ZULME VE ZALİME KARŞI ULEMÂ

Emirü’l-mü’minin İmam Ali İbn Ebi Talib (r.a.) şöyle demiştir:

– Mazluma yardımcı ol, zalime düşman kesil! Batıla yardım eden, hakka zulmeder![180]

Yegâne hayat nizamı İslâm’a katıksız iman eden ve imanın gereği olan hayat tarzını yaşayan her muvahhid mü’min müslüman, Emirü’l-mü’minin İmam Ali (r.a.)’ın beyan ettiklerine gönülden inanmış ve beyan etmiştir… Kıyamete kadar da aynı ilkeye inanır ve beyan etmeye de­vam eder… Bu hakikat, muvahhid mü’minlerin var olma sebebidir. Yegâne Rabbimiz Allah’a gerçek kul olanlar, yani yalnızca O’na ibadet edenler, zulme ve zalime karşı maz­lum ve adaletin yanındadır… Batılın her türlüsü olan cahiliyye adetlerini ayakların altına almıştır… Haktan ve hakikattan yana bütün imkânlarıyla çaba gösteren mü’min müslümanlar, haksızlığa karşı susmamış, her zamanda ve her mekânda hakkı haykırmıştır… Haksızlığa karşı sus­mak, zulme ve sömürüye rıza göstermek, muvahhid mü-minlerin var oluşlarına aykırıdır… Bir yerde bir muvahhid mü’min var ise, orada hakkın, adaletin ve hayrın temsilcisi var demektir… Muvahhid mü’min bulunduğu yerde Al­lah’ın şahidi ve İslâm’ın temsilcisidir…

Üstad Ebu Ali Dakkak (rh.a.) şöyle söyler:

– Hak çiğnenirken susan, dilsiz şeytandır.[181]

Batıla, zulme, haksızlığa ve hayrın ortadan kaldırılma­sına ses çıkarmayan, buna razı olanın, şeytana tabi olduğu apaçıktır… Bu kişi ya cinlerden, ya da insanlardan şeytan olanların[182] emrine girmiş ve onlarla beraber hakka ve ada­lete karşı çıkıp hakikata ihanet etmiştir…

Muvahhid mü’minlerden hiçbiri böyle bir zillete düşe­mez… Hele hele muttaki âlimler, böyle bir zelil du­rumu asla kabul edemezler… Onlar, mallarını ve canlarını verirler de, hak din olan İslâm’dan asla taviz vermezler… Onlar, Allah’ın dini olan İslâm’ı canlarından daha kıymetli bilir ve her zamanda, her mekânda onu savunurlar… On­lar, İs­lâm’ı savunurken, İslâm düşmanları veya adaletten sapan zalimler tarafından öldürülmenin, en yüce mertebe olan şehadet olduğuna katıksız iman etmişlerdir… Muttaki âlimler, Allah’dan gereği şekilde korktukları için, başkala­rından asla korkmazlar!..

Cabir (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):

“Kıyamet günü Allah katında şehidlerin efendisi, Hamza b. Abdulmuttalib ile zalim bir idareciye ayağa kal­karak ona iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve bu yüz­den o idarecinin öldürdüğü kimsedir.”[183]

Ebu Said el-Hudrî (r.a.)’dan:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Cihadın en efdalı, zalim sultanın veya zalim emirin yanında söylenecek adaletli sözdür.”[184]

Muvahhid ve muttaki âlimler, peygamberlerin gerçek varisleridirler… Peygamberler (Allah’ın salat ve selâmı cümlesinin üzerine olsun), nasıl davranmışlar ise, onların varisleri olan âlimler de o şekilde davranmalıdırlar… Bu, onların devraldığı mukaddes mirasın vazgeçilmez şartıdır!..

Amr İbn Abese es-Sülemî (r.a.) anlatıyor:

Ben, cahiliyyet devrinde iken, bütün insanlığın dalalette bulunduğunu ve hiçbir doğru yolda olmadıklarını biliyor­dum. (Çünkü) insanlar, putlara taparlardı. Derken işittim ki, Mekke’de bir zat (çıkmış) birtakım haberler veriyormuş. Hemen devemin üzerine atlayarak, O’na geldim. Bir de baktım Rasulullah (s.a.s.) gizlenmiş. Kavmi, O’nun aley­hinde cüretkâr bir vaziyette… Bunun üzerine kalbim yu­muşadı.

Mekke’de O’nun yanına girerek, kendisine:

– Sen, nesin? dedim.

“Ben, Peygamberim” cevabını verdi.

– Peygamber, ne demektir? dedim.

