların kilise ve havralarına girmeyi uygun görmediği gibi, kâfirlerle ve bid’at ehli ile de oturup kalkmayı uygun görmemişlerdir. Onların (mü’minlere) sevgi gösterdiklerine inanılmaması, sözlerine kulak verilmemesi ve onlarla tartışılmaması da gerekir.

Bid’at sahiblerinden birisi, Ebu İmrân en-Nehâî’ye şöyle demiştir:

— Benim bir sözümü dinle!

Ancak Ebu İmrân, ondan yüz çevirmiş ve:

— Senin yarım sözünü dahi dinlemem, demiştir.

Buna benzer bir rivayet, Eyyub es-Sahtiyânî’den de rivayet edilmiştir.

El-Fudayl b. Iyad der ki:

— Bid’ad sahibi birisini seven bir kimsenin Allah amelini boşa çıkarır. Onun kalbinden İslâm’ın nurunu çıkartır. Her kim kızını bir bid’atcı ile evlendirecek olursa, kızıyla akrabalık bağını koparmış olur. Bid’at sahibi bir kimse ile oturana hikmet verilmez. Bir kimse, bid’atçı birisine buğzederse, Allah’ın da ona mağfiret edeceğini ümit ederim.

Ebu Abdullah el-Hâkim de, Aişe (r.anha) dan şöyle dediğini rivayet etmektedir.

Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

“Her kim bid’at sahibi birisine saygı gösterecek olursa, o, İslâm’ın yıkılışına yardımcı olmuş olur.”

Bunlar, bid’at sahibi  kimselerle   oturup kalkmanın -o nlarla beraber olanlar kulaklarını korudukları takdirde- caiz olduğu iddiasında bulunanların görüşlerini çürütmüş olur.” (27)

Bid’at ehli olanlar hakkında hüküm bu olduktan sonra, artık İslâm düşmanı, mü’min müslümanların kanına susayan egemen tağutların meclislerinde, toplantılarında ve hükümlerinin geçerli olduğu dairelerinde bulunmanın hükmünü varın iyice tefekkür edin!..

Allah, ayetlerine alay ederek dalanlardan yüz çevirmeyi emretmekle beraber, “müttaki mü’minler üzerinde onların hesabından herhangi birşey yok olduğunu” beyan buyurur… En’âm Sûresi’nin bir Daru’ş-Şirk olan Mekke’de nâzil olduğu ve muvahhid mü’minlerin, Mekke şirk devletinin ağır baskıları altında olduğu unutulmaması gerekir… Muvahhid mü’minler üzerinde şirk devlet terörü estirilmekte ve ağır işkenceler yapılmaktadır…

Bu konuda allâme Fahrudden er-Râzî (rh.a.) şunları beyan eder:

“İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir:

— Müslümanlar; ‘müşrikler Kur’ân ile istihza edip onun hakkında ileri-geri konuşmaya daldıklarında, eğer onların yanından kalkıp ayrılırsak, mescid-i Haram’da oturmaya ve Kâ’be’yi tavaf etmeye imkân bulamayız’ dediler ve bunun üzerine işte bu ayet nâzil oldu. Bu ayet ile mü’minlere, o müşriklerle birlikte oturma, onlara öğüt ve nasihat ile dini anlatma ruhsatı ve müsaadesi verilmiş oldu.

İbn Abbas (r.a.), ayetin mânâsının:

— Şirkten, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan ittika eden için, o kâfirlerin hesablarından, yani günahlarından bir şey gelmez. Fakat o müttakilere gereken, öğüt vermeleridir, şeklinde olduğunu söylemiştir.”(28)

Töhmet makamında bulunmama konusunda Medine’de inzâl olunulan Nisâ Sûresi’nin şu ayetlerine de dikkat edilmelidir… Şöyle buyurur yegâne Rabbiniz Allah:

“Münafıklara müjde ver: Onlar için gerçekten acıklı bir azab vardır.

Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dostlar (veliler) edinirler. Kuvvet ve izzeti onların yanında mı arıyorlar? Şübhesiz bütün kuvvet ve izzet Allah’ındır.

