EN KORKUNÇ FELÂKET: DÜNYEVÎLEŞMEK

Muvahhid ve muttaki âlimler, Ümmet içinde hayra ça­ğıran, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’a davet edip salih amellerde bulunan izzetli şahsiyetlerdir… Onlar, Rabbimiz Allah’ın kendilerine vermiş olduğu ilim nimetiyle ahiret yurdunu arayan, dünyadaki sorumlu oldukları va­zifelerini unutmayanlardır… İlmin felâketi, onu unutmak ve terk edip amel etmemektir… İlim, ehli olmayana rivayet edilip öğretildi mi kaybolup gider… Böyle bir hareket ilmi zayi eder…[1] Ehli olmayanların yanında oldukça hayra değil, şerre kullanılır… İnsanlığın faydasına değil, zararı için harcanır… Sanki gözü dönmüş ve insan öldürmekten şeytanî zevk alan katilin eline en sağlam silah vermeye benzer, ehli olmayana ilim öğretmek!..

Elde etmiş olduğu ilmin ehli olan ve sorumluluğunu idrak eden muttaki ulemâ, Allah’dan gereği gibi korkan, ilimlerini Allah yolunda insanlığın hidayeti ve selâmeti için kullanan kişilerdir… Onlar, ilimlerini dünya menfaatı kar­şılığında satmayan, bu hatâya düşmeyen, her zaman hak­tan ve adaletten yana olanlardır… Kalbleri iman dolu ve dipdiri!.. Çünkü onların bütün gayesi, Allah’dır… Ahiret ameli karşılığında, asla dünya malını tercih etmeyenlerdir… Onlar, helâl kazanç sonu elde edilen mal ve mülkü, ahiret yatırımı olarak Allah yolunda sarf edenlerdir…

Malik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor:

Âlime verilen ceza hakkında el-Hasanu’l-Basrî’ye sor­dum.

– Kalbinin ölümüdür, dedi.

– Kalbinin ölümü nedir? diye sordum.

– Ahiret ameli karşılığı dünyayı istemektir, dedi.[2]

Ahiret ameli karşılığında dünya malı ve dünya menfaatı elde etmeye çalışan ilim sahibi kişilerin kalbleri ölür… Kalbleri ölünce de, sahib oldukları ilimden herhangi bir hayır görmezler… Böylece hayırsızlaşır ve topluma fay­daları dokunmadığı gibi kötü örnek de olurlar…

Bunca ilimleriyle dünyevîleşen, dünyayı ahirete tercih edenler, kim ki, kendilerine arzuladıkları dünya malı ve hedefledikleri makamı verirse, onun emrine girerler… İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen olan müstekbir tağutî yönetimlerin emrine âmâde olan “din adamı” lakablı ve sıfatlı bir çok insanın bu durumda olduğunda hiç şübhe  yoktur… Bu tip insanlar, tahsil etmiş oldukları İslâmî ilim­lerden dolayı mustaz’af ve mazlum halk arasında belli bir itibarı olan kişilerdir… Bilgilerinden dolayı bazı akademik ünvanlara da sahib olmuşlardır… Bütün bunlara rağmen işgal kuvvetleri olan egemen tağutların emrine girmiş, müstekbir zalim yönetimlere göbek ve mide bağıyla bağ­lanmışlardır… Egemen işgalci tağutlar, bunların vasıtasıyla sömürdüğü ve esir ettiği İslâm topraklarındaki mazlum müslümanları çok daha rahat bir şekilde ezmekte ve kanla­rını emmektedirler…

Dinlerini ve ahiretlerini, dünya menfaatı karşılığında hebâ edenlerin durumlarını, Rasulullah (s.a.s.) net bir şe­kilde bildirmiştir…

Abdullah İbn Abbas (r.anhuma)’dan:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Şübhesiz benim ümmetimden bazı insanlar, dinde fı­kıh bilgisine sahib olduğunu iddia edecekler, Kur’ân okuya­cak ve diyecekler ki:

– Biz, emir (yönetici)ler sınıfına varıyor, dünyalıkların­dan yararlanıyoruz. Fakat dindarlığımız hususunda onlar­dan uzak durup (bu yönden bize bir zarar ilişmiyor), der­ler.