Rasulullah (s.a.s.):

“Beni, Allah gönderdi” buyurdu.

– Seni, ne ile gönderdi? dedim.

“Allah beni, akrabaya yardım edilmesi, putların kırıl­ması, Allah’ın bir tanınması, O’na, hiçbir şeyin şerik ko­şulmaması (vazifesi) ile gönderdi.” buyurdu.[185]

İşte yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in mirası bu­dur!.. Ve işte Rasulullah (s.a.s.) ve diğer peygamberlerin varisleri olan muttaki ve mücahid İslâm ulemâsının bu mirasa sahib çıkarken ortaya koydukları tavır!..

Zulme ve zalime karşı muttaki ulemânın tavrından, örnek olmak üzere birkaç tanesini burada kaydediyoruz…

 

1) Esma’î anlatıyor:

Atâ b. Ebi Rabah (rh.a.), Emevîlerden Abdulmelik b. Mervan’ın huzuruna çıktı. Abdulmelik, muhteşem bir va­ziyette kürsüsünde oturuyordu. Her kabilenin ileri gelenleri etrafında toplanmış, bu da Mekke’de hacc mevsimine tesa­düf etmişti. Atâ’yı görünce, hemen O’nu yanına alarak köşküne oturttu ve ne istediğini kendisinden sordu.

O da:

– Ey mü’minlerin emiri, Allah’ın ve Rasulü’nün hare­minde Allah’dan kork ve bu harem-i şerifleri imar eyle! Muhacir ve Ensar çocukları hakkında da Allah’dan kork! Zirâ sen, bu mecliste onların sayesinde oturdun. Ayrıca sınır boylarında bulunanların da haklarına riâyet et! Zirâ onlar, müslümanların kal’asıdır. Müslümanların idaresini araştır. Çünkü onlardan yegâne mes’ûl olan sensin. Kapın­dakilerin hakkına riayet et! Kapına gelenlere kapını ka­pama, dedi.

Abdulmelik:

– Başüstüne, senin dediklerini yerine getireceğim, dedi.

Sonra oradan kalktı ve giderken Abdulmelik kendisini yakalayarak:

– Senin, bizden istediklerinin hepsi başkaları nâmınadır. Biz, bunlara söz verdik, fakat kendi nâmına bir istekde bu­lunmadın. Kendin ne istiyorsun? dedi.

O da:

– Hayır, ben, insanlardan bir şey istemem, dedi ve ora­dan ayrıldı.

Abdulmelik:

– Zaten seni şereflendiren ve yücelten bu hâlindir, dedi.

. .

Bir gün Velid b. Abdulmelik, kapıcısına:

– Kapıda dur ve oradan ilk geçen zatı huzuruma getir, onunla konuşalım, dedi.

Kapıcı, bir müddet bekledikten sonra oradan Atâ b. Rabah’ın geçmekte olduğunu gördü. Fakat kapıcı bunu tanımıyordu.

O’na:

– İhtiyar, Emiru’l-mü’minin seni çağırıyor, içeri buyur, dedi ve Atâ da içeri girince

– Ey Velid, sana selâm, dedi.

Velid, kapıcıya kızdı:

– Ben sana, bir adam gönder, sohbet edelim, dedim. Sen ise, Allah’ın bana revâ gördüğü “Emirü’l-mü’minin” ün-vanını bile çok gören bir adamı huzuruma getirdin, dedi.

Kapıcı da:

– Başka bir gelen olmadı, ne yapayım? dedi.

Sonra da Atâ ile sohbete başladı. Atâ, sohbeti esnasında Velid’e:

– Cehennemde “Hebheb” adında bir vadi var, zalim hü­kümdarlar orada yanacaklar, dedi.

Bun duyan Velid, kapının eşiği önünde oturuyordu, hemen bayıldı ve yere düştü.

Ömer b. Abdulaziz:

– Emir’i öldürdün, dedi.

Bunun üzerine Atâ, Ömer’in bileğini sıkca kavradı ve:

– Ey Ömer, iş ciddidir, şakaya gelmez, dedi ve oradan ayrıldı.

Ömer, diyor ki:

– Elimi öyle kuvvetli sıkmıştı ki, bir sene acısı elimden çıkmadı.[186]

 

2) Ebu Cafer Mansur, (tabiîn’den) asrının büyük âlimi Tavus’u huzuruna davet etti. Tavus, Malik b. Enes’le (rh.aleyhim) onun yanına gittiler. Bir müddet beklediler. Sonra Ebu Cafer Mansur, Tavus’a döndü ve:

– Bana, baban İbn Keysan’dan rivayette bulun, dedi.

