İHYA HAREKETİNDE MUHATAB

İnsanı ihya konusunda vazifeli olan muvahhid şahsi­yetin, kendilerini İslâm’a davet edecek ve ihya olmalarına, hidayet bulmalarına vesile olacak kişileri veya kitleleri tanı-ması esastır… Onların sosyolojik ve psikolojik durum­la­rını, örf ve adetlerini, kültür seviyelerini ve kültü­rel ya­pıla­rını iyi bilmesi gerekir… Bunlar, bilinmeli ve ta­nınmalı­dır ki, onlara İslâm anlatılırken, onların anlayabile­cekleri bir uslûb kullanılsın… Ne seviyelerinin çok yükseğinde, ne de sevi­ye-lerinin aşağısında bulunulsun… Çünkü İs­lâm davet­çisi, İs­lâm’ı tebliğ ederken muhatabı olanın sevi­yesini ya­kala-ya-bi­lirse, onunla çok iyi bir ilişki kurma im­kânına sahib olur ve mesajını rahatlıkla ulaştırıp kabul et­tirebilir…

Bundan dolayı şu hususlara dikkat edilmelidir:

1) Muhatab Şahsiyeti Tanımak

Mü’min müslümanların hayat önderi ve örneği Rasu-lullah (s.a.s.), kendilerine İslâm’ı anlatacığı kişileri iyi tanı-yor, onların ne ihtiyaçlarının olduğunu biliyor ve ihti­yaç-ları olduğu kadarıyla onlarla sohbet ediyordu… O (s.a.s.), muhatabı olan kişileri bıktırmamak için onların mü­sait ol-dukları zamanları kolluyor ve o zaman kendile­rine muhatab oluyordu… Rasulullah (s.a.s.)’in bu tavrını, Ashab-ı Kiram da devam ettirmiştir… Rasulullah (s.a.s.)’in varisleri olan muvahhid mü’minlerin de, Rasulullah’ın bu Sünneti’ni uygulamaları ve bu konuda dikkatli davranma­ları gerekir…

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:

– Rasulullah (s.a.s.), va’z ve nasihat hususunda bize bıkkınlık gelmesin diye hâlimize bakıp günler içinde vakit­ler kollardı.([1])

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu Sünneti’ni bize be­yan eden Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) da, bu konuda Rasu-lullah (s.a.s.) gibi davranırdı…

Ebu Vail şöyle diyor:

Abdullah İbn Mes’ud (r.a.), her perşembe günü insan­lara va’z ve nasihat edip ders yapardı.

Bir kimse, kendisine:

-Ya Eba Abdurrahman, vallahi, senin bizlere her gün ders yapmanı çok arzu ettim, dedi.

İbn Mes’ud:

– Beni, sizlere her gün ders vermekten men eden şey, sizleri usandırmak istemememdir. Ben sizlere, va’z ver­mek-te sizin hâlinize uygun vakitler gözetiyorum. Nitekim Rasulullah (s.a.s.) de, bizlere usanç gelmesinden endişe et­tiği için bizim durumumuza uygun zamanlar gözetirdi, de-di.([2])

Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha)’ya:

“İnsanlara, mevkiine göre muamele edin!”([3]) diye nasi­hat eden Rasulullah (s.a.s.), bölge insanını çok iyi tanı­dığından dolayı onlar incinirler endişesi ile Kâbe’nin şeklini değiştirmediğini beyan buyurur:

“Eğer kavmin cahiliyye devrine yakın olmasaydı, Hic-r’in duvarını Beyt’e katmak ve Beyt’in kapısını yer sevi­yesi-ne indirmek isterdim. Fakat duvarı Beyt’e girdirmem ve Kâ-be kapısını yer seviyesine indirmemden ötürü, onların gö-nüllerinin kırılmasından endişe ederim!”([4])

Bölge insanının olgun olmayışları, kendilerindeki anla­yış noksanlığından dolayı, mes’eleyi yanlış anlar ve hatalı değerlendirip gönülleri kırılır diye böyle davranıyor Rasu-lullah (s.a.s.)… Yanlış değerlendirme ve gönül kırgın­lığı, za-man içinde korkunç düşmalıklara ve beklenilmeyen çılgın-lıklara dönüşür… Bunu, zamanında engellemek ve ortaya çıkmasını önlemek gerekir!..

Rasulullah (s.a.s.), İslâm’a davet ettiği kişinin akîdesini, fikrini ve sosyal düşüncesini bildiğinden dolayı, muhata­bıyla gayet rahat konuşuyordu… İhya erlerinin de bu şe­kil-de olmaları lazımdır…

Adiyy b. Hatim (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.)’in yanına geldiğimde, bana üç defa:

“Müslüman ol ki, selâmete eresin!” dedi.

Ben de:

– Benim dinim vardır, dedim.

O:

“Ben senin dinini, senden daha iyi bilirim.” dedi.

Ben:

– Benim dinimi benden daha iyi mi  bilirsin? dedim.

O:

“Evet, senden daha iyi bilirim. Sen, Rekûsiyye dinine mensubsun. Rekûsiyye Hıristiyanlık ile yıldızperestlik ara­sında bir dindir. Kavminin ele geçirdikleri ganimetlerin dört-te birini yersin.” dedi.

Ben:

– Evet, doğrudur, dedim.

O:

“Bu, senin dininde sana helal değildir.” dedi ve bundan fazla bir şey söylemedi.

Ben, ses çıkarmadım.

Sonra bana:

“İslâm Dini’ne niçin girmek istemediğini de biliyorum. Bu adama,sadece züğürt ve Arapların hor gördüğü kimse­ler tabi olmuştur, diyorsun.” buyurdu.([5])

İmrân b. Husayn (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), babama:

“Ya Husayn, bugün kaç ilâha inanıyorsun?” buyurdu.

Babam şöyle cevab verdi:

– Altısı yerde ve biri gökte olmak üzere yedi ilâha!..

Rasulullah :

“Arzu(ları)n ve korku(ları)n için onlardan hangisini ayırırsın?” diye sordu.

– Göktekini, dedi.

Rasulullah :

“Ya Husayn, ne var ki, müslüman olmuş olsaydın, sana fayda verecek iki kelime öğretirdim.” buyurdu.

Husayn, müslüman olunca:

– Ya Rasulullah, bana va’dettiğin o iki kelimeyi öğret! dedi.

Rasulullah (s.a.s.) buyurdu ki:

“Şöyle dua et:

– Allah’ım, bana rüşdümü (yararlı olanı) ilhâm et ve beni nefsimin şerrinden koru.”([6])

Aynı olay, daha geniş bir şekilde de rivayet olunmuş­tur…

İmrân b. Halid b. Taleyk b. Muhammed b. İmrân b. Husayn’dan: Oda babasından, babası da dedesinden:

Kureyşliler, Husayn’a saygı gösteriyorlardı. O, gelip:

– Şu adamla bir konuş, zirâ ilâhlarımıza dil uzatıp on­lara sövüyor, dediler.

Ve onunla beraber Peygamber Efendimize gelip, ka­pıya yakın bir yere oturdular.

Peygamber Efendimiz (s.a.s):

“Husayn’ı içeri alın.” dedi.

Husayn ile arkadaşları, büyük bir kalabalık idiler.

Husayn, söze başlayıp:

-Ya Muhammed, nedir senden duyduklarımız? Sen, ilâhlarımıza sövüyor ve onlar hakkında ileri-geri konuşu­yorsun. Halbuki senin baban akıllı ve atalarının din ve inançlarına saygılı bir insan idi, dedi.

Peygamber Efendimiz (s.a.s):

“Ya Husayn, benim ve senin babalarımız ateştedirler.

Ya Husayn, sen, kaç ilâha tapıyorsun?” buyurdu.

Husayn:

– Yerde yedi ve gökte bir ilâha tapıyorum, dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Başın bir derde girdiği zaman hangisini çağırıyorsun?” buyurdu.

Husayn:

– Gökte olan ilâhı çağırıyorum.

Rasulullah (s.a.s.):

“O halde seni koruyan, senin yardımına koşan, yalnız gökteki ilâh iken, ne diye diğerlerini O’na ortak kılıyorsun? Yoksa sen, gökteki ilâhı razı ettiğin, yahud diğerlerinin O’nu yeneceğinden korktuğun için mi bunu yapıyorsun?” diye sordu.

Husayn:

– Bu, her iki sebebten de değildir, dedi.

(Husayn diyor ki:

– Ben, bildim ki, O’nun gibi bir kimse ile konuşmuş de­ğilim.)

Rasulullah (s.a.s.):

“Ya Husayn, müslüman ol ki, selâmete eresin.” bu­yurdu.

Husayn:

– Benim adamlarım ve kabilem vardır, ne diyeyim? dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Allah’ım, doğru yolu bulmak için Senden hidayet dile­rim. Bana faydalı olacak bir bilgi ver, de!.” buyurdu.

Husayn, bunu söyledi, sonra biraz direndi ise de netice de müslüman oldu. Bunun üzerine İmrân, kalkıp O’nun başını, el ve ayaklarını öptü.

Rasulullah (s.a.s.) de, bunu görünce ağladı ve:

“İmrân’ın hareketinden dolayı ağladım. Husayn, içe­riye girdiği zaman kâfir olduğu için İmrân, ne ayağa kalk­mış, ne de onun yüzüne bakmıştı. Fakat müslüman olunca, babalık hakkını ödedi. Ben, bunun için duygulan­dım.” Bu-yurdu.

Nebî (s.a.s.), Husayn gitmek istediği zaman Ashabına:

“Kalkıp, onunla birlikte kapıya kadar gidin!” bu­yurdu.