Hâlbuki onların dediğinin gerçekleşmesi mümkün de­ğildir. Katad (adındaki dikenli ve meyvesiz ağaç)dan geven dikenlerinden başka (bir meyveyi) toplamak mümkün ol­madığı gibi, emir (yönetici)lere yaklaşmaktan bir şey topla­namaz. Ancak…”[3]

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu hadislerinde beyan buyurdukları dünyevîleşen ilim adamları, bugünün işgal altındaki İslâm topraklarında yaşayan ve egemen tağutların emri altına girip hizmet ettikleri iddiasıyla ken­dilerini savunanlardan başkası mıdır?.. Onların, “her ne kadar egemen tağutî sistemlerin memuru olmuşlarsa da, bu yol ile halka hizmet edip onların yetişmesine çalıştıkla­rını” beyan etmelerine karşı önderimiz Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyuruyorlar:

“Halbuki onların dediğinin gerçekleşmesi mümkün de­ğildir!”

Bu hadisin şerhinde şunlar beyan olunmuştur:

Miftahü’l-Hace yazarı diyor ki:

“Hadisten kasdedilen mânâ şudur: Kur’ân okuyan, fı­kıh bilgisi olduğunu iddia eden bazı kimseler, zarurî ihti­yaçları ve önemli bir işleri olmadığı hâlde emirler sınıfının yanına giderek, fazilet ve ilim sahibi olduklarını açıklar, birtakım mal ve makam koparmak isterler. Bu tip kimse­lere:

– İlim ile bu nevi davranışlar birbiri ile bağdaşmaz, ni­çin böyle hareket ediyorsunuz? denildiği zaman, şöyle cevablarlar:

– Biz, emirlere varıp onların dünyalıklarından yararla­nırız. Ama dinî vecibelerimiz bakımından onlardan uzak dururuz…

Hâlbuki yekdiğerine zıt iki şeyi toplamak imkânsızdır. Katad, dikenden başka meyvesi olmayan bir ağaçtır. Bu ağaçtan meyve olarak dikenden başka bir şey toplamak mümkün değildir. Emirlere yakınlıktan bir semere bekle­nemez. Beklenen şey, ne olabilir?

Hadiste Peygamber (s.a.s.)’in sözünde, emirlerden alı­nabilen şey, yani müstesna anılmamıştır.

Ravî:

– Anılmak istenen şeyin, “hatâlar” olduğunu sanıyo­rum, diyor.

Şu hâlde onlara yaklaşmaktan beklenebilen semere, hatâlar ve günahlar olmuş olur.

Sindî (rh.a.) diyor ki:

“Emirlere yaklaşmanın, Katad ağacından diken topla­maya benzetilmesi ile onlara yaklaşmaktan dinî yönden zarar etmekten başka bir sonuç alınmayacağına işaret edi­liyor. Çünkü, kişi için Allah tarafından takdir edilmiş olan rızık ve menfaatlar, behemhâl sahibini bulacaktır. İster emirlerin kapısına gidilsin, ister gidilmesin netice değişmez. O hâlde onların kapılarına gidilmekle, yeni bir kazanç sağ­lanacak değildir. Ama bununla beraber dinî yönden zarara uğramak da vardır.

Şöyle de söylenebilir:

İlâhî takdir, meçhulumuz olup dış görünüşe göre emirlerin sohbetinde bulunmak ve onlarla ihtilat yapmak sûretiyle elde edilen dünyalık menfaat, bu ilişkilerle uğra­nılan zarar muvacehesinde çok cüz’i olduğu için yok gibi­dir. Dolayısı ile zarardan başka bir şey kalmamış sayılır.”[4]

Ubey İbn Ka’b (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):

“Bu ümmete, yükseleceklerini, mal-mülk ve kuvvet sahibi olacaklarını, zalim krallarının kendilerine boyun eğe­ceklerini ve yeryüzüne hakim olacaklarını müjdele.

Artık kim ahiret için yapmış olduğu amelleri dünya çı­karlarına alet yaparsa, o kimsenin ahirette nasibi yok­tur.”[5]

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Kim kendisi ile Allah’ın rızası aranan ilimlerden bir ilmi, dünya malından bir şey elde etmek için öğrenirse, kı­yamet gününde cennetin kokusunu alamaz.”[6]

İbn Ömer (r.a.) dan:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kim Allah’dan başka bir şey için ilim taleb ederse veya


o ilimle Allah rızasından başka bir maksad edinirse, cehen­nemden olan üzerine hazırlansın.”[7]

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu beyanları, bu apaçık ikazları karşısında her vicdan sahibi elini vicda­nına koysun ve Rabbimiz Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanabilen her akıl sahibi kişi aklını kullanıp düşünsün!..