Tavus:

– Ben, babamın Rasulullah (s.a.s.)’den şu hadisi rivayet ettiğini duydum:

”Kıyamet günü azab yönünden insanların en şiddetlisi, Allah’ın mülkünde idarecilik yapıp adaletine zulüm karış­tıran kişidir.”

Bir müddet bekleştiler.

Malik b. Enes:

– Elbisemin eteklerini, Tavus’un kanıyla kirlenmesin­den korkarak topladım.

Sonra Ebu Cafer, O’na döndü ve:

– Bana öğüt ver, ey Tavus, dedi:

Tavus:

– Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi?

Yüksek sütunlar sahibi İrem’e?

Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildir.

Ve vadilerde kayaları oyup biçin Semud’a?

Ve kazıklar (ehramlar) sahibi Fir’avn’a?

Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı.

Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmış-arttırmışlardı.

Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azab kam­çısı çarpıverdi.

Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir.” (Fecr, 89/6-14)

Malik b. Enes:

– Tavus’un kanının bana bulaşması endişesiyle elbise­min eteklerini topladım.

Devamla, Ebu Cafer Mansur, bir müddet daha konuş­madan durdu. Sonra dönerek:

– Bana hokkayı veriniz, dedi.

Bir müddet daha durdu. Hava iyice elektriklenmişti.

Tavus’a dönerek:

– Ey Tavus, şu hokkayı bana ver, dedi.

Tavus vermekten çekindi.

Ebu Cafer:

– Niçin onu bana vermiyorsun?

Tavus:

– Onunla Allah Teâlâ’ya karşı günah olacak bir iş yapmandan korkuyorum. O takdirde ben, o günahta senin ortağın olmuş olurum, dedi.

Ebu Cafer bu sözü işitince:

– Yanımdan kalkınız, dedi.

Tavus:

– Bugüne kadar emrine karşı gelmemiştim, dedi.

Malik b. Enes şöyle devam ediyor:

– Bu zamana kadar Tavus’un bu derece büyüklüğünü


bilmiyordum. Bu şiddetli öğüde karşı Mansur’un cevabı sadece “Kalkıp gidiniz” oldu.[187]

 

3) Haccac, Hasan el-Basrî’yi çağırttı ve:

– Allah, onları mahvetsin, para uğrunda müslümanları öldürdüler diyen sen misin? deyince,

Hasan (rh.a.):

– Evet, ben söyledim, dedi.

Haccac:

– Niçin söyledin? diye sordu.

Hasan:

– Çünkü Allah Teâlâ, bildiklerini söyleyip gizlemeye­ceklerine dair âlimlerden söz almıştır, dedi.

Bunun üzerine Haccac:

– Sesini kes, diline sahib ol! Bir daha senden böyle söz­ler duymayayım, yoksa kelleni vücudundan ayırırım, dedi.

. .

 

Halid ez-Ziyad (rh.a.)’ı Haccac’a getirdiler.

Haccac:

– Halid sen misin?

– Evet, benim. Ne soracaksan sor! Çünkü ben Makaam denen mevkide üç hususta Allah’a söz verdim.

Birincisi: Sorulana doğru cevab vereceğim.

İkincisi: Belaya sabredeceğim.

Üçüncüsü de: Afiyete şükredeceğim, dedi.

Haccac:

– Benim hakkımdaki görüşün nedir?

– Sen, Muhakkak ki, yeryüzünde Allah’ın bir düşmanı­sın. Haramın perdesini yırtan ve batıl töhmet üzerine kan akıtan bir zalimsin.

– Hükümdar Abdulmelik b. Mervan hakkındaki görü­şün nedir?

– O, senden daha büyük bir mücrimdir. Sen ise, onun günahlarından birisin.

Bunun üzerine Haccac:

– Buna, şiddetli bir işkence yapın, dedi.

Ve şiddetli işkenceler neticesinde kamışı yukarıdan aşağı ikiye bölerek etlerini arasına sıkıştırdı ve kamçı ipi ile sıkıca bağlayarak vücudunu didik didik ederek etlerini parça parça kopardılar. Artık nefes saymakta olduğunu Hac-cac’a haber verdiklerinde, o:

– Atın onu sokağa, dedi.

Kendisi, bu işkenceye karşı kat’iyyen sesini çıkarmadı.