Husayn, kapıdan çıkarken Kureyşliler, onu görüp:

– Husayn da dinini terk etti, diyerek dağıldılar.([7])

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), kendisinden nasihat iste­yen ve soru soran muhatablarını tanıyıp bildiği için, onla­rın ihtiyacına göre nasihat etmiş ve sorularını cevaplandır­mıştır…

Ümmü Hanî (r.anha) şöyle demiş:

Ben, Rasulullah (s.a.s.)’in yanına giderek:

-Ya Rasulullah, bana (yapabileceğim nafile) bir amel göster (tavsiye buyur). Çünkü ben, gerçekten yaşlandım, güç bakımından zayıfladım ve şişmanladım, dedim.

Bunun üzerine O, şöyle buyurdu:

“(Günde) yüz defa Allahu Ekber de, yüz defa Elham­du­lillah de ve yüz defa Sübhanallah de. (Bu zikir sevab ba­kı-mından) Allah yolunda (savaş için) gemlenmiş, eğer vu­rul-muş yüz attan, (kurban edilen) yüz deveden ve (âzâdla-nan) yüz köleden hayırlıdır.”([8])

Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)’dan:

Aişe:

– Ya Rasulallah, biz cihadı, amellerin en faziletlisi görü­yoruz. Bundan dolayı biz, cihad etmeyelim mi? diye sordu.

Rasulullah (s.a.s.) de:

“Hayır, siz kadınlar için cihadın en faziletlisi, mebrûr haccdır.” buyurdu.([9])

Ebu Umame (r.a.)’dan:

Rasulullah (s.a.s.)’e:

– Bana, öyle bir şey söyle ki Allah, onun karşılığında bana sevab versin? dedim.

Rasulullah (s.a.s.):

“Oruç tut! Çünkü oruç gibi sevablı amel yoktur.” bu­yurdu.([10])

Ebu, Hureyre (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.)’e bir adam geldi ve:

– Bana, cihada denk olacak bir ameli delâlet et, dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Ben, cihad değerinde bir amel bulamıyorum.” bu­yurdu da şöyle devam etti.

“Mücahid, sefere çıktığı zaman sen, mescide gidip de (o, geriye dönünceye kadar) hiç gevşemeden devamlı na­maz kılmaya, hiç iftar etmeden devamlı oruç tutmaya gü­cün yeter mi?” buyurdu.

O zât:

– Buna, kimin gücü yeter ki? dedi.([11])

Abdullah b. Amr (r.a.)’dan:

Bir adam Rasulullah (s.a.s.)’e:

– Ben, cihada gidiyorum, dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Senin, annen-baban var mı?” diye sordu.

O zât:

– Evet, var, dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Öyleyse sen, (evvelâ) onların rızaları yolunda ça­lış (cehd et)!” buyurdu.([12])

Rasulullah (s.a.s.)’in zevcesi Aişe (r.anha) ile Emirü’l-mü’minin İmam Osman b. Affan (r.a.) rivayet etmişlerdir:

Ebu Bekr, Rasulullah (s.a.s.)’in yanına girmek için izin istemiş. Rasulullah (s.a.s.), Aişe’nin çarşafına bürünmüş olarak döşeğinin üzerine uzanmış imiş. Kendisi, o hâlde iken Ebu Bekr’e izin vermiş ve onun hacetini görmüş, sonra o, gitmiş.

Bilahire Ömer, izin istemiş. Aynı hâlde ona da izin vermiş ve onun da hacetini görmüş. Sonra Ömer gitmiş.

Osman demiş ki:

– Sonra yanına girmek için ben izin istedim.

(Rasulullah) Hemen oturdu. Aişe’ye de:

“Elbiseni üzerine topla!” dedi.

Ben de hacetimi gördüm. Sonra ayrıldım.

Bunun üzerine Aişe :

-Ya Rasulullah, aceb neden Osman’dan endişe ettiğin gibi Ebu Bekr’le Ömer (r.anhuma)’dan da endişe ettiğini görmedim? demiş.

Rasulullah (s.a.s.):

“Şübhesiz Osman, utangaç bir zattır. ona, bu hâlde girmek için izin versem, hacetini bana ulaştıramayacağın­dan korktum!” buyurmuş.([13])

Bu örneklerden anlaşıldığı gibi Rasulullah (s.a.s.), muhatabları tanıyor ve onlara durumlarına göre muamele ediyor… Kimin neye ihtiyacı olduğunu, kendilerini tanıdı­ğından ve durumlarından anlıyor, onlara buna göre tavsi­yelerde bulunup nasihat ediyor…

İhya erleri olan muvahhid mü’minler bilmelidirler ki, vazifeleri, insanlara İslâm’ı temsil ederek anlatmak ve hida­yetlerine vesile olmaktır… Hidayet verici, kalbleri İslâm’a açıcı Âlemlerin Rabbi Allah’dır… Kişi, sevdiklerini hidayet­e ulaştıramaz, ancak Allah’ın izniyle vesile olabilir… Diledi­ğini hidayete erdirici Allah Teâlâ’dır.([14])

Rabbimiz Allah, İslam’ı tebliğ ve İslâm’a davetin Ku-r’an-ı Kerim ile yapılmasını emrediyor… Ancak Kur’an’a i-man eden ve Allah’dan gereği gibi korkan mü’min müslü-man­lar, nasihat dinler, dinlediklerini uygularlar… İman et-me­yenler ve şirk üzere kalmada direnenler, hakikati duyar-lar fakat reddederler… Onların dinledikleri Kur’an, kendi ta­raflarınca reddolunduğu için kendilerine fayda vermez…

Şöyle buyuruyor, Rabbimiz Allah:

Rabblerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’an’la) uyarıp korkut. Onlar için ondan başka ne veli vardır, ne de şefaatçileri. Umulur ki, korkup sakı­nır-lar.([15])

Sen, yalnızca gayb ile Rabbinden içleri titreyerek korkmakta olanları ve dosdoğru namaz kılanları uyarırsın. Kim temizlenip arınırsa, artık o, kendi nefsi için temizlenip arınmıştır. Sonunda dönüş Allah’adır.([16])

Sen, ancak zikre (Kur’an’a) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah)’a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele.([17])

Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin. Şu hâlde, be­nim ke­sin tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver.([18])

Rabbimiz Allah Teâlâ’nın bu emirlerinden apaçık anla­şıldığı gibi, ihya hareketi, önce İslâm Milleti’nin arasında gerçekleşmelidir… Müslüman olduklarını beyan eden, fakat egemen müşrik tağutî güçler tarafından aldatılmış olan ümmetin ferdleri, daldırıldıkları gaflet ve cehaletten uyan­dırılmalıdırlar… Bütün imkânlar bu konuda harcanmalı­dır… Birinci derecede çok önemli olan, ümmetin uyanışına, Kur’an ve Sünnet’e sarılmalarına vesile olmaktır… Ondan sonra kitablı veya kitabsız gayr-ı müslimlere İslâm’ı tebliğ edip onları davet etmeli…

İşgal edilmiş İslâm topraklarında müstevlî egemen tağutların esareti altında bulunan müslümanların problem­leriyle uğraşmayı bir yana bırakıp, gayr-ı müs­limlere İs­lâm’ı tebliğ etmeyle uğraşmak, ihya erlerinin anın vacibi olan vazifesi olmadığı malumdur… Onların ertelen­mesi câiz olmayan, kendilerine anın vacibi olan vazifeleri, İslâm Mil­leti’ni uyarmak, uyandırmak ve hep beraber esa­retten kur­tulmaktır!..Çünkü İslâm topraklarını işgal eden egemen tağutlar, egemenlik güçlerini, uyuttukları ve ken­dilerine modern köleler yaptıkları, kendilerini müslüman kabul edenlerden almaktadırlar… Müşrik tağutlar tarafın­dan istilâ edilen İslâm topraklarındaki gaflet ve ce­hâlet içine itilmiş mustaz’af kitleler, egemen tağutlara des­tek verip yardımcı olmazsa, tağutî sistemler asla ayakta duramaz­lar… Mus-taz’aflar, müstekbirlere vermiş oldukları destek­lerini ve yardımlarını keser veya geri çekerlerse, zu­lümle ayakta du-ran bütün zalimler devrilip giderler!..

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

“Küfürde büyük çaba harcayanlar, seni üzmesin. Çün-kü onlar, Allah’a hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah, onları ahirette pay sahibi kılmamayı ister. Onlar için bü­yük bir azab vardır.

Onlar imana karşılık küfrü satın alanlardır. Onlar, Al­lah’a hiçbir şeyle zarar veremezler. Onlar için acıklı bir azab var­dır.([19])

Öyleyse sağır olanlara sen mi dinleteceksin veya kör olan ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı hidayete erdire­ceksin?([20])

Sen, artık Allah’a tevekkül et. Çünkü sen, apaçık olan hak üzerindesin.

Çünkü gerçekten sen, ölülere (söz) dinletemezsin ve ar­kasını dönüp kaçan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.

Ve sen, körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete er­dirici değilsin. Sen, ancak ayetlerimize iman edenlere (söz) dinletebilir­sin, işte müslüman olanlar bunlardır.([21])

Şu hâlde sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya haya­tından başkasını istemeyenden yüz çevir.([22])

2) İşi Kolay Tutmak

Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.) :

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettir­meyin.”([23])

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu emri, dinden kolaylık ortaya koyarak, zor emirleri tavizler vererek ve yontarak kolaylaştırınız demek değildir… Katıksız ve kâmil bir iman ile inanan muvahhid mü’min için İslâm dininde zor olan hiçbir şey yoktur… Onun imkânı dahilinde olan, tahammül gücünü aşmayan her emir, onun, yapılması kolay olan vazifelerindendir…

Buradaki kolaylaştırmak, en önemli olan şeyi öne alıp, ondan daha az önemli olan şeyi geriye bırakmak demek­tir… Meselâ, katıksız iman etmek, salih amel işlemekten çok önemli ve ondan önce gelir… Önce gelen iman kendile­rine anlatılıp muhatablar tarafından kabul görülürse, amel ko­nusu onlar için çok kolaylaşır… Bundan dolayı, Muaz b. Cebel (r.a.)’ı Yemen’e valî gönderen Rasulullah (s.a.s.), önce iman konusunu tebliğ edip onlara kabul ettirmesini, sonra beş vakit namaz ve zekatı haber vermesini emretmiş­tir…([24])

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Allah, size kolaylık diler zorluk dilemez.([25])

Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yükle-mez.([26])

Allah, (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister. (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır.([27])

Allah adına gerektiği gibi cihad edin. O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir.([28])

İbn Abbas (r.anhuma)’nın rivayetleriyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İnsanlara (din işlerini ve vazifelerini) öğretin, kolaylık gösterin ve güçlük çıkarmayın. Sizden biriniz hiddetlendiği zaman, sükût etsin (sussun-konuşmasın)!”([29])

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in, bu konudaki bir uygula­masını örnek olarak kaydedelim…

Talha b. Ubeydullah (r.a.) anlatıyor:

Necd ahâlisinden saçı darmadağın (fakir) bir kimse, Ra-sulullah’a geldi. Uzaktan sesini karmakarışık duyuyor, fakat ne söylediğini anlamıyorduk. Nihayet yaklaştı. Me­ğer İslâm’ın ne olduğunu soruyormuş.