İslâm topraklarını işgal etmiş ve şirk ideolojisinin mensubları olan egemen tağutların hizmetinde, müstekbir zalimlerin emrinde bulunan ilim ehli insanların durumu nedir? Onların, dünya menfaatı karşılığında itaat ettikleri hükümlerin onlardan istedikleri nelerdir? Onlar, bu gayr-ı İslâmî hükümlere boyun bükerken neler kaybediyorlar? Buna karşılık onların ellerine ne geçiyor? Onlar, bu tavırla­rıyla İslâm’a ve mü’min müslümanlara ne fayda sağlıyor, ümmetin kurtuluşu için ne katkıda bulunabiliyorlar?.. Acaba mü’min müslümanların esaretten kurtulmalarına mı yarıyor onların böyle davranmaları, yoksa işgalci ege­men tağutların halk üzerindeki zulme dayalı egemenlikleri­nin daha sağlamlaşmasına mı yarıyor?..

Bütün bu soruların cevablarını, iman sahibi, vicdan sa­hibi ve akıl sahibi olanların ciddî ciddî düşünüp araştırıp doğru bir şekilde verirlerse, ancak hakikat apaçık anlaşıla­caktır!.. Doğru cevab verebilmek için doğru bir ölçü ile ölçmek gerekir… Dosdoğru ölçü ve adalet terazisi, İs­lâm’dır… Rabbimiz Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerim ve önde­rimiz Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti değişmez, eskimez ve zamanı geçmez, bütün çağları kapsayan bir ölçüdür… Eğer Kur’ân ve Sünnet ölçüsünce olaylar değerlendirilecek ve mazlum ümmetin mes’elesi top yekün düşünelecek olursa, hayırlı bir sonuç elde edilir… İşte o zaman ilmini kötüye kullanan âlimlerden dolayı yazık olmuş ümmet[8] esaretten kurtulur, hürriyetine kavuşur…

İlim adamlarının kalbini öldüren, onların ahiretini hebâ eden dünyevîleşmek konusunda selef ulemâsı ümmet-i merhumeyi uyarmıştır!..

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:

– Sizi, gençleri ihtiyarlatan, ihtiyarları çökerten ve adet hâline gelen bir fitne (zulüm, taşkınlık ve İslâm’a uymayan kötülükler) kaplar ve bir gün daha da ileri giderse ne ya­parsınız?

Dinleyenler:

– Bu, çok çirkin bir şeydir, dediler.

İbn Mes’ud da:

– Bu, ne zaman olacak biliyor musunuz? dedi ve şöyle devam etti:

– Bu fitne, aranızda güvenilir kişilerin azaldığı, amirle­rinizin çoğaldığı, anlayışlı âlimlerin azaldığı, okuyucu-larınızın çoğaldığı, ilimler, din için değil de dünya menfaati için öğrenildiği ve ahiret amelleri ile dünya menfaatı kaza­nılmağa çalışıldığı zaman çıkacaktır.[9]

Emirü’l-mü’minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.), ahir zamanda olacak fitneleri anlatırken, İmam Ömer (r.a.):

– Bu fitneler ne zaman, belirtileri nedir ya Ali? dedi.

İmam Ali:

– İlim, din için değil, dünya menfaatleri için öğrenildiği ve ahiret amelleriyle dünya malı kazanılmağa çalışıldığı zaman!.. diye cevab verdi.[10]

Süfyan (rh.a.) şöyle diyor:

– Hiçbir kulun ilmi artıp, sonra da dünyaya karşı isteği artmamıştır ki, onun, Allah’dan uzaklığı artmış olmasın.[11]

İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) de şunları beyan ediyor:

– Bu ilimden bir şeyin peşine düşüp de onunla Allah katında olanı isteyen kimse, inşaallah (isteğine) kavuşur. Kim de onunla dünya(lık) isterse, işte vallahi, onun bundan nasibi (sadece) budur.[12]

Dünyanın serveti, şöhreti, malı, mülkü, makam ve mevkileri ayaklarının altına serildiği hâlde dünyevîleşme­yen, aksine ahireti tercih ettikleri için dünyayı ellerinin ter­siyle reddeden muttaki âlimler, bu ümmet içinde her zaman var olmuşlardır… Onlar, dinlerini ve ilimlerini dünya menfaatı karşılığı zalim yöneticilerin emrine vermemiş, aksine o zalimlere karşı bütün imkânlarıyla mücadele et­mişlerdir…

Bu muvahhid, mücahid ve muttaki âlimlerden birisi, tabiin ulemâsından Said b. Müseyyeb (rh.a.)’dır.

Devrinin Emevî halifelerinden Abdulmelik b. Mervan’ın adaletten sapan yönetimini reddetmiş zulme dayalı uygu­lamalarının karşısına dikilmişti… Abdulmelik b. Mervan’ın O’na karşı sunduğu bir çok dünyalık tekliflerinin hiçbirini kabul etmemiş, ilmini, gaye edindiği Allah yolunda sarf etmişti…

İmam İbn Kesir (rh.a.) kaydediyor:

“Abdulmelik, Said’in kızını oğlu Velid’e istedi. Ancak Said, kızını Velid’e vermek istemedi. Abdulmelik de bir yo­lunu bulup O’na tuzak kurdu ve onu kırbaçladı.