O, size Kitab’da: ‘Allah’ın ayetlerinin inkâr edildi-ğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar, bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz’ diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” (29)

Rabbimiz Allah, Mekke döneminde inzâl buyurduğu, En’âm Sûresi’nin 68. Ayet-i Kerimesinde:

“Ayetlerimiz konusunda alaylı tartışmalara dalanlar -Onlar, bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir… diye buyurmuştur… Bunu, Kitab’da zikretmişti.

Medine döneminde inzâl olunan Nisâ Sûresi’nin 140. Ayet-i kerimesinde aynı emri buyurmaktadır Rabbimiz Allah… Allah’ın ayetleriyle, İslâm Dini’yle alay edilen ve yerilen meclislerde oturmayın, oralarda bulunmayın.. Eğer böyle meclislerde tevafuk eseri bulunduğunuz takdirde, orada Allah’ın ayetleriyle, İslâm ilkeleriyle ve Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’yle alay ediliyor ve hor görülüyorsa, hemen orayı terk edin, ya da onlara karşı tepkinizi net bir şekilde beyan edin… Onları susturun, onları reddedin!.. Eğer o alaycı Allah düşmanlarını reddetmez, susturmaz ve o meclisi terk etmez de onlarla beraber bulunmaya, hatta aynı görevi paylaşıp teşrik-i mesaîde bulunmaya devam ederseniz siz de, o isyan suçuna ortak olur, onlar gibi Allah’a başkaldırmış olursunuz..

Bu konuda İmam Kurtubî (rh.a) şunları beyan eder:

“Yüce Allah’ın: ‘Onlar, başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın’ yani, küfür ve inkârdan başka bir söz söyleyinceye kadar onlarla birlikte oturmayın. ‘Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz.’ İşte bu buyrukda, münkeri açığa vurdukları takdirde masiyet işleyenlerden uzak durmanın vücubuna delâlet vardır çünkü onlardan uzak durmayan bir kimse, onların fiillerine razı olmuş olur. Küfre rıza ise, küfürdür. Nitekim yüce Allah’da: ‘Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz.’ diye buyurmaktadır.

Buna göre masiyetin işlendiği bir mecliste oturup da onlara karşı tepki göstermeyen herkes günahta onlarla beraber eşit olur. Masiyet sözünü söyleyip bunun gereğince de amel ettiklerinde onlara, tepki göstermesi icab eder. Eğer onlara tepki gösterme gücünü bulamıyorsa, bu ayet-i kerimenin tehdid ettiği kimselerden olmamak için yanlarından kalkıp gitmesi gerekir.

Ömer b. Abdulaziz (rh.a.)’dan rivayet edildiğine göre O, şarap için bir topluluk yakalar. Orada hazır bulunanlardan birisi hakkında oruçlu olduğu kendisine söylenince, ona karşı takınması gereken edebi hatırlattı ve:

“Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz.” ayetini okudu, yani, masiyete razı oluş da masiyettir.

Bundan dolayı masiyeti işleyen de, ona râzı olan da o masiyetin cezasına hep birlikte helâk edilinceye kadar maruz kalırlar.

Böyle bir benzerlik (onlar gibi olmak), bütün niteliklerde değildir. Ancak birlikte oluştan dolayı zahiren görünene göre yapılmış bir benzerliktir.

Açıkladığımız şekilde masiyet işleyenlerden uzak durmak sabit bir hüküm olduğuna göre, bid’at ve heva ehlinden uzaklaşmak, öncelikle söz konusudur.” (30)

İbn Kesir (rh.a.) de, şunları kaydeder:

“Size ulaştıktan sonra nehyedileni işlediğinizde, Allah’ın ayetlerinin küfredilip alaya alındığı, noksan görüldüğü bir yerde onlarla birlikte oturmaya razı olduğunuzda ve bu konuda onlara ses çıkarmadığınızda, onların içinde bulunduğu duruma onlarla birlikte siz de ortak olmuşsunuz demektir.