Bu suale karşı Rasulullah (s.a.s.):

“Bir gün bir gece içinde beş vakit namaz.” buyurdu.

O zât:

– Üzerimde bu namazlardan başka da olacak mı? diye sordu.

“Hayır meğer ki, kendinden kılasın.” buyurdu.

Ondan sonra Rasulullah (s.a.s.):

“Bir de Ramazan orucu.” buyurdu.

O zât:

-Üzerime bundan başka da olacak mı? diye sordu.

O da:

“Hayır, meğer ki, kendiliğinden tutasın.”

Rasulullah (s.a.s.), zekatı da ona söyledi.

O zât, yine:

-Üzerimde bundan başkası da olacak mı? diye sordu.

Rasulullah (s.a.s.), yine:

“Hayır, meğer ki, kendiliğinden veresin” cevabını verdi.

Bunun üzerine (o Necidli fakir zât):

“Vallahi bundan ne artık, ne noksan bir şey yapacak değilim, diyerek arkasını dönüp gitti.

Bunu duyunca Rasulullah (s.a.s.):

“Eğer doğru söylüyorsa, kurtuldu gitti. (Yahud, eğer doğru söylüyorsa, cennete girdi)” buyurdu.([30])

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın” emri, uygulamada ol­duğu gibi olmalıdır, yoksa dinden taviz vererek, kolaylaş­tırmak imkânsızdır…

3) Güzellikle Davranmak

Rabbimiz Allah şöyle buyurdu:

Allah’dan bir rahmet dolayısıyla onlara yumuşak davran­dın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar, çevren­den dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için ba­ğışlanma dile ve iş konusunda onlarla muşavere et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül et. Şübhesiz Allah, te­vekkül edenleri sever.([31])

İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), tefsirinde bu ayetle il­gili şunları kaydeder:

“Bil ki, müslümanlar, Uhud gününde bozularak Hz. Peygamber (s.a.s.)’den uzaklaştıklarında, daha sonra geri döndükleri vakit Hz. Peygamber (s.a.s.), onlara sert ve şid­detli davranmayıp, onlara yumuşak bir biçimde hitab etti, konuştu. Sonra Allah Teâlâ, geçen ayetlerde onları, dünya­ları ve ahiretleri hususunda kendilerine faydalı olan şeylere irşâd edip onları affetmesi de bu şeyler cümlesinden olunca, Cenab-ı Hak: ‘Sen, Allah’dan bir rahmet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandın’ buyurarak, onları affettiğin­den ve onlara karşı sert davranmadığından dolayı Hz. Peygam­ber (s.a.s.)’i övmek ve medhetmek suretiyle O’nun fazl-u ihsa­nını arttırdı. İnsaflı olan kimse bunun söz dizisinde güzel bir tertib olduğunu bilir.”([32])

Güzellikle davranmak, yani hüsn-ü muamele, hayat önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in övülmüş, tamamlanarak kâmilleşmiş güzel ahlâkının gereğidir…

Abdullah İbn Amr (r.a.), Rasulullah (s.a.s.)’in Tevrat’ta yer alan vasıflarını beyan ederken şöyle demişti:

“Bu Peygamber, kötü huylu, katı kalbli, çarşılarda ba-ğırgan değildir. O, kötülüğü kötülükle def etmez. Lâkin O, affeder, yüz çevirip geçer.”([33])

İhya erlerinin önderi ve örneği olan Rasulullah (s.a.s.)’e şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır. O zaman (görürsün ki,)

Seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.

Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası kavuşturu-lamaz.([34])

Abdullah İbn Abbas (r. anhuma) şöyle demiştir:

– Buradaki, ‘en güzel olan bir tarz’ öfke sırasında sabır, kötülüğe uğrama sırasında affetmektir. Sabrı ve affı yaptık­ları zaman Allah, onları korur ve düşmanları, onlara alçalıp boyun eğer:

Sanki o düşman, yakın bir dost(un) oluverir.([35])

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Kötülüğü, en güzel olanla uzaklaştır. Biz, onların ni­te-len­dire geldiklerini en iyi bileniz.([36])

Bu naslardan hareketle, muvahhid mü’minlerin İs­lâm’a davet ederken çok yumuşak davranmaları, tatlı dilli ve gü­ler yüzlü olmalarının gerekli olduğu anlaşılmakta­dır… Zor-luklara sabretmek ve kendisine yapılmış haksızlığa karşı af-fedici olmak, ihya erlerinin vasfıdır… İnsanlara muhatab olurken, onları anlamaya çalışmalı, sıkıntı anla­rında ve se­vinçli anlarında, onların kederlerini ve neşelerini paylaşır olmak onlara yakın olmak demektir… Onlara yakınlık, kendisini ve dolayısıyla hal dâvâsını onlara kabul ettirmek demektir… İnsanlara, seviyelerine ve durumlarına göre gü­zellikle davranmak, onların sevgisini ve dostluğunu ka­zanmak ile sonuçlanır… Böylece bir barış ortamı doğar… Bu barış ortamında insanlara, doğrular daha kolay anlatı­labi­lir… İnsanlar, böyle bir ortamda ihya eri olan muvahhid mü’mini daha güvenerek dinler ve hak verebi­lirler… Mü’minin vazifesi, hidayete vesile olmak ve insan­lara hakkı anlatabilmektir… Muhatabı, harbî ve azılı düş­man olsa bile önce ona karşı güzellikle davranmalı, saldır­gan olmamalı ve devamlı iyi niyetle onu kazanmaya çalış­malıdır… Eğer dost olarak kazanamıyorsa, bari kendi­sine düşman olma­masını sağlamalıdır… Bu da, kötülüğü iyilikle karşılamak, ona karşı iyi niyetli olup, güzel sözler söylemekle olur…

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle.

Çünkü şeytan, aralarını açıp bozmaktadır. Şübhesiz şeytan, insanın açıkça bir düşmanıdır.([37])

İmam İbn Kesir (r.a.), bu ayet hakkında şunları beyan eder:

“Allah Teâlâ, Rasulüne emrediyor ki:

– Allah’ın mü’min kulları birbirleriyle konuşmalarında, hitablarında ve sözlerinde en güzel sözleri söylesinler ve en iyi ifadeleri kullansınlar. Eğer böyle yapmazlarsa, şeytan, onların aralarını açar. Sözü, fiile döndürür. Aralarında şer, düşmanlık ve çatışma meydana getirir. Çünkü şeytan, Âdem’e secde etmekten kaçındığı günden beri, ona ve so­yuna düşmandır. Onun düşmanlığı ayân-beyândır. Bu­nun için, kişinin müslüman kardeşine sert laf söylemesi ya­sak­lanmıştır.”([38])

Kendisine zulmedene karşı mazlum kişi, onun kötülük-lerini an­latan çirkin sözler söyleyebilir… Onun hakkında kötü söz söyleyerek onu, yetkili mercilere şikayet edebilir… Onun kötülüklerini, zulmünü ve eziyetine insanlara anla-tabilir… Bundan maksadı yetkili merciler, bu zalime gerekli cezayı versinler ve halk, onun kötülüklerine karşı önlem al-sınlar… Bu durumun dışında kötü sözün söylenmesini, Rabbimiz Allah sevmez([39])

Rabbimiz Allah şöyle buyurmuştur:

Allah, zulme uğrayanlar dışında kötü sözün açık söy-lenme­sini sevmez. Allah, işitendir, bilendir.

Bir hayrı açıklar, ya da gizli tutarsınız veya bir kötü­lü-ğü ba­ğışlarsanız, şübhesiz Allah, affedicidir, güç yetiren­dir.([40])

Rabbimiz Allah, muvahhid mü’min kullarının dillerine çok dikkat etmelerini, müşrik kâfirlerin ilâhlaştırdıkları putlarına, onların yanında açıkça sövülmemesini, kötü ve çirkin sözlerle anılmamasını emrediyor… Çünkü o cahil, kâfir ve müşrikler, bu sözlerden öfkelenir ve putlaştırdıkları şirk değerlerinin aleyhine söylenenlere karşılık Âlemlerin Rabbi Allah’a karşı ağızlarını bozar ve söverler… Böylece muvahhid mü’min, uğrunda canını ve malını seve seve fedâ ettiği Rabbi Allah’a sövmelerine vesile olmuş olur… Bu durum ise, bir mü’min müslümanın hiçbir zaman arzu ettiği bir durum değildir… Allah’a sığınırız!..