Bu manzarayı haber veren Cafer diyor ki:

– Yanına gittim. Benden, bir yudum su istedi ve suyu içince öldü ki, kendisi henüz 18 yaşında idi. Allah rahmet etsin.[188]

 

4)Ümmetin mutlak müctehidlerinden İmam Şafiî (rh.a.) anlatıyor:

Amcam Muhammed b. Ali bana anlattı ve dedi ki:

Abbasî halifelerinden Ebu Cafer Mansur’un sohbetinde bulunuyordum. Mecliste İbn Ebi Züeyb de vardı. Hz. Ali’nin torunlarından Hasan b. Zeyd de Medine valisi idi. Gıfarîlerden bazıları, vali hakkında şikayette bulunmak üzere Halifeye müracaat ettiler.

Hasan b. Zeyd:

– Bunları, İbn Ebi Züeyb’den sor, ey mü’minlerin emiri dedi.

Halife de O’na:

– Ne diyorsun bunlar hakkında? diye sordu.

Bu zât ise:

– O adamlar, insanlara eziyet eden ve insanlar için bolca dedi-kodu yapan kimselerdir, dedi.

Bunun üzerine Halife, Gıfarîlere:

–  Dediğini duydunuz ya! dedi.

Gıfarîler:

– Bir de Hasan b. Zeyd’den O’na sor, dediler.

Halife O’na:

– Hasan b. Zeyd hakkında ne diyorsun? diye sordu.

O da:

– Hasan hakkında, haksız hüküm verip nefsinin arzu­larına uyan bir kimse olduğuna şehadet ederim, dedi.

Bunun üzerine Halife, Hasan’a:

– Söylediğini duydun mu? Bu iyi bir insandır, deyince,

Hasan halifeye:

– Bir de kendini O’ndan sor, dedi.

Halife de, O’na:

– Benim hakkımda görüşün nedir? diye sordu.

O zât:

– Beni affet! Bunu, benden sorma, deyince,

Halife:

– Allah adına soruyorum, bildiğini söyle, dedi.

O zât:

– Sanki kendini bilmiyormuşsun gibi bana Allah adına yemin verdirerek, soruyorsun, dedi.

Halife de:

– Allah adına bildiğini haber ver, diye ısrar edince,

O da:

– Ben şahadet ederim ki, kapında zulüm gözle görüle­cek şekildedir, deyince,

Ebu Cafer, yerinde doğruldu ve kalkarak İbn Ebi Züeyb’in kafasına elini koydu, kendisine doğru çekti ve:

– Ben bu makamda oturmasam, Fars, Rum, Deylem ve Türk’ün intikamını senden alırdım, dedi.

İbn Ebi Züeyb:

– Ey Mü’minlerin Emiri, Ebu Bekr ve Ömer de (Allah onlardan razı olsun) bu makamda oturdu, hakkı aldı ve onu müsavî olarak taksim ettiler. Fars ve Rum’un son şe­hirlerine kadar zabtettiler, onların burunlarını kırdılar, de­yince, Ebu Cafer, İbn Ebi Züeyb’in başını bıraktı ve:

– Vallahi, senin doğru konuştuğunu bilmesem senin kelleni vururdum, dedi.

İbn Ebi Züeyb:

– Ey Mü’minlerin Emiri, vallahi ben, oğlun Mehdî’den daha çok senin iyiliğini isteyen bir kimseyim, dedi.

İbn Ebi Züeyb, oradan ayrıldıktan sonra Süfyan-ı Sevrî ile karşılaştı.

Süfyan:

– Senin, bu zalime söylediklerinden çok memnun ol­dum. Fakat “Oğlun Mehdi” sözünden üzüldüm, dedi.

İbn Ebi Züeyb:

– Allah, seni mağfiret etsin, hepimiz hidayette değil miyiz? diye cevab verdi.[189]

 

5) Zahir, Şam’da Tatarlara karşı savaşa çıkmak istedi­ğinde âlimlerden harbte kullanmak üzere halktan mal al­manın caiz olduğu hakkında fetva istedi. Bunuş Şam İslâm hukukçularına yazdı. Onlar, caiz olduğuna dair fetva ver­diler.

Bunun üzerine Zahir:

– Görüşünü almadığımız başka bir âlim kaldı mı?

O’na:

– Evet, Üstad Muhyiddin Nevevî görüşünü açıklamadı, dediler.

Zahir, O’nu istedi.

Muhyiddin Nevevî, Zahir’e geldi.

Zahir, O’na:

– Sen de, diğer İslâm hukukçuları gibi görüşünü açıkla, dedi.

Üstad Nevevî, görüşünü açıklamaktan çekindi.

Zahir:

– Görüşünü açıklamamanın sebebi ne? dedi.