Bu olay şöyle olmuştur:

Abdulmelik’in zamanında Velid, bey’at için Medine’ye geldiğinde Said, bey’ata yanaşmamıştı. Bunun üzerine Me­dine Valisi Hişam b. İsmail, onu kırbaçlıyarak, Medine so­kaklarında dolaştırmış, kılıç çekmiş ve tehdit etmişti. Ancak o, yine de kendisini eziyete maruz bırakıp sarstıklarında bir kadın görmüş ve ona:

– Ey Said, bu ne rezalet? diye sormuş.

Said de, ona şu cevabı vermişti:

– Aslında biz, rezaletten kaçıp şu gördüğün hâle maruz kaldık.

Yani, Abdulmelik’i ve adamlarını sevseydik, o zaman hem dünya, hem de ahiret rezaletine maruz kalırdık.

Said, sırtına koyun postu giyerdi. Elinde ticaret için kullandığı bir mikdar sermayesi vardı ve şöyle derdi:

– Allahım, sen de biliyorsun ki, ben cimrilikten veya hırstan ötürü bu sermayeyi edinmedim. Dünya sevgisi ve şehvetlerine kavuşmak arzusuyla da bu sermayeye sahib olmadım. Ancak ben, Allah’ın huzuruna varıncaya kadar Mervan oğullarına yüz suyunu dökmemek için bu serma­yeyi edindim ki, ahirette Cenab-ı Allah, benimle Mervan oğulları arasında hükmünü versin ve bu para ile de akra­balarıma yardımcı olayım, yoksulların hukukunu ödeye­yim. Dullara, fakirlere, düşkünlere, yetimlere ve komşulara bu maldaki haklarını vereyim. İşte bu maksadla bu serma­yeyi edindim.”[13]

Bütün hayatını Allah yolunda fedâ eden, Allah’ın rıza­sından başka bir gayesi olmayan, zalim iktidarlara karşı boyun bükmeyip onlarla amansız mücadeleyi girişen ve hep mazlumun yanında, İslâm milletinin hizmetinde olan muttaki âlimlerden birisi de Şehid İmam Ebu Hanife Numan b. Sabit (rh.a.)’dır…

Emevîler ve Abbasîler döneminde yaşayan Şehid İmam Ebu Hanife (rh.a.) her iki iktidar döneminde de zulme ve işkenceye maruz kalmıştı… Devlet, İslâm Devleti olmasına rağmen iktidarda bulunan hükümetler ve başlarındaki sultanlar, adaletten sapmış, iktidarlarını zulümle, fısk ve fucurla devam ettiriyorlardı… Şehid imamımız İmam Ebu Hanife (rh.a.) onların bu zülum idarelerine karşı çok sert tavır almış, onların uygulamalarının İslâm’a uymadığını beyan etmiştir.

İktidarda bulunanlar, Şehid İmam Ebu Hanife (rh.a.)’ın bu sert tavırlarını yumuşatmak O’nu kendilerine bağlayıp hizmet ettirmek için devletin en üst makamlarında görev teklifinde bulunmuşlardı… Şehid İmam’a bu görevlerden herhangi birisini kabul ettirecek olurlarsa, ümmetin nezdinde meşru bir hükümet olduklarını isbat edeceklerdi… Şehid İmam Ebu Hanife (rh.a.), onların bu ihanet planlarını bildiği için hiçbir görevi kabul etmedi…

Mekkî, “Menakıb-ı Ebu Hanife” adlı eserinde aynen şöyle diyor:

“Emevîler zamanında İbn Hübeyre, Kûfe valisi idi. Irak’da kaynaşmalar baş gösterdi. Irak fukahasını kendi ka-pısında topladı. Aralarında İbn Ebi Leylâ, İbn Şübrüme, Davud b. Ebi Hind gibi ulemâ vardı. Her birini mühim dev­let vazifeleri başına geçirdi. Ebu Hanife’yi de davet etti. Mührü, onun eline vermek istedi. Ebu Hanife’nin elinden geçmeyince hiçbir emir ve fermanın hükmü olmayacak, Beytu’l-mal’den çıkan her mal, Ebu Hanife’nin elinden çıkmış olacaktı.

Ebu Hanife, bunu kabul etmedi.

İbn Hübeyre:

– Eğer kabul etmezse O’nu döverim, diye yemin etti.

