İslâm Cemaatı

Yegane Rabbimiz, İlâhımız ve Melikimiz Allah Teâ-lâ (Azze ve Celle), Mü’min muvahid kullarına, Allah’dan nasıl korkulması gerekiyorsa, yani gerçek bir takva nasıl olunacaksa, öyle olmasını emrederken; müslüman olarak yaşamalarını ve müslüman olarak ölmelerini buyurmak­tadır.

Hep birlikten, dağılmadan, fırka fırka olmadan, bir bilek ve bir yürek olarak Allah’ın İpine yani Kur’ân-ı Kerim’e sımsıkı sarılmayı emretmektedir.[1] Ve böyle sımsıkı bir bağ ile Kur’ân’a ve Sünnet’e bağlanan mü’min muvahhid kullarına şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Rasulü’ne itaat edin ve sizden olan emir sahihlerine de (itaat edin). Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu, Allah’a ve Rasulü’ne döndürün. Şayet Allah’a ve ahİret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzel­dir.[2]

Ayet-i kerimede Rabbimiz Allah, biz mü’min mu­vahhid müslüman kullarına şunları buyurur:

1) Allah’a itaat ediniz (Kur’ân’a)

2) Rasulullah (s.a.s.)’e itaat ediniz (Sünnet’e)

3) Sizin gibi Allah’a ve Rasulullah’a iman edip itaat eden birisi size emir olup Kur’ân ve Sünnet ile yönettiği müddetçe ona da itaat edin.

4) Anlaşmazlığa düşmeyin, amma eğer düşerseniz sakın kendi görüşünüzce hareket edip meseleyi heva-u hevesinize göre çözmeye kalkışmayın. Eğer gerçekten de Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız o meselenin çözümünü Allah ve Resullullah (s.a.s.)’in hükmüne havale edin. Kitab’ta ve Sünnet’te bu konuda ne diyorsa hemen tabî olup itaat edin. Böyle imandan kaynaklanan bir tes­limiyet göstermeniz sizin için çok daha hayırlı ve sonuç bakımından en iyi olan budur….

Hitab, gerçekten iman edenleredir. Demek ki, iman bağıyla bir birine bağlananların olması, yani cemaat ol­ması esastır. Cemaat, sıradan bir topluluk değildir. İslâm üzere bir araya gelmiş iman bağından dolayı kardeş o-lunmuş, kadın olsun, erkek olsun mü’minler birbirilerinin velileri, durumuna gelinmiş, aynı hedefe doğru, meşru, yani Şerîat’a uygun bir yolda yürümeye devam edilmiş­tir… Onlar, hep beraber iman edip imanlarına şirk, küfür, bid’ât ve hurafe karıştırmadan, Allah’a ve Rasülü (s.a.s)’e itaat etmişlerdir.

İslâm nizâmının gereği şekilde tanzim edilmiş, yani Allah ve Rasulullah (s.a.s)’in emirlerince cemaatı yönete­cek, sevk ve idare edecek bir emir bir imam etrafında bir araya gelmiş ve emir şurasıyla, gerekli olan diğer müesse­seleriyle bu görevi devam ettirmektedir!..

İslâm Dini, tek başına yaşanacak bir din değildir!.. İslâm, hem ferd, hem de Cemaat dinidir… Ferd, ferdî va­zifelerini yerine getirmekle mükellef olduğu gibi, cema­atla da ilgili olan ve kendisine Farz, Vacib ve Sünnet olan vazifeleri vardır. O, bunİan da yerine getirmekle mükel­leftir…

Emirlik, şura ve diğer müesseselerin yanı başında en önemli müessese, mü’min muvahhidlerin arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları Allah ve Rasulullah (s.a.s)’in emir­lerince hal edecek müessesenin de teşekkül etmesi lazım­dır, yani Kaza müessesesi!..[3]

İslâm’ın, intizamlı cemaat dini olduğu tekrar tekrar vurgulanmalıdır… Rabbimiz Alİah (c.c) ebedî önderimiz Rasulullah (s.a.s)’i Mekke’de Nübüvvet ve Risâlet ile va­zifeli kıldığı ilk günden itibaren İslâm cemaatı oluşmuş, müesseseleri birer ferd ile de olsa temsil ve şu şekilde tanzim edilmiştir.

1) Cemaatın Önderi: Rasulullah (s.a.s)

2) Cemaatın Şurası: İmam Ebu Bekir (r.a.)