İmam Muhyiddin Nevevî (rh.a.):

– Ben senin Emir Bunduktar’ın kölesi olduğunu bilirim. Senin hiçbir şeyin yoktu. Sonra Alla Teâlâ, sana mal-mülk ihsan eyledi. Seni, padişah yaptı. Şu an senin, bin tane kö­len, her bir kölenin altın sırmalı elbiseleri ve ayrıca senin iki yüz cariyen ve her bir cariyenin de bir sürü mücevheratı olduğunu işittim. Şimdi sen, bunların hepsini harcar, sa­dece bukağılarıyla kölelerini ve mücevheratsız elbiseleriyle cariyelerini bırakırsan, ben de o zaman halktan mal topla­manın caiz olduğuna dair fetva veririm.

Zahir, Muhyiddin Nevevî (rh.a.)’ın bu cevabına çok kızdı:

– Yurdum (Şam)’dan çık! diye haykırdı.

Nevevî:

– Baş üstüne, diyip Neva’ya gitti.

Fakîhler:

– O bizim büyük âlimlerimizden, salihlerimizden ve kendisine uyulması gereklilerdendi, dediler.

Şam’a gelmesini istedi. O’na, dönmesi için mektub yazdı. Fakat Üstad Nevevî dönmedi ve:

– Orada Zahir olduğu müddetçe oraya girmem, dedi.

Bir ay sonra da vefat etti.

Halife, özrünün kabülünü istedi. Çünkü O, ilim ve takva yönünden Muhyiddin Nevevî’nin kim olduğunu ve ne derece büyük âlim olduğunu öğrendi. Fakat Nevevî, di­reterek halifenin özrünü kabul etmedi. Bununla, açıkca halifeye bir ders vermek istedi.

Âlimler, idarecilerin hiçbir müslümana kötülük yap­mamalarını istiyorlar.[190]

 

6) “Âlimlerin Ahlâkı” adlı kitabın yazarı şöyle anlatı­yor:

Bana, saygıdeğer arkadaşım Muhammed Fehmi Nadur Paşa, Ahmed Bedevi Efendi’den, o da babasından, babası da dedesinden nakletti. Dedesi, Hidiv İsmail zamanında Ezher Üniversitesi’nin profesörlerindendi.

Mısırla Habeşistan arasında harb başladığında ordu komandaları arasındaki ihtilaftan dolayı Mısır ordusu ardı ardına mağlub oldu. Hidiv İsmail’in buna canı çok sıkıldı. Sıkıntısı gidermek için bir gün Şerif Paşa ile birlikte çıktı.

Şerif Paşa:

– Senin başına bir musibet geldiğinde bu belayı gider­mek için ne yaparsın?

Hidiv İsmail:

– Ey Efendimiz, başıma bir musibet geldiğinde, Allah Teâlâ beni, en muttaki âlimlerin tilavet ettikleri “Sahih-i Buharî”ye sığınmamı öğütlüyor. Böylece Allah Teâlâ, mu­sibetimi giderir.

Hidiv İsmail, Ezher Üniversitesi’nin rektörü ile ko­nuştu. Rektör, O’nun için ilmi ile âmil muttaki âlimleri topladı. Ezher Üniversitesi binasındaki eski kubbenin al­tında “Sahih-i Buharî”yi okumaya başladılar. Fakat bütün bu olanlar yanında yenilgiler devam edip gidiyordu.

Yanında Şerif Paşa olduğu hâlde Hidiv İsmail, âlimlerin yanına gitti ve onlara kızarak şöyle dedi.

– Bu okuduğunuz, ya “Sahih-i Buhârî” değil veya siz ilmi ile âmil âlimlerden değilsiniz. Allah Teâlâ, ne sizin se­bebinizle, ne de duanızla belâları ve yenilgiyi giderecek de­ğildir.

Âlimler, bu hitab karşısında çok üzüldüler ve mahcub oldular. O anda cemaatın arkasında bir âlim, O’na şöyle hitab etti:

– Senin yüzünden bu belâlar, ey İsmail!.. Rasulullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu bize naklonuldu:

“Ya iyilikle emreder ve kötülükten nehyedersiniz veya Allah Teâlâ, size en şerrlilerinizi musallat eder. İyileriniz Allah’a dua eder, fakat duaları kabul olunmaz.”[191]

Diğer âlimler, korkudan titremeye başladılar. Şerif Paşa ile Hidiv İsmail, bir tek kelime söylemeden çıkıp gittiler. Âlimler, bunu söyleyen âlimi kınamaya ve azarlamaya başladılar. Onlar, bu hâldeyken Şerif Paşa geri göndü:

– Hidiv İsmail’e o sözleri söyleyen âlim kimdir? diye sordu.