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

Allah’dan başka yalvarıp yakardıklarına (taptıklarına) söv­meyin. Sonra onlar da, haddi aşarak bilmeksizin Allah’a söver­ler.([41])

Rabbimiz Allah’ın, mü’min müslümanlara örnek ola­rak sunduğu,([42])tek başına bir ümmet olan,([43]) Milletin ba­bası,([44]) İbrahim (a.s.)’ı şöyle beyan buyurur:

Doğrusu: İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gö­nülden (Allah’a) yönelen biriydi.([45])

Yegâne önderimiz ve örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu konu­daki uygulamalarından birkaç tanesini burada anmak, nasi­hat alıp gereğini yapmak için yeterli gelir!..

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), Necd tarafına bir süvari müfrezesi gönderdi. Bu müfreze, Benu Hanife kabilesinden Sümame İbn Usal denilen bir kişiyi esir edip getirdiler. Ve onu, mes­cidin direklerinden birisine bağladılar. Akabinde Rasulullah (s.a.s.), mescide çıktı ve ona:

“Ya Sümame, yanında ne var (gönlünden ne geçiriyor­sun ve benden ne umuyorsun)?” buyurdu.

Sümame:

– Gönlümden hayır (ümidi) var, ya Muhammed! (Çün-kü sen, zulmetmezsin, ihsan ve in’am edersin). Eğer sen, beni öldürürsen, kanlı bir canîyi öldürmüş olursun. Eğer bana in’am edersen, nimete karşı şükredici bir kişiye in’am etmiş olursun. Eğer (kurtuluş fidyem için) mal ister­sen, ne kadar dilersen işte malım, dedi.

Bu konuşmadan sonra Sümame, bağlı olarak bırakıldı. Nihayet ertesi gün oldu. Sonra Rasulullah (s.a.s.), yine hita­ben:

“Ya Sümame, gönlünde ne var, ne umuyorsun?” bu­yurdu.

O da:

-Gönlümde, dün sana söylediğim şey vardır. Eğer in’am edersen, nimete karşı şükredici bir kimseye in’am etmiş olursun, dedi.

Rasulullah (s.a.s.) onu, o günde bağlı olarak bıraktı. Nihayet üçüncü gün olunca Rasulullah (s.a.s.), yine:

“Ya Sümame, yanında ne var?” buyurdu.

Sümame de:

– Yanımda dün sana söylediğim şey var, dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Sümame’yi salıveriniz.” buyurdu.

Sümame, bağından salınıverince hemen mescidin yakı-nın­daki suya gitti, yıkandı, sonra da mescide girdi ve:

– Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muham­med’en Rasulullah, dedi ve şöyle devam etti:

– Ya Muhammed, vallahi, şu yeryüzünde bana, senin yüzünden düşman hiçbir yüz yoktu. Fakat bu sabah senin yüzün, bana yüzlerin en sevimlisi olmuştur.

Vallahi, dinlerden hiçbir din bana, senin dininden zi­yade düşman gelmezdi. Fakat bu sabah senin dinin, bana göre dinlerin en sevimlisidir.

Vallahi, beldelerden hiçbir belde bana, senin belden ka­dar sevimsiz değildi. Fakat bu sabah senin belden bana, bel­delerin en sevimlisi oldu.

Ey Rasul, ben, umre yapmaya niyet ettiğim sırada se­nin süvarilerin beni yakalamışlardı. Şimdi Sen, ne rey eder­sin? dedi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.), Sümameyi, (dünya ve ahiret saadetiyle) müjdeledi ve umre yapmasını emretti.

Sümame, umre yapmak için Mekke’ye varınca birisi ona:

– Dininden başka bir dine mi döndün? dedi.

O da:

– Hayır, vallahi ben, dinden çıkmadım. Fakat ben, Al­lah’ın Rasulü olan Muhammed’in beraberinde müslüman oldum. Vallahi ben, (sizin din dediğiniz müşrikliğe) dön­mem ve Peygamber, o hususta izin vermedikçe size Yemâ-me’den bir buğday tanesi gelmeyecektir, dedi.([46])

Bu hadisin şerhinde şunlar kaydedilmiştir:

“Rasulullah (s.a.s.)’in aynı suali üç gün tekrar etmesi, kalbleri İslâmiyet’e yatıştırmak ve müslüman olması ümit edilen eşrâfa bir lütufkârlık göstermek içindir. Zirâ bu gibi zevatın ardından, onlara tabi bir çok kimselerin müslüman olması me’muldür (umulandır).

Üçüncü gün Sümâme (r.a.), Peygamber (s.a.s.) tarafın­dan affedilerek serbest bırakılmış, o da, hemen müslüman olmuştur. Rasulullah (s.a.s.), kendisini tebşir buyurmuşlar­dır. Bunun mânâsı: Hak dini kabul etmekle kazandığı bü­yük hayrın ve müslümanlığın, küfür hâlinde iken işlenen suçları yakıp yok ettiğini müjdelemektir. Kendisine umre hususunda verdiği emir, müstehab mânâsına gelir. Çünkü umre, her mevsimde yapılması müstehab bir ibadettir. Bu husus, böyle kavminin reisi mevkiinde olan zâtın kâfir gidip müslüman olarak dönmesi, Mekkelilerin pek fenâsına git­miş, aralarında tavaf ve sa’y yapması, onları kin ve gayzlarından çatlayacak hâle getirmiştir.

Hatta birisi, dayanamayarak:

-Sen, dinden mi döndün? diye sormuştur.

Sümame (r.a.) buna:

– Hayır, lâkin ben, müslüman oldum! şeklinde cevap vermiştir ki, edebiyat dilinde buna “Uslûbü hakîm” derler.

Sanki:

– Ben, dinden çıkmadım. Zirâ siz, bir dine bağlı değilsi­niz ki, ben, ondan çıkmış olayım! Ben, yeni olarak Allah’ın dinine girdim! demiş gibidir.”([47])

Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Ben, (bir keresinde) Rasulullah (s.a.s)’in beraberinde yürüyordum. Rasulullah’ın üzerinde Necran dokumaların­dan kalın kenarlı bir ridâ (bir kaftân) bulunuyordu. Bir çöl Arabı, Rasulullah’a yetişti de ridâsını şiddetle çekti. O sı­rada ben, Rasulullah’ın boynu ile iki omuzu arasında bak­tım da Bedevî’nin ridâyı şiddetle çekmesinden dolayı, ridâsının ka­lın kenarı Rasulullah’ın boyun safhasında iz bırakmış olduğunu gördüm.

Bundan sonra Bedevî, Rasulullah’a:

– (Ya Muhammed) yanında bulunan Allah’ın malından bana bir şey verilmesini emret, dedi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s), Bedevîye doğru (şef­katle) baktı da güldü, sonra bu Bedevîye biraz dünyalık verilmesini emretti.([48])

Muaviye İbn Hakem es-Sülemî (r.a.) anlatıyor:

Bir defa ben, Rasulullah (s.a.s) ile namaz kılarken cema­atten biri, aksırıverdi.

Ben, hemen:

-Yerkemullah (Allah, sana rahmet eylesin), dedim.

Cemaat bana, fenâ fenâ baktı.

Ben:

– Vay başıma gelenler! Size ne oluyor ki, bana bakıyor­sunuz? dedim.

Bunun üzerine elleri ile uyluklarına varmaya başladı­lar. Bunların, beni susturmaya çalıştıklarını görünce kız­dım. Lâkin sustum.

Rasulullah (s.a.s), namazı bitirince, (ne diyeyim), an­nem-babam O’na fedâ olsun! Ne O’ndan önce, ne de O’ndan sonra Rasulullah (s.a.s) kadar güzel öğreten bir öğretici ve eğitici görmedim.

Vallahi, beni ne azarladı, ne dövdü, ne de sövdü. (Sa­dece):

“Şu namaz yok mu! Onun içinde insan sözünden hiç­bir şey (konuşmak) caiz değildir. O, ancak tesbih, tekbir ve Ku’rân okumaktan ibarettir.” buyurdu.([49])

Ebu Rafi b. Amr el-Ğifarî’nin amcasından rivayet olun­muştur.

Dedi ki:

Ben, çocuktum. Ensar’ın hurmalarını taşlıyordum. Ra-sulullah (s.a.s)’in huzuruna getirildim:

“Ey çocuk, hurmaları niçin taşlıyorsun?” buyurdu.

Ben de:

– Düşürdüklerimi yiyorum (da onun için taşlıyorum), diye cevab verdim.

(Rasulullah (s.a.s) de):

“Hurma ağaçlarını taşlama! Altlarına dökülenlerini ye!” buyurdu.

Sonra çocuğun başını okşayıp:

“Allah’ım bunun karnını doyur” diye dua etti.([50])

Rasulullah (s.a.s), muhatabı olan muvahhid mü’min-lerle ve diğer insanlarla güzellikle muamele eder­ken, tenkid ettiği kişi ve davranışlar için genel ifadeler kul­lanırdı… Ha-tayı, yanlışlığı ve olumsuzluğu işleyen ferdlerin isimlerini vermeden konuşur, onları toplumda rencide etmez, fakat hatalarını gidermeye çalışırdı… İhya erleri de, her konuda olduğu gibi bu konuda da Rasulullah (s.a.s)’e noksansız tabi olmalıdırlar…

Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s)’e, bir zâtın kötü davranışı ve sözü ulaştığında, “Falanın hâline ne oluyor ki, şöyle söylüyor” demezdi. Lâkin:

“Fakat kavmin hâline ne oluyor ki, şöyle söylüyorlar.” buyurdu.([51])

Ebu Hureyre (r.a.)’dan:

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

“Bir takım insanlar, ya namazda dua ederken gözlerini semaya dikmekden vaz geçerler, yahud gözleri kör olur.”([52])

Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)’dan:

Rasulullah (s.a.s), şöyle dua ederdi:

“Allah’ım, bir kimse ümmetimin işlerinden bir vazife alır da onlara zorluk gösterirse Sen de ona zorluk göster. Bir kimse ümmetimin işlerinde vazife alır da onlara hoş mua­mele ederse, Sen de ona hoş muamele eyle!”([53])

Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Üzerinde sufra (kokusu) eseri bulunan bir kimse, Rasulullah (s.a.s)’in yanına girdi.