3) Cemaatın Finansı: Mü’minlerin annelerinden Hz. Hadice (r.anha)

4) Cemaatın Timi: Hz. Zeyd b. Haris (r.a.)

5) Cemaatın İstihbaratı: İmam Ali (r.a.)

İslâm Dini, cemaatsız olmaz. Mü’min muvahhidler cemaatsız yaşayamazlar… Cemaatsız yaşamak, mü’min müslümanların fıtratlarına aykırıdır… Görüldüğü gibi İs­lâm’ın Mekke döneminin ilk günlerinde ve Mekke şirk devletinin bütün baskılarına rağmen fıtrî olan cemaatleş­me gündeme gelmiştir… Cemaatın fıtrî olduğunu söylüyor ruz. Çünkü cemaat halinde yaşamak, insanoğlunun ya­radılışında mevcuddur. Çünkü insan, toplumsal bir var­lıktır. Yalnız yaşaması, onun açısından büyük bir noksan­lık ve rahatsızlıktır…

Mü’min müslümanlar açısından mesele ele alındı­ğında iki yönden cemaatleşmenin zarurî olduğu ortaya çı­kar:

1) Cemaatleşme fıtrî bir ihtiyaçtır.

2) Cemaatleşme, yegane Rabbimiz Allah’ın mü’min müsİüman kullarına bir emri olup, yegane ve ebedî önderimiz Rasulullah (s.a.s)’in Kaİî ve Fiilî Sünnetidir…

İnsanın fıtrî ihtiyacı olan cemaatleşme mü’min mu-vahhidlerin açısından bakıldığında, kendine farz kılınan imanî bir vazife olduğu da anlaşılmaktadır…

Yeryüzünde ilk insan topluluğu da, bir Tevhid Ce­maatı olduğu inkâr edilemez bir gerçektir… İlk insan, ilk peygamber ve ilk medeniyet kurucusu Hz. Adem (a.s.), annemiz Hz. Havva (r.anha) ve onların çocuklarından oluşan Allah’ın emirlerine göre tanzim edilmiş ilk Tevhîd Cemaatı… yeryüzünde Allah’ın hükümleriyle hükmeden ve ilk İslâm Devleti ile Şeriat Hükümeti…

Önderimiz Rasulullah (s.a.s), mü’minlere devamlı cemaatı Önermiş ve cemaatleşmeyi emrederek, onları yal­nız yaşamaktan alıkoymaya çalışmıştır…

İbn Ömer (r.anhuma)’nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurur:

“Yalnızlık hakkında benim bildilklerimi insanlar bil­selerdi, hiç bir râkib (hayvan üstünde seyahat eden kişi) geceleyin yürümezdi, yani tek başına!”[4]

Amr b. Şuayb’ın dedesi (Abdullah b. Amr)’ın rivaye­tiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Tek yolcu şeytandır. İki yolcu iki şeytandır. Üç (yolcu) ise, cemaattir.[5]

Bu konuda Said b. Müseyyeb (rh.a) der ki:

Şeytan bir ve iki yolcuya musallat olur. Üç kişi olursa, onlara musallat olmaz.  [6]

Ve Ebu Said el. Hudrî (r.a)tn rivayetiyle şöyle buyu­rur Rasulullah (s.a.s.):

“Üç kişi yolculuğa çıktığı zaman, içlerinden birini emir seçsinler[7]

Yeryüzündeki kısa yolculuklar da bile cemaatleşme­yi emreden Rasulullah (s.a.s), dünya hayatındaki mü’min­lere cemaatsiz yaşamamalarını emretmektedir… Nerede oİursa olsun bir arada bulunan en küçük mü’min müslü-man topluluğunun mutlaka tanzim edilmiş bir cemaat ol­malarını buyuran Rasulullah (s.a.s), cemaat olunmadan yaşamanın helâl olmadığını beyan ediyorlar:

“Dünyanın ücra bir köşesinde bile olsa, üç kişinin içlerinden birini kendilerine emir tayin etmeden yaşamalan helâl olmaz. [8]