Bunun içindir ki, Allah Teâlâ:

“Yoksa siz de (günah işlemede) onlar gibi olursunuz.” buyurmuştur.” (31)

Muhterem İslâm âlimlerinin görüşlerine, “Dâmad” isimli meşhur eserde yer alan şu hükmü de eklemekte fâide vardır…

“Dâmad”’da şöyle denilmiştir:

“Vaiz, bir kelime-i küfür konuştuğu hâlde duyanlar susup, orada oturmaya devam etseler, hepsi kâfir olurlar.”(32)

Bütün bu bilgilerden sonra işgal edilmiş İslâm topraklarında egemen olan tağutî düzenlerin kurum ve kuruluşlarıyla ilgili durum yeniden gözden geçirilmesi gerekir… Her biri birer töhmet makamı olan meclisleri, kurum ve kuruluşlarında onların gayr-ı İslâmî olan kanunlarının gereği gibi hareket etmek üzere memur olmak ve onların taraftarlarıyla beraber teşrik-i mesaîde bulunulup bulunulmayacağı mes’elesi bir kez daha iyice düşünülmesi gerekir!.. Mes’ele ele alınırken, geçici dünya menfaatı çerçevesinde değil, ebedî ahiret ölçüsüyle ve Allah’ın rızası doğrultusunda değerlendirilmelidir!.. Mes’eleyi değerlendirecek kişilerin, “Hesab Günü” şuuruyle şuurlanması ve İslâm’ın gayesini iyi idrak etmesi gerekir…

Buraya kadar anlatılanlar işin akîde yönüyle ilgili olduğu malumdur… Diğer yanda amelî yönden de töhmet makamında bulunulmamalıdır… Muvahhid bir mü’min müslümanın islâmî kimliğine yakışmayacak yerlerden uzak durmak, işin içinde ne kadar dünya menfaatı olursa olsun bu gibi yerlere yaklaşmamak gerekir… Hangi niyetle olursa olsun, Allah’a isyan edilen yerlerde, açıkca günah işlenen mekânlarda mü’min müslümanın bulunmaması gerekir!.. Çünkü bu yerlerde bulunmakta töhmet vardır… Bir müslüman hangi iyi niyetle olursa olsun oralarda bulunup diğer mü’min müslümanları sû-i zannda bırakmaya hakkı yoktur!.. Zaten bu gibi açıktan günah işlenen yerlerde bulunulması, İslâm tarafından reddedilmiş ve o yerlerde durulmaması emrolunmuştur…

Cabir (r.a.)’ın rivayetiyle önderimiz Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan kişi, üstünde şarap (kadehleri) döndürülen masaya oturmasın.” (33)

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle), mü’min müslüman kullarının iyilerle, sadıklarla, sahillerle beraber ve hayırlı yerlerde bulunmayı emreder:

“Ey iman edenler, Allah’dan sakının ve sadıklarla birlikte olun.” (34)

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), müşriklerden, kâfirlerden ve egemen tağutların dostlarından uzaklaşmayı, onlarla beraber bulunmamayı uzlaşmaz bir tavır olarak gündeme getirmeyi emrediyor… Bu emirlere uymak imanımızın gereği ve töhmet makamında bulunmamanın bir icabıdır…

Semure b. Cündüb (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Kim müşriklerle beraber olur ve (müşrik diyarında) onunla beraber ikamet ederse o da, müşrik gibidir.”(35)

Emiül Mü’minin İmam Ömer b. Hattab (r.a.) der ki:

— Töhmet yollarına giren, töhmet altında kalır.

Harâitî, Mekârim-i Ahlâk’ta, merfu olarak Ömer (r.a.)’dan şu ifade ile rivayet etmiştir:

— Töhmet yerlerinde bulunan kimsenin, kendisine kötü sanıda bulunanı yermeye hakkı yoktur. (36)

Emirü’l Mü’minin İmam Ali b. Ebi Tâlib (r.a.) da töhmet konusunda İmam Ömer’in (r.a.) tesbitine benzer hikmetli bir sözünde şöyle diyor:

— Töhmetlenecek yere varan kişi, hakkında kötü zanna düşeni kınamasın. (37)

Bu, böyledir!..