Fukaha arkadaşları, Ebu Hanife’ye:

– Allah aşkına, kendini tehlikeye atma, şu işi kabul et. Biz, senin kardeşleriniziz. Hepimiz bu işlerden nefret edi­yoruz, fakat kabulden başka çare bulamadık, ister istemez vazife aldık, dediler.

Ebu Hanife şu cevabı verdi:

– Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymayı bana teklif etse ona, onu da yapmam. Nasıl olur da bu ağır işi kabul ede­rim. O, boynunu vuracağı bir adamın ölüm fermanını ya­zacak, ben de ona mühür basacağım ha! Vallahi, böyle bir işe katiyyen girmem!

İbn Ebi leylâ:

– Arkadaşımızı bırakalım! O, haklıdır, hatâ başkasının, dedi.

Ebu Hanife’yi hapse attılar. O’na, her gün dayak atı­yorlardı.

Cellâd, İbn Hübeyre’ye gelerek:

– Bu adam, kırbaçtan ölecek, dedi.

İbn Hübeyre:

– Söyle O’na, bizi yeminimizden kurtarsın, dedi.

O da, Ebu Hanife’ye bunu söyleyince:

– Caminin kapılarını saymamı istese yine yapmam, dedi.

Sonra Cellâd, İbn Hübeyre ile görüştü:

– Bu mahpusa bir nasihatçı yok mu? Mühlet istesin ki, vereyim, dedi.

Ebu Hanife’ye haber gönderdiler:

– Arkadaşlarımla istişare yapayım, bakayım, dedi.

İbn Hübeyre, tahliyesini emretti. Ebu Hanife, hapisten çıkınca atına bindi, Mekke’ye kaçtı. Bu hadise, 130 sene­sinde idi. Mekke’de yerleşti. Hilafet Abbasîlere geçinceye kadar orada kaldı.

Ebu Cafer Mansur zamanında Kûfe’ye döndü.”[14]

Şehid İmamımız İmam Ebu Hanife (rh.a.), Emevîlerin iktidarında vazife almadığı gibi, Abbasîlerin iktidarında da hükümetin herhangi bir kademesinde vazife almayı red­detmişti… Şehid İmam (rh.a.) ile O’na kadılık vazifesi ver­mek isteyen Abbasî Halifesi Ebu Cafer Mansur arasında geçen şu ibretli tarihî olayı burada aktarmakta fayda uma­rız…

“Ebu Hanife, Mansur tarafından çağrılarak, kadılık teklif edilmişti. İmam, kabul etmedi. Halife de:

– Seni, bu makama getireceğim, diye yemin etmişti.

Halifenin teşrifat memuru Rabi’ (ki, Ebu Hanife için iyi niyet beslemeyen bir kimseydi), İmama:

– Görmüyor musun? Halife yemin etti, dedi.

Ebu Hanife:

– Mü’minlerin emiri, yemin kefâretini vermeye benden daha kadirdir, dedi.

Bunun üzerine İmam, hapse atılmıştı. Hapisten tekrar çıkarılarak aynı teklif yapıldı.

Ebu Hanife, şöyle diyordu:

– Allah’dan kork! Ben, kendime güvenemiyorum. Kadı­lık emanetini de Allah’dan korkan birisine ver. Ben, buna lâyık değilim, yapamam.

Halifenin canı sıkılmıştı.

– Yalan söylüyorsun! Sen, bu işe lâyıksın, dedi.

(Ebu Hanife, bunu bekliyormuş gibi:)

– İşte hükmü kendiniz verdiniz. Yalan söylediğini ikrar ettiğiniz bir kimseye kadılık emanetini nasıl verebilirsiniz? Bununla beraber ben, Arab değilim. Arab olmayan bir kim­senin kadılık makamına getirilmesine razı olurlar mı? dedi.

İmam, bütün bu teklifleri reddetmesi üzerine hapse atılmıştı. Hapishanede Hakk’ın rahmetine kavuştu. Hapis­hanede, dayaktan mı, yoksa zehirlenerek mi vefat etti?……”[15]

İşte şehid imamımız İmam Ebu Hanife (rh.a.)’in tavrı ve işte çağımızda O’nun mezhebine bağlı olduğunu beyan eden ve İslâm topraklarını işgal etmiş müstekbir egemen tağutların emrine âmâde olan ilim ehli olanların tavrı!?..

Müstevlî ve müstekbir gayr-ı İslamî iktidarların emrine giren, onların memuru olan ve kendilerine verilen maaş­larla zor geçinen din adamları ile ilim adamlarının durumu nerede, her ne olursa olsun zulüm iktidarların emrine gir­meyi reddeden İmam Said b. el-Müseyyeb (rh.a.) ile Şehid İmam Ebu Hanife (rh.a.) nerede?..