Bundan dolayı, müstekbir tağutların hakim, müs-taz’af mü’min müslümanların mahkum olduğu ve Daru’l Harb’e dönüşmüş işgal altındaki İslâm topraklarında ya­şayan mü’min müslümanların bir saniyye bile ertelenme­yecek olan vazifeleri, cemaat olmaktır!… Çünkü cemaat olunmadan yaşamak, helâl olmaz. Helâl olmayan bir ha­yat ile iştigal edemez mü’min müslüman şahsiyetler… Çünkü mü’min muvahhidler, hayatlarını ve ölümlerini Âlemlerin Rabbi Aîlah için kılmak zorundadırlar.. [9] Allah için olan hayat, helâl üzere olan hayattır…

Bundan dolayı mü’min müslümanların bulundukları yerlerde İslâm üzere, gerekli şartlara dikkat ederek ihlas ve ihsan hassasiyetiyle cemaatleşmeleri hayatî bir zaruriyettir!…

Halifeli toplum olan İslâm Devletinde, yani Daru’l-İslâm’da böyle bir cemaatleşmeden söz etmek gereksiz­dir. Çünkü hakimiyet Allah’ın, iktidar mü’minlere aid olan ve Allah’ın hükümleriyle hükmedilen Dam’l-İslâm’da mü’min müslümanlarm bütün emniyetleri sağlanmıştır… İslâm’ın gereği olan cemiyet ve devİet teşekkül etmiştir…

Cemaatleşme, Allah’ın hükümleriyle hükmedilen bir devlete, bir hükümete ulaşma gayretiyle gerçekleşmesi gerekir… İslâm Devleti’nin emniyetinde yaşayan mü’min müslümanlarm devletin başında bulunan müslumanlardan olan adil “Halife'”ye bey’at etmeleri onlara vacib olduğu gibi, Daru’l-Harb’te yaşayan mü’min müslümanlarm böyle bir bey’at merciî’nin oluşması için tüm imkânlarını har­camaları, malları ve canlarıyla bu çalışmayı sonuçlandır­mak için çalışmaları gerekir.

Abdullah b. Amr (r.a.)’ın rivayetiyle ebedî önderimiz Rasuİullah (s.a.s), şöyle buyurur:

“Her kim, bir eli itaatten çıkarırsa, kıyamet gününde Allah’a hiç bir hücceti olmadığı halde kavuşur.

Ve her kim, boynunda bir bey’at olmadığı halde ölür­se, Cahüiyyet ölümü gibi (bir ölümle) ölür.[10]

Cahiliyye ölümü üzere ölmek!… Ne korkunç bir so­nuç… sanki İslâm’la hiç tanışmamış gibi bir ölüm … Bü­tün ilme ve İslâm cemiyetine veya cemaatine rağmen, sanki İslâm ile hiç tanışmamış gibi can vermek !… Cidden korkunç bir sonuçtur bu!.. Mü’min müslümanlar, tüm güç ve kuvvetlerini kullanarak kendilerini böyle korkunç bir tehlikeden korumalıdırlar…

Adil Halife’nin yönetimindeki İslâm Devleti bünye­sinde yaşıyorsa, hemen imama bey’et etmeli, eğer Daru’l-Harb’te yani tağutî ve gayr-i İslâmî bir düzende yaşıyorsaki tağutİar hakim, mü’min müslümanlar mahkum edilmiş bir düzendir bu-vakit veçirmeden cemaatleşmeye gayret edilmelidir…

İbn Ömer (r.anhuma) anlatıyor:

Ömer (b.Hattab, r.a.) Cabiye’de bize hutbe irad ede­rek, şöyle konuştu:

Ey insanlar, Rasuİullah (s.a.s)’in bize irad buyurdu­ğu hutbenin benzerini size irad etmek için kalkmış bulunmaktayım. Rasul-i Ekrem, şöyle buyurmuştu:

“Size Ashabımı, sonra onların peşinden gelenleri ve sonra bunların peşinden gelenleri tavsiye ederim.

Daha sonra yalan yayılacaktır. Hatta kişiye (yalan yere) yemin ettiği için yemin verdirilmeyecek ve şehirde (yalan yere) şehadet ettiği için şahidlik yaptırılmayacaktır.

Dikkat! Bir erkek bir kadınla başbaşa kalmasın, aksi halde üçüncüleri behemehal şeytandır.

Cemaat (İslâm topluluğun) dan ayrılmayın! Tefrika­dan önemle sakının! Çünkü şeytan, yalnız kalanla bera­berdir. Ve (birlik olan) iki kişiden daha uzaktır. Her kim, cennetin mu’tena yerini istiyorsa, cemaatten ayrılmasın.