O âlim:

– Benim, diyerek ayağa kalktı.

Şerif Paşa, onu aldı ve götürdü. Âlimler onu kınama­dan vazgeçip kendisiyle vedâlaşmaya başladılar. Dönmesini ummuyorlardı bile. Onun, geri gelmesi için dua ediyorlardı.

Şerif Paşa ile O, Hidiv İsmail’in sarayına gittiler. Hidiv İsmail, selamlığında oturuyordu. Ön tarafında bir koltuk vardı. Âlim, o koltuğa oturdu.

Hidiv İsmail.

– Bana, Ezher Üniversitesi’nde söylediğin sözleri tekrar et, dedi.

Âlim, söylediği sözleri ve hadisi tekrar etti. Ayrıca ha­disin açıklamasını da yaptı.

Hidiv İsmail, O’na:

– Ne yaptık ki, bu belâlar başımıza geldi?

Âlim:

– Ey Efendimiz, kanunlarınız Şer’î ve Medenî diye bir­birine karışmadı mı? Faizin helâllığına dair kanun çıktı. Zinâ, ruhsatlı değil mi? İçki, mübah değil mi? Ve değil mi?.. Değil mi?..

İnkârı gayr-ı kabil haramları O’na bir bir saydı ve de­vamla:

– Nasıl Allah’tan yardım beklersin, dedi.

Hidiv İsmail:

– Ne yapalım? Avrupalılarla karıştık. Bu ise, onların medeniyetidir.

Âlim:

– O takdirde, Buhârî’nin günahı ve âlimlerin mahareti ne olabilir ki?..

Hidiv ismail, uzun zaman başını eğerek kaldı, konuş­madı.

Sonra âlime:

– Doğru söyledin, doğru söyledin! dedi.

Ayrıca Hidiv İsmail, o âlime ayda 30 Mısır Lirası maaş bağlanmasını emretti. Daha sonra âlim, Ezher Üniversi­tesi’ne döndü. Ondan ümit kesen arkadaşları, sanki yeniden dünyaya gelmiş gibi sevindiler…[192]

Rabbimiz Allah’ın:

Kulları içinde ise, Allah’dan ancak âlim olanlar içleri titreyerek korkar.”[193] diye vasıflandırdığı muttaki âlimler­den sunulan birkaç örnekte görüldüğü gibi, yalnızca Al­lah’dan korkan âlimler, topluma hidayet rehberleri olabi­lirler… Onlar,hakikatları apaçık izah edebilirler… Onlar, Allah’dan başkasından korkmadan, gerek egemen yönetici­lerde, gerekse yönetilen halk kitlelerindeki noksanlıkları görür, teşhisini kor ve tedavi yöntemlerini beyan ederler…

Şehid imamımız İmam Ebu Hanife (rh.a.) korkunun psikolojik ve sosyolojik yönlerini şöyle beyan eder, “el-Âlim ve’l-Müteallim” adlı eserinde:

“Talebe:

– Ne kadar güzel söylediniz. Fakat acaba bir şeyden korkan, yahud bir şeyden menfaat uman kimse, kâfir olur mu?

Âlim (rh.a.):

– Korku ve ummak, yahud da iki hâlden birinde bulu­nur. Bir kimseden uman, yahud korkan kimse, onun Al­lah’ın izni olmadan kendisine zarar veya fayda vermeye muktedir olduğu görüşünde ise, kâfir olur.

Diğer durumda, bir kimse, hayrı Allah’dan umduğu, yahud Allah’ın kendisini başkalarının eline düşürmek, yahud bir şeyi sebeb kılmakla vereceği beladan endişe ettiği için başkasından korkar veya umarsa bu kimse, kâfir ol­maz. Çünkü baba, evlâdının kendisine faydalı olmasını, kişi hayvanının kendisini taşımasını, komşusunun kendisine iyilik etmesini, devlet başkanının kendisini korumasını umar. Bu durumda kâfirlik bahis konusu olmaz. Çünkü umduğunu Allah’dan ummaktadır. Kendisini, evlâdından ve komşusundan faydalandırmasını, içtiği ilaçtan şifa ihsan etmesini Allah’dan ümit eden kimse kâfir olmaz.

İnsan bazan şerrden korkar. Allah’ın kendisini kötü şeylerle mübtelâ kılmasından korkarak kaçar.