Rasulullah (s.a.s), yüzünde hoşlanmayacak bir şey bu­lunan kimseye çok az yönelirdi. O zât, dışarıya çıkınca Rasulullah (s.a.s):

“Şu kimseye, yüzündeki şu sufranın yıkanmasını em­retseydiniz olmaz mıydı?” buyurdu.([54])

Emirü’l-mü’minin İmam Ali (k.v.)’den.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Cennette birtakım köşkler vardır ki, dışları içlerinden ve içleri dışlarından görünür.”

Bunun üzerine Arabî, ayağa kalkarak:

-Ya Rasulullah, köşkler kimler içindir? dedi.

Rasulullah:

“O köşkler, tatlı söz söyleyen, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uykuda iken (geceleyin) namaz kı-lanlar için­dir.” buyurdu.([55])

Rasulullah (s.a.s)’in varisleri olan muvahhid şahsiyet­ler, Rasulullah (s.a.s)’ın Sünneti ile amel etmiş ve O’nu iz­lemiş­lerdir… İnsanlara hüsn-ü muamele ile davranmış, onların gönüllerini kazanmaya gayret etmişlerdir…

Abdullah İbn Zübeyr (r.a.)’ın minber üzerinde şöyle dediği işitilmiştir:

Sen, af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslâm’a) uy­gun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’râf, 7/199) ayetini okuduktan sonra dedi ki:

– Allah’a yemin ederim, bu ayet-i kerime ile insanların ahlâkından en kolayını almaktan başka bir şey ile emredilmemiştir.

Allah’a yemin ederim, ben, insanlarla arkadaşlık ettiğim müddet, bunu uygulayacağım. (İnsanlar için günah olmayan kolay tarafı tutacağım, onlara iyi mua­mele edip güçlük çıkarmayacağım.)([56])

Abdullah İbn Zübeyr (r.a.):

– Allah, Peygamberine insanların ahlâkından affı alıp tutmasını emretti, demiştir.([57])

Zâtın biri, Me’mun’a sert bir dil ile nasihat etmeğe baş­ladı:

Me’mun adama dedi ki:

– Efendi, tatlı konuş! Zirâ Allah Teâlâ, senden daha iyi­sini, benden daha kötüsüne gönderdiği hâlde ona, rifk ile söylemeyi emretti:

“(Allah, Musa’ya:) ‘Ona (Fir’avn’a), yumuşak söz söy­leyin. Umulur ki, öğüt alıp düşünür veya içi titrer korkar.” (Tâhâ, 20/44) buyurdu.

İrşâd edecek olan zât, peygamberlere uymalı ve onların çıktığı çığırdan yürümelidir.([58])

4) Muhabbet Aracı: Hediyeleşmek

Atâ İbn Ebi Müslim Abdullah el-Harasanî (r.a.)’ın riva­yetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s):

“Musafaha ediniz (tokalaşınız), aranızdaki kin gider. Birbirinize hediye veriniz ki, birbirinizi seversiniz ve ara­nızdaki düşmanlık gider.”([59])

Önderimiz Rasulullah (s.a.s), böyle buyururlar… Mü’-min müslümanların birbirlerini sevmeleri ve aradaki kinin, nefretin, düşmanlığın giderilmesi için hediyeleşmek, selâm-laşmak ve tokalaşmak emredilmiş… İhya erleri, bu emre çok dikkat edip uymalıdırlar…

İnsanların cennete gidebilmeleri için katıksız iman et­meleri lâzım… Tam ve kâmil bir iman, mü’minler arasın­daki saygı ve sevgi ile gerçekleşir… Böyle bir iman, saygı, sevgi ve birliktelik, dünya hayatında huzur ve barışın ol­mazsa olmaz gereklerindendir… Ebedî ahiret hayatının saa­deti ile yine bunlara bağlıdır…

Ebu Hureyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Siz, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirleri­nizi sevmedikçe de (tam) iman etmiş olamazsınız. Ben, size bir şey göstereyim mi, onu yaparsanız birbirinizi seversi­niz: Aranızda selâmı yayın!”([60])

Önderimiz Rasulullah (s.a.s), ümmeti arasındaki sev­giyi, selâmlaşmaya ve hediyeleşmeye bağlamıştır… Çünkü selâmlaşma, tokalaşma ve hediyeleşme, küs insanları barış­tırır, birbirinden nefret eden kalbleri, yakınlaştırıp uzaklaş­tırır… Arasındaki kin ve düşmanlık yok olup, yerini sev-giye ve dostluğa bırakır…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Hediyeleşin! Çünkü hediye, göğüsten kini giderir. Bir komşu kadın, komşu olan kadına koyun paçası bile olsa (hediye vermeyi) küçük görmesin!”([61])

Mü’minlerin annesi Aişe (r.a.) şöyle demiştir:

– Rasulullah (s.a.s), hediyeyi kabul eder ve hediyenin karşılığında hediye verirdi.([62])

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Eğer ben, koyun ayağı, yahud sığır ve davar ayağı yemeye çağırılsam, muhakkak bu çağrıya icabet ederim. Yine bana, koyun ayağı, yahud sığır ve davar ayağı hediye edilse, onu da muhakkak kabul ederim.”([63])

Rasulullah (s.a.s), aradaki sevginin pekişmesi için gün­deme gelen hediyeleşmede, hediye edilen nesnenin mânevî değerini ön plana çıkarmış ve asıl  olanın bu olduğunu be­yan buyurmuştur… Hediyeden maksad, gönüllerin kay­naşması ve fikirlerin uzlaşmasına vesile olmasıdır… Onun maddî  değerinin fazlaca önemi yoktur…

Mü’min müslümanlar arasında hediyeleşmenin öne­mine dikkat çeken önderimiz Rasulullah (s.a.s), kalblerini İslâm’a ısındırmak ve mü’minlere karşı olan düşmanlıkla­rını önlemek için, diğer insanlara da bolca hediyeler ver­miştir… Rasulullah (s.a.s)’in, bu davranışı, insanların üze­rinde çok olumlu bir tesir yapıyor ve onların kısa zamanda müslüman olmasını sağlıyordu… İnsanı ihya konusunda hediyenin ne kadar önemli olduğu apaçık görülmekteydi…

Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Bir adam, Rasulullah (s.a.s)’den iki dağ arası(nı doldu-racak) koyun istemiş, O da vermiş. Bundan sonra adam, kavmine gelerek:

– Ey Kavmim, müslüman olun! Vallahi, Muhammed öyle ihsanda bulunuyor ki, fakirlikten korkmuyor, demiş.

Enes, şunu söylemiş:

– Bir adam, ancak dünyayı murad ederek müslüman oluyor. Fakat müslüman olur olmaz İslâmiyet, onun naza­rında dünyadan ve dünya üzerindekilerden daha makbul oluyor.([64])

Yunus İbn Şihab (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s), Fetih Gazası’nı yaptı ve Mekke’yi fet­hetti. Sonra Rasulullah (s.a.s), beraberindeki müslümanlarla (savaşmaya) çıktı. Hüneyd’de savaştılar. Allah, dinine ve müslümanlara yardım etti.

Rasulullah (s.a.s.), o gün Safvan b. Ümeyye’ye yüz tane deve verdi. Sonra yüz tane, sonra yüz tane daha ilave etti.

Safvan:

– Vallahi, Rasulullah (s.a.s.), bana verdiğini verdi. Am-ma kendisi bana, insanların en menfuru idi. Bana ver­mekte devam etti. Nihayet nazarımda insanların en sevim­lisi oldu, demiş.([65])

Allâme Aliyyü’l-Karî (rh.a.), “Şifa” şerhinde şunları söylemiştir:

“Rasulullah (s.a.s.)’in, bu gibilere bol atiyyeler vermesi, bunların küfür derdinden ancak böylelikle kurtulacağını bildiği içindir. Çünkü mahir doktor, hastaya münasib olan ilacı verir. Peygamber (s.a.s.) de, müellefe-i kulûbun derdi, mal ve hayvan olduğunu görmüş, onları, kendilerine en güzel develer vermek suretiyle tedavi etmiş. Böylece küfür nıkmetinden kurtulup İslâm nimetine nâil olmuşlardır.”

Safvan başta olmak üzere kendilerine bol atiyyeler ve­rilen müellefe-i kulûb, birer birer müslüman olmuş, İs­lâm’ın nuru ve Peygamber (s.a.s.)’in bereketi ile çok geçme­den eski düşmanlıkları, muhabbete inkılâb etmiş, kalblerin-de imanın hakikatı parlayarak dünkü düşmanları Peygam-ber (s.a.s.), dünyada en sevdikleri insan, buğzettikleri İslâ-miyet de, uğrunda canlarını fedâ ettikleri dünyalardan daha kıymetli varlıkları hâline gelmiştir.([66])

Iyâd b. Hımar demiştir ki:

Peygamber (s.a.s.)’e bir deve hediye et(mek iste)miştim. Bunun üzerine (bana):

“Sen, müslüman oldun mu?” diye sordu.

Ben:

– Hayır, cevabını verdim.

Peygamber (s.a.s.) de:

“Ben, müşriklerin bağış(larını kabul)den men edildim.” buyurdu.([67])

Hattabî (rh.a.), bu hadisi açıklarken şu görüşlere yer ve­riyor:

“Rasul-ü Zişan Efendimizin, bu hediyeyi reddetmesi iki şekilde tefsir edilmiştir:

1) Bu hediyyeyi reddetmekle onu, müslüman olmaya davet etmiştir.

2) “Hediyeleşiniz de aranızda karşılıklı sevgi meydana gelsin.” hadis-i şerifinde açıklandığı üzere hediyeleşmek, özellikle hediyeyi kabul eden kişide, onu kendisine veren ki-şiye karşı bir sevgi duygusu meydana getirir. Hz. Pey­gam-ber, bu hediyeyi alması neticesinde kalbinde, onu veren müşrike karşı bir sevginin doğmasından korktuğu için ka­bul etmeyip reddetmiştir. Çünkü bir peygamberin kalbinin bir müşrike meyl etmesi asla câiz değildir.