Her kimi iyiliği sevindiriyor ve kötülüğü üzüyorsa, işte o kimse mü’mindir.[11]

İslâm cemaatının gereği gibi teşekkülü ve cemaata devam etmek, cennete girme sebeblerindendir. Çünkü Allah’ın emrettiği ve ihlasla edasından razı olduğu bir çok ibadetler, cemaatle edâ edilir… Cemaat halinde İslâmî ha­yata devam ederken sabır, en büyük silahımız olması ge­rekir… Çünkü şeytan ve şeytanîler, mü’min Müslümanları tefrikaya düşürmek için birçok fitne tuzakları kurarlar… Bu tuzaklara düşmemek, cemaatden kopmamak ve isti­kamet üzere olmak büyük bir sabır işidir… Cemaatleşmiş mü’min müslümanlarla beraber sabredip görevimize de­vam edişimiz, Allah’ın yardımının ziyadeleşmesi sebeblerindendir…

İbn Abbas (r.anhuma)’nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s), şöyle buyurur:

“Allah’ın (yardım) eli cemaatle beraberdir.[12]

Cemaatleşme şuuruna ulaşmış, iman noktasında hiç bir rahatsızlığı olmayan ve salih amel üzere ibadet ve itaata devam eden mü’min müslümanlar, anın vacibinden olan cemaatleşmeyi gerçekleştirdikten sonra “emir” konumunda bulunan, kendi aralarında bu makama seçtikleri mü’min kardeşlerine ahid ederler… Kur’ân-ı Kerim’e ve Sünnet-i Seniyye üzere bey’atleşen mü’minlerin yönetici olarak seçtikleri emir’e, Allah’a ve Rasulullah (s.a.s)’e ita­at ettiği müddetçe itaat etmeleri onların üzerine vacîb o-lur… İster darlıkta olsun, ister bollukta olsun, nefislerin hoşuna gitse de, gitmese de emir onlara ma’ruf ile emret­tiği müddetçe tabi olmalıdırlar…

Cunâde İbnu Ebi Umeyye şöyle demiştir:

Bizler, hasta halinde iken Ubade İbnu’s-Samit (r.a.)’ın yanına girdik ve O’na:

Allah, seni iyileştirsin! Sen, bize Peygamber (s.a.s) den işittiğin ve Allah’ın onunla seni faydalandıracağı bir hadis tahdis et, dedik.

O, şöyle dedi:

Peygamber (s.a.s), bizi (Ensar Cemaatını Akabe gecesi bey’at için) çağırdı. Biz de, kendisiyle bey’at ettik.

Ubade dedi ki:

Peygambere, Ensar üzerine bir borç olarak bizden aldığı ahid ve misakda şöyle söyleyip bey’at ettik:

Allah’ın ve Rasulünün emirlerini dinleyip onlara hem neşeli, hem kederli zamanımızda, hem zor, hem kolay halimizde itaat etmek ve amirlerimiz kendi arzularını, nefislerimiz üzerine tercih etseler dahi onlara itaat etmek ve niza (ve kıtal) etmemek üzere bey’at ettik. Ancak emirin açık bir küfürünü görürseniz, onun küfrü hakkında yanınızda Allah’ın Kitabı’ndan kuvvetli bir deliliniz olma­sı hali müstesnadır.[13]

Ensar-ı Kiram (Allah cümlesinden razı olsun), önde­rimiz Rasulullah (s.a.s)’e bu şekilde bey’at etmiş ve İslâm cemaatına dahil olmuşlardı… Bey’at ederken verdikleri söze ömür boyu bağlı kaldılar ve bu hal üzere sabır ettiler…

Rasulullah’a itaat, Allah’a itaat O’na isyan, Allah’a isyandır… Aynı zamanda Rasulullah (s.a.s)’in mü’min müslümanların başına emir olarak tayin ettiği kişiye itaat, Rasulullah’a itaat, O’na isyan, Rasulullah’a isyandır…

Abdullah b. Ömer (r.anhuma)’mn rivayetiyle Rasu­lullah (s.a.s), şöyle buyurur:

“Kim, bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim, bana isyan ederse, Allah’a isyan etmiş olur. Kim, benim emirime itaat ederse, bana itaat etmiş olur. Kim de, benim emirime isyan ederse, bana isyan etmiş olur.[14]