Meselâ, Allah’ın Rasul seçtiği ve kelâmı ile mümtaz kıl­dığı Hz. Musa (a.s.), Allah ile arasında hiçbir elçi olmadan:

Beni, öldürmelerinden korkarım.” (Kasas, 28/33) de­mişti.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), mağaraya saklanmıştı.

Bu durumda, onlar için küfür, kat’iyyen bahis mevzuu olamaz. Keza insan, yırtıcı hayvanlardan, yılan yahud ak­repten veya evinin yıkılması, sel afeti ve zarar verecek yiye­cek yahud içeceklerden korkar. Bütün bu durumlarda in­sana küfür veya şübhe  hâli değil, ancak korkmak arız ol­muş olur.

Talebe:

– Şübhesiz bildiklerimizi söylediniz. Fakat bu mahluk­lardan, Allah’dan korktuğundan daha çok korkan mü’mi­nin durumu nedir? Bunu açıklayın.

Âlim (rh.a.):

– Mü’minin, Allah’dan daha çok korktuğu hiçbir varlık yoktur. Zirâ mü’min şiddetli bir şekilde hastalandığı, yahud Allah’dan gelen kötü bir musibete uğradığı zaman bile gizli veya açık olarak:

– Ya Rabbi, ne kötü yaptın, demez.

Bunu, içinden de söylemez. Buna mukabil Allah’ı daha çok zikreder.

Eğer bu musibetin yüzde biri, dünya hükümdarların­dan birisinden gelmiş olsa idi, o kimse, güvendiği kimselere hükümdarın duymadığı yerde onun zulmünü, kalbi ve lisanı ile ifâdeden çekinmezdi.

Halbuki mü’min, gizli, aşikar, sıcak, soğuk her yerde Allah’ın emrini gözetir.

Dünya hükümdarlarının emirleri ise, gizli, açık, iste­yerek, yahud istemeyerek her hâl ve kârda gözetilmez.

Mesela, bazen mü’minin soğuk bir gecede yıkanması gerekir. Hoşuna gitmese de uykusundan uyanır, Allah’dan başkasının bilmediği bir durum için ve sırf Allah’dan korktuğu için gusleder. Kezâ, şiddetli sıcakta, susuzluktan yanıp kavrulduğu hâlde orucunu tutar. Yanında kimse bulun­madığı hâlde Allah’ın emrini gözetir, sabreder. Al­lah’dan korktuğu için feryad etmez.

Buna mukabil bir kimse, bir hükümdarın huzurunda bulunduğu müddetçe ondan korkar, fakat uzaklaşınca korkmaz. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, mü’minin, Al­lah’dan daha çok korktuğu hiçbir varlık yoktur.”[194]

Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Ra-sulullah (s.a.s.):

“Âlim, ilmiyle Allah rızasını aradığında her şey kendi­sinden saygıyla karışık bir korku duyar. Fakat ilmiyle mal yığmak, istediğinde kendisi, her şeyden korkar.”[195]

Muttaki ve muvahhid İslâm ulemâsı, tarih boyunca icra ettiği ve ümmet için başarılı olduğu asil vazifesini, bu­günde yerine getirmekle mükelleftir… Dünyanın neresinde olursa olsun, sorumlu muttaki âlimler, mutlaka hep bera­ber Allah’ın ipi olan Kur’ân’a sarılacak, Sünnet üzere yaşa­yacak ve bir araya gelip, bir bilek bir yürek olarak ümme­tin velayet hakkı gereği “Ehl-i Hâl ve’l-Akd”ı oluşturmaları gerekir… Yetkili muttaki âlimlerden meydana gelen üm­metin “Ehl-i Hâl ve’l-Akd”ı “önderliği” gündeme getirerek, koparılmış olan başı, çırpınan başsız gövdeyle birleştirecek­tir… Böylece, bir vücudun organları olarak, Rasulullah (s.a.s.) tarafından tarif edilen muvahhid mü’minlerin her biri, ümmet vücudundaki aslî yerini almış olacaktır…

Abdullah b. Amr (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):

“Müslümanlar, kendilerinin dışındaki kimselere karşı bir el (tek yumruk hükmünde)dirler.”[196]