İbn Mes’ud (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İnsanoğluna beş şeyden hesab sorulmadıkça, onun ayakları kıyamet gününde Rabbinin katından ayrılmaya­caktır:

(…………………)

ve öğrendiği ilimde nasıl davrandığından.”[16]

İlim ehli olan bir kişi, dünya hayatında ilmini nerelerde harcadığının ve bunca ilim ile nasıl davrandığının hesabını, ahirette Rabbinin huzurunda verecektir… Eğer dünya ha­yatında iken sorumluluğunu yüklendiği ilmini gereği gibi kullanıp onunla amel etmiş ve Allah’ın rızasını kazanmış ise, elbette çok iyi bir mükâfat ile karşılığını görecektir… Eğer sahib olduğu ilim ile dünya menfaatını hedeflemiş ve yeryüzünün müstekbir egemen tağutlarının emrine gire­rek, mazlum insanların ezilmesine, sömürülmesine ve uyutulmasına yardımcı olmuş ise, elbette ilme yaptığı bu ihaneti, ahirette ilâhî adaletin tecelli ettiği Rabbinin huzu­runda cezasız kalmayacaktır!..

el-Avas b. Hakim, babası Hakim (r.a.)’dan:

Bir adam, Rasulullah (s.a.s.)’e şerri (kötüyü ve kötü­lüğü) sormuş. Bunun üzerine O, üç defa olmak üzere şöyle buyurmuş:

“Bana şerri sormayınız, bana hayrı sorunuz.”

Sonra da şöyle buyurmuş:

“İyi bilin ki, kötünün en kötüsü, âlimlerin kötüleridir. İyinin en iyisi de, âlimlerin iyisidir.”[17]

Toplum içindeki iyiliğin egemen olması, ya da kötülü­ğün galib gelmesi, o toplumdaki bilen ilim adamlarının durumuna bağlıdır… Çünkü ilim adamları, doğruyu ve yanlışı iyice tanıyan, onları birbirinden ayırabilen kişiler­dir… Doğrunun ve iyiliğin hayrını, faydasını, yanlışın ve kötülüğün şerrini, zararını çok iyi bilenler oldukları için onlar hangi tarafı tercih eder, onu yaşar ve topluma örnek olurlarsa, toplumda egemen olan o hâl olur…

İlmi elde etmeye çalışan ve ilim sahibi olanlar, imanlı, akıllı ve ibadet ehli olurlarsa, ancak ilmin hakkını verir, hem kendileri hem de diğer insanların faydalandıkları bir durum sergilerler.

Muvahhid ve muttaki âlimler, ilmin, aklını kullanma­yan ve ibadet ehli olmayanların eline geçmesinden çok korkmuşlardır… Zeki ve fasık insanların ilmi öğrenmeleri, toplum içinde korkunç bir tehlike arzeder… Onlar, aklını kullanamayan fakat zeki kişilerdir, aynı zamanda fısk ehli olmaları, ilimlerini dünya menfaatı için kullanmalarını gündeme getirir… Dünyevîleşen bu ilim adamları, her şeyde kendilerine bir menfaat sağlamaya çalışırlar… Böylece hem kendilerini, hem de diğer insanları ifsad ederler…

Tabiîn’in büyük müctehid âlimlerinden eş-Şa’bî (rh.a.) şöyle demiştir:

– Bu ilmi, ancak kendisinde iki haslet, yani akıl ve iba­det birleşmiş olan kimseler tahsil ederdi.

Çünkü (öğrenci) ibadetli olup akıllı olmazsa:

– Bu sadece akıllıların ulaşabileceği bir iştir, der ve tah­sili bırakır.

Şayet (öğrenci) akıllı olup ibadetli olmazsa:

– Bu, sadece ibadetlilerin ulaşabileceği bir iştir, der ve tahsili bırakır.

eş-Şa’bî, sonra şöyle dedi:

– Yemin olsun ki, ben onu (yani ilmi) bugün, kendi­sinde bunlardan hiçbiri, ne akıl, ne ibadet bulunmayan kimselerin tahsil etmekte (öğrenmekte) olmasından kork­muşumdur.[18]

Akıllı, şuurlu ve gerçeği idrak eden kişilerin, ilim tahsil etmesi ve onu elde etmeleri sonucu âlim olmaları, içinde bulundukları toplumun faydasınadır… Bu şahsiyetlerin muttaki mü’minler olması, bu faydayı kat kat arttırır… Çünkü faydalı ilim, imanın emrine girdiği zaman vicdan ile kaynaşır… İmanlı ve vicdanlı bir muttaki âlim veya âlim­ler, toplum için hidayet ve saadet rehberleri olurlar… İl­miyle âmil olanlar, insanlık âlemini, maddî ve manevî her türlü krizden kurtarır, selâmete ulaştırıp istikamet üzere hayat sürmelerine vesile olurlar…