Mü’min müslümanların cemaatleşme süreçlerini Şer’î ölçülerde tamamlayıp başlarına kendilerinden seçmiş oldukları emire, ma’rufu emrettiği müddetçe itaat etmeleri, Rasulullah (s.a.s)’in emridir… Çünkü emir, o anda Rasu-lullah (s.a.s)in vekili konumunda olup ümmetin seçimiyle o göreve getirilmiştir…

Mü’min müslümanların üzerinde velayet hakkına sahib olan emire veya imama itaat, Rasulullah (s.a.s)’e itaattir… Elbette emirin meşru emirlerine isyan, Rasulul­lah (s.as.)’e isyandır…

Ebu Hüreyre (r.a.)’m rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Biz (Müslümanlar, Kitab Ehli’ne göre dünya tari­hinde, sonra gelmiş bulunuyoruz. (Ahirette faziletçe) en ileride bulunacağız.”

Ve yine Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdular:

“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir. Bana isyan e-den Allah’a isyan etmiştir. Emrime isyan eden, bana isyan etmiştir. Devlet Başkanı (Ulu’1-emr-i müslimin, millet i-çin) bir kalkandır. Onun ardında, O’nun emrinde harb ya-pıİır. Onunla (düşmandan) korunulur. Eğer O, millete Allah’a takva Üç emrederse ve adaletle hareket ederse, bu emri ve adaleti sebebiyle onun için sevab vardır. Eğer takva ve adaletten başkasıyla emir ve hükmederse, bun­dan meydana gelen günah, onun üzerine döner (me’mur üzerine değildir)”[15]

Ulu’l-emr’in konumunu bu şekilde açıklayan önderi­miz Rasulullah (s.a.s), emir sahihlerine karşıki itaati da şu şekilde beyan buyuruyor.

Abdullah b. Ömer (b.anhuma)’nın rivayetiyle Rasu­lullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

“(İslâm Devletinde) devlet amirlerinin, sevdiği veya sevmediği hususlarındaki emirlerini dinlemek ve masiyetle emrolunmadıkça itaat ve icabet etmek, Müslim kişi üzerine vacib bir haktır. Masiyetle emrolunduğu za­man da, onları dinlemek ve boyun eğmek (itaat etmek) yoktur.” [16]

Daru’l-îslâm’da, yani halifeli îslâm toplumunda müs-lüman amirlerin, Şeriata aykırı olmayan her emri, yetki­liler tarafından dinlenilir ve yerine getirilir… Eğer masiyet, yani Allah’a isyan, yani haram olan herhangi bir şey emredilirse, o emir veren de dinlenilmez, verilen emir de!…

İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.) şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.s.) bir seriyye gönderdi de başlarına Ensar’dan bir adam (Abdullah b. Huzafe r.a.) Kumandan tayin etti. Ve askerlere, kumandanlarına itaat etmelerini emretti. Yolda kumandan maiyyetine Öfkelendi de:

Rasulullah (s.a.s), bana itaat etmenizi emretmiş de­ğil mi?, dedi. Askerler:

Evet, emretti, dediler. Kumandan:

Kat’î olarak size emrettim ki, muhakkak odun topla­yacaksınız ve bir ateş yakacaksınız, sonra da ateşin içine gireceksiniz! dedi.

Sahabîler, odun topladılar, bir ateş yaktılar. (Bazısı, ateşin içine girmeye kastettikleri zaman, bir kısmî, diğer bir kısmına bakmaya ve:

Bizler, Rasulullah’a ancak ateşten kaçmak için tabi olmuşuzdur. Böyle iken şimdi biz, bu ateşe girer miyiz? dedi.

46

260

KELİME-Î TEVHİD DÂVASI

Onlar, böyle konuşma yaptığı sırada ateşin alevi söndü ve kumandanın da öfkesi sakinleşti. Sonra bu vak’a Rasulullah (s.a.s)’e zikrolununca, Rasulullah (s.a.s):

“Eğer Mücahidier bu ateşe girselerdi, ebediyen on­dan dışarı çıkamazlardı. Çünkü amire itaat, ancak makul ve meşru olan emirler hakkındadır.” buyurdu.[17]

“Eğer Mücahidier bu ateşe girselerdi, abediyen on­dan dışarı çıkamazlardı.” cümlesi hakkında Davudi, şun­ları söylemiştir:

“Bundan Murad, dünya ateşidir. Çünkü onun yakma-sıyla hepsi ölür, kimse sağ kalmazdı. Maksad: Cehennem ateşi ve onda ebedî kalmak değildir.[18]

Yine İmam Ali (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Allah’a isyan hususunda (hiç kimseye) itaat yoktur. İtaat, ancak meşru (olan bir şey hususun) dadır.[19]

Bütün bu hadislerden net olarak anlaşılmıştır ki, İs­lâm Cematının kendi aralarında en takvah mü’min mu-vahhidi emir olarak seçip kendisini yetkili kıldıktan son­ra, emirin ancak ve ancak İslâm’a uygun emirlerine tabi olurlar… Bu emri, dinlemek ve itaat etmek, İslâm cemaa­tının her ferdinin üzerine vacibtir… Eğer emir, İslâm’a ay­kırı olan bir şey emrederse, o emir hiç bir vakit dinlenil­mez ve itaat edilmez, edilmemelidir de…

Yalnız emir olan şahsiyetin, kendi şahsını ilgilendi-, ren ve cemaata sirayet etmeyen kusurlarından dolayı cemaat ferdlerine sabretmek ve cemaatı terk etmemek gere­kir… Bu arada hem sabredecek, hem de emire nasihat ederek, emirde bulunan bu noksanlığı ve bu hatayı gider­meğe çalışacaktır…

İbn Abbas (r.anhuma)’nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Her kim, emirinde kerih gördüğü (hoşlanmadığı) bir iş meydana geldiğini görürse, onun fenalığına sabret­sin (isyan etmesin)! Çünkü her kim, (İslâm) cemiasından bir karış ayrılır da ölürse, muhakkak o, Cahiliyyet ölümüyle ölür.[20]

Yegane Rabbimiz Allah (c.c.) tarafından yeryüzünün emareti ve imareti için halifeler kılınan mü’min müslümanlar, yeryüzünde Allah’ın dini hakim oluncaya ve tüm beşerî ideolojilerin suspus olmuş bir hale gelinceye kadar, Allah yolunda cihad etmekle vazifelendirilmişlerdir…

Müstevli gayr-i müslimler, müstekbir tağutlar ve yerli mürtedler tarafından işgal edilip Allah’ın hükmün­den başka hükümlerle idare edilen İslâm topraklan, Da-ru’1-Harb’e dönüşmüştür…

Şehid İmamımız İmam Azam Ebu Hanîfe Numan b. Sabit (rh.a)’in, bir Daru’l-İslâm’ın, Daru’l-Harb’e dönüş­mesi hakkında öne sürdüğü üç şart da, bugün tahakkuk etmiştir.

İşgal altındaki İslâm topraklarında geçerli olan hü­küm, gayr-i İslâmî hükümlerdir. Kur’ân-ı Kerim rafa kal­dırılmış, ona rağmen insanların heva-u heveslerinden kay­naklanan anayasalar hazırlanıp geçerli kılınmıştır… Bu­nunla beraber Kur’ân’ın hükümlerine yasak konulmuş, devletin, hükümetin, ekonominin, hukukun ve sosyal me­selelerin hiç bir şeyine karıştınİmadığı gibi, bu konularda

Kur’ân’ın hiçbir hükmü teklif dahi edilemez hale getiril­miştir… Ayrıca devlet yönetimini, ekonomiyi, hukuku ve sosyal meseleleri, mevcud tağuti düzen anlayışına aykırı olmak kaydıyla kısmen bile olsa Kur’ân’a tabi kılmak için yapılacak bütün çalışmalar yasak edilmiş, yapmaya kalkı­şanlar, tağutî ve gayr-i İslâmî devletin güvenlik güçleri ta­rafından yakalanıp cezalandırılmıştır…

İşgal altındaki İslâm toprakları, bir Daru’l-İslâm’a, yani halifeli İslâm toplumuna bitişik değildir. İşgal edilen İslâm topraklarını ve esaret altındaki mü’min müslüman-ları kurtarmak için işgalci, müstekbir müşriklerle ordu gönderip savaş ilân edecek, ümmetin kabul edip bey’at ettiği bir halife, bir imam bulunmamaktadır.