Ümmetin velayetini ehline teslim edecek ve hidayet ön­derleri konumunda olan muttaki ulemâ, İslâmî ilimlerini çağın sosyal ve fen ilimleriyle birleştirip teknoloji ile barışık bir hayatı gündeme getirmeleri gerekir… Hayatî her ko­nuda ilerinin ilerisinde birer önder olan muvahhid âlimler, bulundukları toplumlarda her yönleriyle örnek şahsiyetler olup her biri birer hidayet rehberleridir… Allah’ın izni ve yardımıyla ulemânın tevhid ve salih amel üzere insanlara önder olmaları, karanlığa gömülmüş çağı aydınlatacak ve cahiliyyenin insan fıtratına aykırı bütün değerlerinden in­sanları kurtaracaktır!.. Kalblerdeki, beyinlerdeki ve yaşanan hayattaki bütün cahilî değerler yerlerini, insan fıtratına uygun Fıtrat Dini olan İslâmî değerlere bırakacaktır… İslâmî değerler, hayata egemen olacak ve insanlık İslâm’ın aydınlığında, Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde huzur, barış ve saadete kavuşacaktır…

Yaşadıkları çağda ve toplumda, toplumsal önderlik va­zifesini yüklenmiş olan şuurlu ulemâ, çağından sorumlu olduğu idrakıyla hareket edip, her şeye ve herkese karşıki görevlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışmalıdır… Göre­vin şuurlu ve hakkıyla yapılması, özlenen, arzulanan ve beklenen hayırlı sonucu verecektir.

Çağın ve ümmetin problemlerini, İslâmî ölçülerde çöz­meye ve hayırlı bir sonuca bağlamaya ehil (Ehl-i Hâl ve’l Akd) olan muttaki ulemâ, mü’min müslümanlara önder olup her türlü krizden kurtulmaya çalışması gerekir… Ümmetin velayeti, tabii olarak muttaki ulemâ’ya aiddir… Üstlendikleri velayet hakkını gereği gibi yerine getirmeleri ve önderlik konusunu asla ihmal etmemeleri lazımdır… Dünya barışının ve insanlık huzurunun şartı budur!..

Dâvâmızın başı ve sonu, Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd etmektir.

 

 



[180] Nehcü’l-Belaga, Sh.431.

[181] Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, çev. Süleyman Uludağ, İst.1991,

Sh.258, 3.Baskı.

Not: Üstad Ebu Ali Dakkak’ın bu sözü, halk arasında:

– Haksızlığa karşı susan, dilsiz şeytandır, şeklinde ve hadis olarak söyleni-

yorsa da, hadis değildir. Rasulullah (s.a.s.)’in hadisleri arasında böyle bir

söz yoktur ve hiçbir muteber kaynakta yer almadığı beyan olunmuştur…

[182] Bkz. Nas, 114/6.

[183] İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, C.2, Sh.476,

Hds. 2380(4747). Hakim’in Müstedrek’inden.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.4, Sh.506, Hds.8.

[184] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Melahim, B.17, Hds.4344.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.12, Hds.2265.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B.20 Hds.4011-4012.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Biât, B.37, Hds.4191.

Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, C.1, Sh.164, Hds.100.

Kuzâî, A.g.e., Sh.231, Hds.791.

İmam Suyutî, A.g.e., C.1, Sh.347, Hds.724(1246). Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.3, Sh.19’dan.

[185] Sahih-i Müslim, Kitabu Sıfatu’l-Musafirin, B.52, Hds.294.

[186] İmam Gazâlî, İhyâu’ Ulumi’d-Din, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst.1987,

C.2, Sh.839-840.

[187] Abdulaziz el-Bedrî, İslâm’da Devlet Adamı ve Âlim, çev. Mehmet Bıyıklı –

Kemal Solak, İst.1989, Sh.114-116.

[188] İmam Gazâlî, A.g.e., C.2, Sh.842-843.

[189] İmam Gazâlî, A.g.e., C.2, Sh.845-846.

[190] Abdulaziz el-Bedrî, A.g.e., Sh.140-142.

[191] Hadisi, Evsat’ta Taberânî ve Bezzar rivayet etti.

Benzer bir hadis için bkz.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.9, Hds.2259.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B.20, Hds.4004.

[192] Abdulaziz el-Bedrî, A.g.e., Sh.142-144. (Âlimlerin Ahlâkı, Sh.101-

102’den).

[193] Fatır, 35/28.

[194] İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, İst.1981, Sh.36-38.

[195] İmam Suyutî, A.g.e., C.3, Sh.8, Hds.2739(5667). Deylemî, Müsnedü’l-

Firdevs’den.

Hadis, zâiftir. Geniş bilgi için bkz.

Münavî, Feyzu’l-Kadir, C.4, Sh.371, Hds.5657.

[196] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.147, Hds.2751.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’d-Diyet, B.31, Hds.2683.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Kaseme, B.8, Hds.4707-4708.

Kuzâî, A.g.e., Sh.59, Hds.118.