Eğitim ve öğretim yoluyla elde ettikleri ilmi, ya terk etmek, ya da gereğini yapmamakla ondan uzaklaşmak, büyük bir felâkettir… Böyle olanlar, hüsranda oldukları gibi, kendilerini örnek edinen insanları da felâkete sürük­lerler…

Cerir İbn Hazim (rh.a.) anlatıyor:

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) insanları öğrenir ve öğretir vaziyette gördüğü zaman, el-Haris İbn Kays (r.a.)’a:

– Ey Haris, insanların tatbik etmek için öğrendiklerini mi zannediyorsun? diye sordu.

el-Haris:

– Hayır, vallahi, öyle zannetmiyorum. Fakat onları, öğreniyor ve terk ediyorlar, zannediyorum, dedi.

Bunun üzerine İbn Mes’ud:

– Vallahi, zannedersem doğru söylüyorsun, bu­yurdu.[19]

Dünyevîleşmek için yegâne hayat nizamı ve Allah ka­tında yalnızca tek din olan[20] İslâm’dan herhangi bir şeyi terk edenlerin içine düşmüş oldukları buhranı şöyle beyan ediyor Emirü’l-mü’minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.):

– İnsanlar, dünyalarını düzene sokmak için dinlerine aid bir şeyi terk ettiler mi Allah onları, ondan  daha zararlı bir şeye uğratır.[21]

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), ilmin kaldırılması veya ilimle amel edilmeyip terk edilmesini kıyamet alamet­lerinden olduğunu beyan buyurmuştur… Hak din olan İslâm ilimle bilinir, ilimle tanınır… İlmin kaldırılması, İs­lâm’ın gerek ferd, gerekse toplum hayatının üstündeki yaptırım gücünün zorba tağutlar tarafından kaldırılması demektir… İlmin terk edilmesi, İslâm’ın terk edilmesi ile sonuçlanır… İslâm, terk edildi mi ilim de terk edilmiştir!.. İlim ve İslâm beraberdirler… Birisi gitti mi, diğeri de onun peşinden gider… İkisi, bir bütündür ve asla parçalanmaz­lar… Parçalandıkları takdirde, yani ilim İslâm’sız ve İslâm ilimsiz bırakıldı mı, gerek ferde, gerekse topluma cahiliyye egemen olur ve bu durum, hem ferd, hem de toplum için korkunç bir felâket hâline gelir…

Tabiîn’in meşhur âlimlerinden Muhammed b. Sirin (rh.a.) şöyle diyor:

– Şübhesiz ki, bu ilim dindir. Öyle ise, dininizi kimler­den aldığınıza dikkat edin![22]

Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurdu Rasulullah (s.a.s.):

“İlmin kaldırılması, cahilliğin meydana çıkıp kökleş­mesi, şarabın içilmesi, zinânın aşikâre olup çoğalması, er­keklerin azalıp kadınların çoğalması, kıyamet alametlerin­dendir.”[23]

Rasulullah (s.a.s.)’in bu hadislerindeki “ilmin kaldırıl­ması” gerçeği, ilmiyle âmil muttaki âlimlerin ölümü olarak da beyan olunmuştur…[24] Muvahhid ulemânın ölümüyle yerlerini dolduracak yeni âlimler yetişmezse, onların boş kalan yerlerini cahiller doldurur… İnsanlar, onları âlim zan­neder… Onlar da, heva ve heveslerine göre insanlara fetva verip onları sapıtırlar… Böylece cehalet topluma ha­kim olur ve toplumun kıyameti kopar!..

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):

“Ahir zamanda birtakım kişiler çıkacaklardır ki, dini, dünyaya alet edecekler ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürüneceklerdir. Dilleri, şekerden tatlı, fakat kalbleri kurt kalbidir.

Allah şöyle buyurur:

– Benim hilmim (genişliğim)e mi mağrur oluyor, yoksa bana karşı cüretkârlık mı gösteriyorsunuz?

Kendi adıma yemin ederim ki onlara, kendilerinden bir fitne göndereceğim ki, içlerinden halim (geniş) olanı (bile) şaşkına çevirecektir.”[25]

Dini, dünyaya alet edip dünyevîleşen, böylece dünya menfaatını ahirete tercih eden ve bunca bilgisiyle sorum­luluğunu bir yana bırakarak egemen müstevli tağutların emrine giren ilim adamlarının korkunç hâlini beyan bu­yuran Rasulullah (s.a.s.)’in hadislerinden sonra şu ikaza kulak verelim!..