Hz. Peygamber’in, Habeşistan Kralı Necaşî’den gelen hediyyeleri kabul ettiği bilinen bir gerçek ise de, o hadiseyle buradaki hadise kıyas edilemez. Çünkü Necaşî, Ehl-i Kitab idi. Bilindiği gibi, Ehl-i Kitab’ın yiyecekleri bize helâl kılın­dığı gibi, onların kadınlarını nikâhlamamız da helâl kılın­mıştır. Müşrikler ise, böyle değildir.”

Gerçekten Hz. Peygamber’in, Eyle Melikinden hediye olarak gelen bir katırı, Ükeydir’den gelen ipek cübbeyi, Rum Padişahı’ından gelen boyalı ipek bir elbiseyi kabul et­tiği de bilinmektedir.([68])

Rasulullah (s.a.s.), kendileriyle siyasî anlaşmalar yap­tığı ve barış içinde bulunduğu müşriklerden hediye kabul etmiş ve kendilerine hediye göndermiştir…

Ebu Ömer İbn Abdilber, “el-İstiâb”da şöyle der:

– Rasulullah (s.a.s.), Amr b. Ümeyye ed-Damrî’yi bir hediye ile Mekke’ye Ebu Süfyan b. Harb’e gönderdi.

Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm, şu rivayeti nakleder:

– Bu hediye, Acve hurması idi. Rasulullah (s.a.s.), Ebu Süfyan’a yazarak, kendisinden işlenmiş bir deri istemiş, o da, deriyi hediye etmişti.

Ebu Ubeyd şöyle der:

– Bu hediye olayı, Mekke fethi öncesinde Mekkeliler ile Rasulullah (s.a.s.) arasındaki anlaşma dönemindeydi.([69])

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), müşriklikten tamamıyla vazgeçip gereği üzere iman etmiş olanlardan hediye kabul etmiştir…

İbn İshak dedi ki:

– Ferve b. Amr b. Nahire el-Cüzâmî en-Nüfasî, Rasulullah (s.a.s.)’e müslüman olduğuna dair bir elçi gön­derdi ve O’na beyaz bir katır hediye etti.

Ferve, Bizans’a yakın Arablar üzerine Bizans’ın amili (valisi) idi.([70])

Rasulullah (s.a.s.), hediyeyi kabul etti ve elçiye beşyüz dirhem hediye verdi.([71])

İnsanı ihya hareketinde ve İslâm’a davet konusunda hediyeleşmek, bu delillerden de anlaşıldığı gibi çok önemli­dir… İhya erleri olan muvahhid mü’minler, bunu ihmal et­meden zamanında ve yerinde değerlendirmelidirler…

5) Sert Davranıştaki Hikmet

İnsanların ihya konusu, bir öğretim ve eğitim konusu­dur… İnsanları iyilikle ve güzellikle eğitim onlara doğruları ve hayatın gerçeğini öğreten bir muvahhid şahsiyet, muha-tablarını iyi tanıdığından dolayı onlara, ne zaman ve nasıl davranacağını da iyi bilir… Zaman olur, muhatabına göre yumuşak davranır ve muhatabını o şekilde eğitip, kendisine hakikatı anlatır… Zaman olur, muhatabına sert davranır ve muhatabının karakterine göre tavır alır, o şe­kilde eğitip, kendisine doğru olanı öylece beyan eder… Eği­timci kişi, eğittiği ve eğitmekle görevli bulunduğu kişilerin karakte-rini, yani huyunu-suyunu iyi bilmesi gerekir ki, on­ların anlayacağı lisan ve tavırla hareket etsin!..

Rabbimiz Allah, en son Rasulü ve en son Nebîsi Mu­hammed (s.a.s.)’e([72]) hitaben şöyle buyurur:

Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran. Onların barınma yer­leri cehennem­dir, ne kötü bir yataktır o.([73])

Rasulullah (s.a.s.)’e yapılan bu hitab ve verilen görev, O’nun varisleri olan bütün ümmetin mü’min müslüman ferdlerini kuşatıcıdır… Rasulullah (s.a.s.), mü’minlerle bir­likte, mü’minler de Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ni işleye­rek bu cihadı devam ettirdiler ve bu sert tavrı gerçekleştir­diler… Onlardan sonra muvahhid mü’minler, onların izini takib etmelidirler… Çünkü muvahhid mü’minlerin muha­tabı olan kâfir ve münafıklar, ancak böyle bir tavırdan an­lar ve ders­lerini alırlar… Onların karakterlerine göre tavır almak ve anlayacağı dilden konuşmak, bir eğitimciye düşen vazife­dir…

İbn Abbas (r.anhuma) der ki:

– Hz. Peygamber, kâfirlere karşı kılıçla, münafıklara karşı dil ile ileri derecede azar ve sert sözler söylemek sure­tiyle cihad etmekle emrolunmuştur.

İbn Mes’ud (r.a.) şunları söylemiştir:

– Münafıklara karşı elinle cihad et, gücün yetmezse di­linle. Buna da gücün yetmezse, onlara karşı sen de surat as, yüzünü ekşit.

el-Hasen (rh.a) der ki:

– Onlara, hadlerini uygulamak suretiyle ve dil ile mü­na­fıklarla cihad et.

Katâde (rh.a.) de, bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü mü­nafıklar, hadleri gerektirici suçları en çok işleyen kim­seler­dir.([74])

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Ayetlerimiz konusunda alaylı tartışmalara dalanlar – On­lar, bir başka söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda ha­tırlama-dan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma.([75])

O, size Kitab’da: ‘Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz de, onlar, bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de on­lar gibi olur­sunuz, diye indirdi. Doğrusu Allah, münafık­ların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacak olan­dır.([76])

Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ’nın bu emri, her ihya eri muvahhid mü’min tarafından noksansız uygulanmalıdır… Bu sert tavır, başlı başına bir tebliğ ve mü’minlerden, kâfir ile münafıklara, çok anlamlı bir derstir…

Yegâne hayat nizamı İslâm, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” demez!.. İslâm, yalnızca Allah’ın hak olduğunu ve bütün hakların Allah’dan geldiğini beyan eder… İnsanın hakkını, onu yaratan ve yegâne Rabbi Allah belirler… Allah’dan başka hak beyan eden yoktur… Bütün izzet kendisine aid olan Allah,([77]insan kullarının hakkını en adil ve en iyi şekilde beyan buyurmuştur…

İşte böyle, hiç şübhesiz Allah, hakkın kendisidir.([78])

De ki: ‘Hak, Rabbimizdendir. Artık dileyen iman etsin, dile­yen inkâr etsin.([79])

De ki: ‘Ey insanlar, şübhesiz size Rabbinizden hak gelmiş­tir.([80])

Hak, Rabbinden (gelen)dir.([81])

Rabbimiz Allah’ın bu ayetlerinden apaçık anlaşıldığı gibi, “Sezar’ın da hakkını belirleyen Allah Teâlâ’dır, Se­zar’ın yönettiği insanların da hakkını belirleyen Allah Teâlâ’dır.” Sezar’ın, Allah’ın kendisi için beyan ettiği haktan başka bir hakkı yoktur… Çünkü Sezar, kendisinden başka ilâh olma­yan Allah’ın([82]) bir insan kuludur ve yaratılış ga­yesi([83]) şirk koşmadan Allah’a ibadet etmektir… Sezar’ın, Allah’ın bir insan kulu olarak vazifesi, her kul insan gibi Rabbi Al­lah’a, ibadet etmekte hiç kimseyi ortak etmemesi­dir…([84]) Sezar, ancak Âlemlerin Rabbi Allah’ın, kendisine tayin ettiği hak kadar hak sahibidir… Yoksa onun, kendisine Rabbimiz Allah’ın verdiği hakdan başka bir hakkı yoktur!.. Sezar’a, Âlemlerin Rabbi Allah’ın verdiği hak ve değer ka­dar, hak ve değer verilmelidir!..

Yegâne hayat nizamı İslâm’da, “Sağ yanağına vurana, sol yanağını çevir” anlayışı da yoktur… Böyle bir anlayış ve uygulama, insanın fıtratına ve insan olarak temel hak­larına aykırıdır… Başlı başına bir zulüm olan bu anlayış, aynı za­manda zulme ve zalime rıza göstermektir… İslâm, zulmün her türlüsünü yasaklamış, kim olursa olsun za­limi reddet­miştir… Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş do­kunur. Sizin Allah’dan başka veliniz yoktur, sonra yar­dım göremezsi­niz.([85])

Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını çiğ­nerse, gerçekten o, kendi nefsine zulmetmiş demek­tir.([86])

Ebu Zerr (rh.a.)’dan:

“(Allah) buyurdu ki:

– Ben, zulmü kendime haram kılmışımdır. Onu, sizin aranızda da haram kıldım. Bundan dolayı birbirinize zul­metmeyin!”([87])

Hakikat bu olduktan sonra, her kim ki, Allah’ın sınır­la­rını çiğner ve Allah’ın insan kullarının temel hak ve hürri­yetlerine tecavüz ederse, ona karşı sert davranılır, hakk et­tiği ceza verilir… Onun işlediği suça karşılık, kendi­sine ve­rilen cezada, hem onun için, hem diğer insanlar için ibret, ders ve hayat vardır…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

Ey temiz akıl sahibleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, sakınırsınız.([88])

Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas ya­zıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (varisi veya velisi) tarafından bağışla­nırsa, artık (yapılması gere­ken) örfe uymak (ve) onu (maktulün varis veya velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azab vardır.([89])

Ferdin temel hak ve hürriyetlerine tecavüz eden, top­lumsal huzuru bozan ve insanlık barışını tehdid eden her hâl ve harekete karşı sert tavır takınılmakla beraber, affet­me ve ıslah yolunu seçmeyi de emreder İslâm… Çünkü İslâm’ın gayesi, ihya etmektir… Öldürmek değil diriltmek­tir!.. Diril­meyi reddeden ve Allah’ın sınırlarını çiğnemekten, insanın temel haklarına tecavüz etmekten vazgeçmeyenler için ko­nulup uygulanan ceza, insanlık âleminin, barışı, sağlığı ve selâmeti içindir…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır)sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur.

Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere te­cavüz ve haksızlıkta bulunanların aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azab vardır.([90])

Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötü­lüktür. Amma kim affeder ve ıslah ederse (diriliği kurup sağlarsa), artık onun ecri Allah’a aiddir. Gerçekten O, za­limleri sevmez.([91])

Rabbimiz muvahhid mü’minlerin vasıflarını şöyle be­yan buyurur:

Muhammed, Allah’ın Rasulü’dür. Ve O’nunla birlikte olanlar da, kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise mer­hametli­dirler.([92])

Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidad eder)se, Allah (onların yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendi­sini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gö­nüllü, kâfirlere karşı ise, güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınama­sından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu, dilediğine verir. Allah, (rahmetiyle) geniş olandır, bilen­dir.([93])

Yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in uygulamalarında bu sert tavrın birçok örnekleri vardır…

Tebuk Seferine katılmayan ve bu konuda herhangi bir ciddî özürleri olmayan üç sahabî için ortaya konulan sert tavır, bu konunun güzel örneklerinden biridir… Başta Ra-sulullah (s.a.s.) olmak üzere bütün mü’min müslüman­la-rın kendileriyle görüşmeyerek, selâm vermeye­rek ve se­lâm-larını almayarak gündeme getirdikleri protesto, o üç mu-vahhid mü’minin bu hâtâlarından dolayı nasuh tevbesiyle tevbe etmelerine vesile olmuştur… Allah (Azze ve Celle), on-ları affetmiştir… Allah, onlardan razı olsun…([94])

Bu üç muvahhid şahsiyetten Ka’b b. Malik (r.a.), bu olayı anlattığı uzun bir beyanında şunları söyler:

– Rasulullah (s.a.s.), kendisinden seferden geri kalanlar arasında işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümanları nehyetti. İnsanlar da, bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hatta bana, yeryüzü yabancılaştı. Bu,hakikaten benim tanımakta olduğum toprak değildi. Bu hâl üzere elli gece kaldık. İki arkadaşım, insanlardan çekildiler ve evle­rinde oturup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat ben, onların daha genci ve daha salâbetlisi (dayanıklısı) idim. Bu sebeble ben, evimden çıkar ve müslümanlarla beraber namazda ha-zır bulunurdum. Sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Rasu-lullah’ın meclisine varır ve kendisine selâm verirdim. Ve içimden:

– Acaba Rasulullah, selâmıma karşılık vererek dudakla­rını hareket ettirdi mi, yahut ettirmedi mi? derdim.

Sonra namazı Rasulullah’ın yakınında kılardım da giz­lice O’nu gözetlerdim. Namazıma yöneldiğim sıra O, bana doğru dönerdi. Fakat ben, O’nun tarafına bakınca da yü­zünü benden çevirirdi.

Nihayet insanların yüz çevirmelerinden de cefâsından ızdırâb çektiğim bu hâl uzayınca, bir gün gittim. Tâ Ebu Katâde’nin bahçe duvarından aştım. Ebu Katâde amcamın oğlu ve insanlar arasında beni en çok seven bir kimse idi. Vardım O’na, selâm verdim. Vallahi, selâmımı almadı.

Ben:

– Ya Ebu Katâde, Allah adına and vererek sana soruyo­rum. Benim Allah’ı ve Rasulü’nü sever bir kimse olduğumu bilir misin? dedim.

Sustu, cevab vermedi. Ben, tekrar and verip Allah aş­kına sordum. Yine sustu. Ben, üçüncü bir kerre daha Al­lah’a and verdim. Bu defa:

– Allah ve Rasulü en iyi bilendir! dedi.

Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Döndüm, du­vardan aştım.([95])

Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), (dışarı) çıkmıştı. Yüksek bir kubbe gördü:

“Bu nedir?” diye sordu.

Ashab, O’na:

– Bu, Ensar’dan falan zâtındır, dediler.

Rasulullah (s.a.s.), sükût etti. Bunu, içinde taşıdı. Bu kubbenin sahibi, Rasulullah (s.a.s.)’e gelip selâm verdiğinde Rasulullah (s.a.s.), onun selâmını almaktan kaçındı. O zât, tekrar tekrar selâm verdi. Rasulullah (s.a.s.)’in gazablandı-ğını, selâmını almaktan çekindiğini anlayınca, Rasulullah (s.a.s.)’in Ashabına bunu anlattı ve:

– Vallahi ben, Rasulullah’ın bu durumu nedendir anla­yamadım, dedi.

Ashab:

– Rasulullah, dışarı çıkmıştı, senin kubbeni gördü, de­diler.

Adam, hemen kubbesine döndü, toprakla düz bir hâle gelecek şekilde onu yıktı.

Bir gün Rasulullah (s.a.s.), yine gezmeye çıkmıştı, kub­beyi göremedi.

Ashabına:

“O yüksek kubbe ne oldu?” diye sordu.

Ashab:

– Sahabî, sizin kendisinin selâmını almadığınızdan şika­yet etti, biz de sebebini ona haber verdik. Sahibi, onu yıktı, dediler.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

“Kendisine mutlaka lazım olan hariç, her binâ, sahibine vebaldır.” buyurdu.([96])

En hayırlı nesil olan Ashab-ı Kiram (Allah, onlardan razı olsun), önderimiz Rasulullah hatasından vazgeçme­yenlere karşı en sert tavır sergilemişlerdir…

Salim b. Abdullah (rh.a.) anlatıyor:

Abdullah b. Ömer (r.anhuma) şöyle demiştir:

Rasulullah (s.a.s.):

“Kadınlarınız, mescidlere gitmek için sizden izin iste­dikleri vakit onları, mescidlerden menetmeyin!” buyurur­ken işittim.

Bunun üzerine (oğlu) Bilâl b. Abdullah:

– Vallahi biz, onları pekâlâ menederiz, dedi.

Bu sözden sonra Abdullah, ona dönerek kendisine öyle çirkin bir sövdü ki, ona, öyle sövdüğünü hiç işitmemiştim.

Abdullah:

– Ben sana, Rasulullah (s.a.s.)’den hadis haber  veriyo­rum, sen hâlâ:

Vallahi biz, onları menederiz, diyorsun, dedi.([97])

Rivayete göre ona, üç defa lânet etmiş ve ölünceye ka­dar konuşmamış.([98])

Said b. Cübeyr (rh.a.) anlatıyor:

Abdullah b. Müğaffel’in bir yakını taş atmış, o da, ken­disini menetmişti ve:

– Şübhesiz, Rasulullah (s.a.s.) taş atmaktan menetmişti ve:

“Bu taşlar, ne av avlar, ne düşman bozar. Lâkin bun­lar, dişi kırar ve gözü çıkarır.” buyurmuşlar, demiş.

Fakat yakını, taş atmayı tekrarlamış, o da:

– Ben sana, Rasulullah (s.a.s.)’in bundan nehiy buyur­duğunu anlatıyorum, sonra sen (yine) taş atıyorsun!

Seninle ebediyen konuşmam! demiş.([99])

Bu sert tavırlı örneklerdeki hikmeti idrak eden ihya er­leri olan muvahhid mü’minler, insanları ihya hareketleri ve İslâm’ın davetleri sırasında gerekirse, aynı tavırları sergi-lemeleri faydalı olabilir… Buna, hareketin içinde olan muvahhid mü’min, firaset ve basiretiyle karar verebilir!..

 

 



[1])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B. 12, Hbr. 10.

Sahih-i Müslim, Kitabu’s Sıfati’fl-Münafikin, B. 19, Hbr. 82.

[2])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B. 13, Hbr. 12.

Sahih-i Müslim, Kitabu Sıfatu’l-Münafikin, B. 19, Hbr. 83.

[3])   Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B. 23, Hds. 4842.

[4])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Hacc, B. 42, Hds. 67.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Hacc, B. 70, Hds. 405-406.

[5])   İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, C. 5, Sh. 170-171. İmam Ahmed b. Hanbel’den.

İbn Hişam, A.g.e., C. 4, Sh. 314.

İbnü’l-Esir, A.g.e., C. 2, Sh. 264.

Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Çev. Zakir Kadirî Ugan – Ahmet Temir, İst. 1992, C. 5, Sh. 764, Vd.

İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, C. 7, Sh. 3465 – 3466.

[6])   Sünen-i Tirmizî, Kitabu’d-Daavat, B. 69, Hds. 3712.

İmam-ı Buhârî, Halku Efali’l-İbad – Hadis-i Şerifler Işığında ilâhî Kelâ-mın Müdafası, Çev. Yusuf Özbek, İst. 1992, Sh. 35, Hds. 107.

[7])   M. Yusuf Kandehlevî, Hayatu’s-Sahabe, Çev. Ahmet Meylânî, Ank. T.Y.  C. 1, Sh. 74-75. El-İsabe, C. 1, Sh. 337 (İbn Huzeyme)’den.

[8])   Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Edeb, B. 56, Hds. 3810.

[9])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Hacc, B. 4, Hds. 6.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Menasık, B. 8, Hds. 2901.

Sünen-i Neseî, Kitabu Menasiku’l-Hacc, B. 4, Hds. 2618.

[10])   Sünen-i Neseî, Kitabu’s-Siyam, B. 43, Hds. 2221.

[11])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 1, Hds. 4.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B. 29, Hds. 110.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Fedaili’l-Cihad, B. 1, Hds. 1669.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Cihad, B. 17, Hds. 3114.