Yahya b. Muaz er-Râzî (rh.a.) dünya âlimlerine şöyle hitab ediyor:

– Ey âlimler, köşkleriniz Kayser’lerin sarayı, evleriniz Kisra’nın evi, elbiseleriniz Vezir Tahir’in elbiseleri, ayakka­bılarınız Calut’un ayakkabıları, binitleriniz Karun’un binit­leri, kap-kacak mefruşatınız Fir’avn’ın mefruşatı, yeyip içmeniz cahiliyyet devrinde olduğu gibi, tuttuğunuz yol, şeytanet yolu! Nerede kaldı İSLÂMİYET?..[26]

 



[1]     Bkz. Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.51, Hds.630.

İmam Suyutî, A.g.e., C.1, Sh.25, Hds.7(12). İbn Ebi Şeybe (İbn

Mes’ud’dan).

[2]     Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.331, Hbr.1514.

Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C.2, Sh.376, Hbr.1503.

[3]     Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.23, Hds.255.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.164, Hds.7.

Dipnot: 96.”Ravîleri sikadır.”

[4]     Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mace Tercemesi ve Şerhi, İst.1982, C.1,

Sh.420-421.

[5]     İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.69. Hds.4. İmam Ahmed, Hakim,

Beyhakî ve İbn Hıbban’dan.

Hakim:

– Hadisin isnadı sahihtir, demiştir.

[6]     Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-İlm, B.12, Hds.3664.

Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.23, Hds.252.

Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.27, Hds.263.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.161, Hds.1. İbn Hıbban ve Ha

kim’den.

[7]     Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.23, Hds.258.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.6, Hds.2793.

[8]     Bkz. İmam Suyutî, A.g.e., C.3, Sh.422, Hds.3838(9654) Hakim’in

Müstedrek’inden.

[9]     İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.165, Hbr.9. Abdurrezzak, kitabın-

da mevkuf olarak rivayet etmiştir.

[10]    İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.166. Hbr.10. Abdurrezzak, kita-

bında mevkuf olarak rivayet etmiştir.

[11]    Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.34, Hbr.392.

[12]    Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.27, Hbr.260.

[13]    İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye – Büyük İslâm Tarihi, C.9, Sh.168-169.

[14]    Mekkî, Menakıb-ı Ebu Hanife, C.2, Sh.23-24’den. Muhammed Ebu Zehra,

Ebu Hanife, çev. Osman Keskioğlu, Ank.1997, Sh.46-47.

İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmam-ı Azam, çev. Ahmet Karadut,

Ank.1983, Sh.159-160.

[15]    İbn Haceri’l-Heysemî, A.g.e., Sh.161-162.

Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, C.13, Sh.328-329’dan.

Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, Sh.66.

[16]    Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfatu’l-Kıyame, B.1, Hds.2531-2532.

Taberanî, Mucemu’s-Sağir Tercümesi, C.2, Sh.205, Hds.522.

Beyhakî, Kitabu’z-Zühd, Sh.72, Hds.76.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.180-181, Hds.6.

Zubeyr’ubn Harb, Kitabu’l-İlm, Sh.174, Hds.89.

[17]    Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.34, Hbr.376.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.183, Hds.10, Bezzar’dan (Bazı lafız değişiklikleriyle).

Ebu Nuaym el-Isfahânî, Hilyetu’l-Evliya – Sahabe’den Günümüze Allah

Dostları, çev. Said Aykut, Vdğ., İst.1995, C.1, Sh.391.

[18]    Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.34, Hbr.377.

[19]    Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.207, Hbr.820.

[20]    Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Hiç şübhesiz din, Allah katında İslâm’dır.” Âl-i İmrân, 3/19.

[21]    Nehcu’l-Belağa, Sh.390.

[22]    Sahih-i Müslim, Mukaddime,  B.5.

Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.34, Hbr.391.

Bkz. Ahmed Davudoğlu, A.g.e., C.1, Sh.39, Dipnot:133.

[23]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Muharribin, B.5, Hds.7.

Kitabu’l-İlm, B.22, Hds.22-23.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İlm, B.5, Hds.9.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.30, Hds.2301.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B.25, Hds.4045.

[24]    Bkz. Ahmed Davudoğlu, A.g.e., C.10, Sh.665.

[25]    Sünen-i Tirmizî, Kitabu’z-Zühd, B.46, Hds.2515.

Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.25, Hds.50.

[26]    İmam Gazâlî, A.g.e., C.1, Sh.155.