[12])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Edeb, B. 1, Hds. 3.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B. 1, Hds.5.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 31, Hds. 2529.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B. 2, Hds. 1722.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Cihad, B. 5, Hds. 3089.

İmam-ı Azam Ebu Hanife, Müsned, Sh. 264, Hds. 448/2.

[13])   Sahih-i Müslim, Kitabu Fedaili’s-Sahabe, B. 3, Hds. 27.

[14])   Bkz. Kasas, 28/56.

[15])   En’âm, 6/51.

[16])   Fatır, 35/18.

[17])   Yasin, 36/11.

[18])   Kaf, 50/45.

[19])   Âl-i İmrân, 3/176-177.

[20])   Zuhruf, 43/40.

[21])   Neml, 27/79-81.

[22])   Necm, 53/29.

[23])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B. 12, Hds. 11.

Kitabu’l-Edeb, B. 80, Hds. 150.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 3, Hds. 6.

Kitabu’l-Eşribe, B. 7, Hds. 70-71.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B. 20, Hds. 4835.

[24])   Bkz. Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Mağazî, B. 62, Hds. 345.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 7, Hds. 29-31.

[25])   Bakara, 2/185.

[26])   Bakara, 2/286.

[27])   Nisa, 4/28.

[28])   Hacc, 22/78.

[29])   İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 123, Hds. 245.

[30])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İman, B. 34, Hds. 39.

Kitabu’s-Savm, B. 1, Hds. 1.

Kitabu’ş-Şehadet, B. 27, Hds. 40.

Kitabu’l-Hıyel, B. 3, Hds. 4.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 2, Hds. 8-10.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Salat, B. 1, Hds. 391.

Kitabu’s-Siyam, B. 1, Hds. 2092-2096.

Sünen-i Neseî, Kitabu’s-Salat, B. 4, Hds. 457.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Salat, B. 208, Hds. 1586.

İmam Malik, Muvatta, Kitabu Kasri’s-Salat, Hds. 94.

Muhammed b. İdris eş-Şafiî, A.g.e., Sh. 73, Md. 344.

[31])   Âl-i İmrân, 3/159.

[32])   Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 7, Sh. 153.

[33])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B. 276, Hbr. 360.

Kitabu’l-Buyu, B. 50, Hbr. 75.

Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 2, Hbr. 5-8.

İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 124, Hbr. 246.

[34])   Fussilet, 41/34-35.

[35])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, 41- Hâmim, es-Secde (Fussilet) Sûresi.

[36])   Mü’minun, 23/96.

[37])   İsra, 17/53.

[38])   İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, C.9, Sh. 4780.

[39])   Bkz. İmam Kurtubî, A.g.e., C. 5, Sh. 538-543.

İmam Nevevî, el-Ezkâr – Peygamberimizin En Güzel Duaları ve Zikirleri, Çev. A. Fikri Yavuz, Konya, 1992, Sh. 594-595.

[40])   Nisa, 4/148-149.

[41])   En’âm, 6/108.

[42])   Bkz. Mümtehine, 6/4.

[43])   Bkz. Nahl, 16/120.

[44])   Bkz. Hacc, 22/78.

[45])   Hud, 11/75.

[46])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Mağazî, B. 70, Hds. 369.

Kitabu’s-Salat, B. 76, Hds. 107.

Kitabu’l-Husumât, B. 6, Hds. 12.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 19, Hds. 59.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 14, Hds. 2679.

Sünen-i Neseî, Kitabu’t-Tahare, B. 127, Hbr. 191.

[47])   Ahmed Davudoğlu, A.g.e., C. 8, Sh. 525.

[48])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Humus, B. 19, Hds. 56.

Kitabu’l-Edeb, B. 68, Hbr. 114.

Kitabu’l-Libas, B. 18, Hbr. 27.

Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zekat, B. 44, Hbr. 128.

[49])   Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Mesacid, B. 7, Hds. 33.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Salat, B. 166-167, Hds. 930.

Sünen-i Neseî, Kitabu’s-Sehv, B. 20, Hds. 1218.

[50])   Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 85’in devamı, Hds. 2622.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Buyu, B. 54, Hds. 1305.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 67, Hds. 2299.

[51])   Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B.6, Hds. 4788.

[52])   Sahih-i Müslim, Kitabu’s-Salat, B. 26, Hds. 118.

[53])   Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B. 5, Hds. 19.

[54])   Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’t-Tereccul, B. 8, Hds. 4182.

Kitabu’l-Edeb, B. 6, Hds. 4788.

[55])   Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfati’l-Cenne, B. 3, Hds. 2647.

[56])   İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred B. 123, Hbr. 244.

[57])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B. 128, Hbr. 165.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B. 5, Hbr. 4787.

[58])   İmam Gazalî, İhyâu Ulumi’d-Din, C. 2, Sh. 819.

Ayrıca bkz. Ahmet Rıfat, Tasvir-i Ahlâk, Hazr. Hüseyin Algül, İst. T.Y. Sh. 257.

[59])   İmam Malik, Muvatta’, Kitabu Hüsni’l-Hulk, Hds. 16.

[60])   Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 22, Hds. 93-94.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B. 142, Hds. 5193.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İsti’zan ve’l-Adab, B. 1, Hds. 2828.

Kitabu’l-Edeb, B. 11, Hds. 3692.

İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 448, Hds. 980.

[61])   Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Velâ ve’l-Hibe, B. 6, Hds. 2213.

İmam Suyutî, A.g.e., C. 2, Sh. 253, Hds. 1812 (3379). Taberânî’nin Mu’cemu’l-Kebir’inden.

[62])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Hibe, B. 9, Hbr. 19.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-İcare, B. 80, Hbr. 3536.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s. Sıla, B. 34, Hbr. 2019.

[63])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Hîbe, B. 1, Hds. 3.

Kitabu’n-Nikâh, B. 74, Hds. 109.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Ahkam, B. 10, Hds. 1353.

[64])   Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fedail, B. 14, Hbr. 58.

[65])   Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fedail, B. 14, Hbr. 59.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’z-Zekat, B. 30, Hds. 661.

[66])   Ahmed Davudoğlu, A.g.e., C. 10, Sh. 93.

[67])   Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Harac, B. 33-35, Hds. 3057.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’s-Siyer, B. 23, Hds. 1625.

İmam Tirmizî (rh.a)’in notu:

“Rasulullah (s.a.s.)’in müşriklerin hediyelerini kabul ettiği rivayet edil­ miştir. Bu hadiste ise, kerâhiyet zikredilmiştir ki, bunun, müşriklerin he­diyelerini bir müddet kabul ettikten sonra vuku’ bulduğu ve artık onların hediyelerini kabulden menedildiği muhtemeldir.”

[68])  Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Hazr. Necati Yeniel-Hüseyin  Kayapınar, İst. 1991, C. 11, Sh. 380.

[69])   Muhammed Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbu’l-İdariyye – Hz. Peygam­ber’in Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar, Çev. Ahmet Özel, İst. 1990, C. 1, Sh. 273.

[70])   İbn Hişam, A.g.e., C. 4, Sh. 328.

İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, C. 5, Sh. 200.

[71])   et-Kettânî, A.g.e., C. 1, Sh. 276.

[72])   “Muhammed, sizden erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Ancak O, Allah’ın Rasulü ve Nebîlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.” Ahzab, 33/40.

Enes b. Malik (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Risalet de, Nübüvvet de sona ermiştir. Benden sonra ne Resul, ne de Nebî vardır.”

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’r-Ru’ya, B. 2, Hds. 2374.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu Tabiri’r-Ru’ya, B. 1, Hds. 3896.

Sünen-i Dârimî, Kitabur-Ru’ya, B. 3, Hds. 2144.

İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri., C. 12, Sh. 6549. İmam  Ahmed b. Hanbel’den.

[73])   Tevbe, 9/73. Tahrim, 66/9.

[74])   İmam Kurtubî, A.g.e., C. 8, Sh. 321.

[75])   En’âm, 6/68.

[76])   Nisa, 4/140.

[77])   “Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır.” Fatır, 35/10.

[78])   Hacc, 22/6.

[79])   Kehf, 18/29.

[80])   Yunus, 10/108.

[81])   Âl-i İmrân, 3/60.

[82])  “Şu hâlde bil, gerçekten, Allah’dan başka ilâh yoktur.” Muhammed, 47/19.

[83])   Bkz. Zariyat, 51/56.

[84])   Bkz. Kehf, 18/110.

[85])   Hud, 11/113,

[86])   Talâk, 65/1.

[87])   Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B. 15, Hds. 55.

İmam Buhârî, Edebü’l-Müfrde, B. 225, Hds. 490.

[88])   Bakara, 2/179.

[89])   Bakara, 2/178.

[90])   Şura, 42/41-42.

[91])   Şura, 42/40,

[92])   Fetih, 48/29.

[93])   Mâide, 5/54.

[94])   Bkz. Tevbe, 9/117-118.

[95])   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Mağazî, B. 81, Hds. 411.

Kitabu’t-Tefsir, B.158, Hds. 196.

Sahih-i Müslim, Kitabu’t-Tevbe, B. 9, Hds. 53.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, B. 10, Hds. 3299.

İbn Hişam,  A.g.e., C. 4, Sh. 235-243.

[96])   Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B. 169, Hds. 5237.

[97])   Sahih-i Müslim, Kitabu’s-Salat, B. 30, Hds. 135-140.

Sahih-i Buhârî, Kitabu’n-Nikâh, B. 117, Hds. 167.

Kitabu’l-Cuma, B. 12, Hds. 22-23.

Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 2, Hds. 16.

[98])   Ahmed Davudoğlu, A.g.e., C. 3, Sh. 203, Dipnot: 47.

[99])   Sahih-i Müslim, Kitabu’s-Sayd ve’z-Zebaih, B. 10, Hds. 56.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B. 178, Hds. 5270.

Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 2, Hds. 17.

İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 404, Hds. 905.