İşgal altındaki İslâm topraklarında esaret altında ve zillet içinde hayatlarına devam eden mü’min müslümanlar ile gayr-i müslimler, o bölgeler işgal edilmeden, yani o-ralara İslâm Devleti hakim iken İslâm’dan kaynaklanan emniyetlerini kaybetmişlerdir… Yani İslâm’ın verdiği hak­lar ve hürriyetler ellerinden alınmıştır… Tağutî anayasa­lar, vatandaşlarına çeşitli haklar tanımışsa da, bu haklar İslâm’dan kaynaklanmadığı için, Şehid İmam’ın içtihadını etkilemez…

İmameyn, yani İmam Ebu Yûsuf ve İmam Muham-msd ile İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Malik b.Enes (Alİah, cümlesinden razı olsun), tek şart ile Daru’l-îslâm, Daru’l-Harb’e dönüşür diyorlar. O da: O ülkeye, İslâm’ın dışında beşerî bir ideoloji hakim olmasıdır. İsterse halkın çoğunluğu müslüman olsun… O ülkenin geçerli düzeni İs­lâm’ın dışında herhangi tağutî bir düzen olabilir… İster Komünizm, ister Kapitalizm, ister Faşizm, ister Libera­lizm ve ister diğer tağutî düzenler olsun farketmez… Hal­kın üstünde otoriter olan kanunlar gayr-i İslâmî kanunlar olması, o ülkenin Daru’1-Harb olmasına yeterli gelir…

İmam Şafiî Muhammed b. İdris (rh.a.) ise, bir Daru’l-İslâm, müstevli kâfirler veya yerli mürtedler tarafından işgal edildiği andan itibaren yediden yetmişe tüm mü’min müslümanların, işgalci gayr-i müslimlerİe savaşmalı, gö­rüşündedir. Hatta kadın kocasından, köle efendisinden, borçlu alacaklısından ve çocuk velisinden izin almadan bu savaşa iştirak etmeli ve Daru’l-İslâm’ı savunmalıdır…[21]

Hayat nizamı olarak İslâm’ın devre dışı bırakıldığı, devlet işlerine, ekonomiye, hukuka ve sosyal meselelere karıştırıl madiği, ayrıca yasak edildiği, müslümanların mahkum ve İslâm’ı dünya düzeni, Kur’ân-ı Kerîm’i anaya­sa olarak kabul etmeyenlerin hakim olduğu yerlerde, mü’min müslümanlar nasıl davranmalıdır? kendilerine a-nın vacîbe nedir?..

Bu konuda son devrin İslâm ulemasından Allame İbn Abîdin, meşhur “Reddu’l-Muhtar Ale’d-Dürrü’l-Muhtar” adlı eserinde şöyle diyor:

“Fetih’de bu konuda şöyle denmektedir:

Eğer görev verecek sultan yoksa veya kendisinden görev alacak bir yetkili bulunmazsa -ki bazı müslüman­ların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi- O bölgelere gayr-i müslimler hakim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma a-zınlıkta kalmışlar ve müslümanlar mahkum durumda, gayr-i müslimler hakim durumdadırlar. Kurtuba’da bugün olduğu gibi, yani Endülüs’te bulunan durum!… Bu du­rumda ne yapılmalıdır?…

Gerekli olan, müslümanlann kendi aralarından birine bu görevi vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vacibtir. Onu, kendilerine idareci olarak seçerler, o da, kadı tayin eder. Böylece kendi aralarında vuku bulan hadiselerin yargı organ­larına aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cuma namazı kıldıracak bir imam da nesbederler.

İnsanın mutmain olduğu, kabul edilebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde âmel edilmelidir.[22]

Bu bölüm: “Müslümanların azınlıkta olduğu ve gayr-i müslimlerin galib bulundukları ülkede yargı ve kadı’nın tayini” başlığını taşıyor.

Müslümanların azınlıkta bulunduğu veya çoğunlukta olup gayr-i müslimlerin hakimiyetinde oldukları, yani İslâm’ın yerine beşerî ve tağutî bir ideolojinin hakim oldu­ğu, Kur’ân-i Kerim’in yerine insanların kendileri için yap­tığı anayasanın geçerli kılındığı yerlerde, mü’min müslü-manlar, Allame îbn Abidin (rh.a)’in beyan buyurduğu gibi davranmalıdırlar… İslâm’ın ruhuna, yani gayesine ve mü’min müslümanların maslahatına uygun olan, kalbleri mutmain Jcılan görüş de budur… Bu görüş ile amel ol­duğunda, mümin müslümanlar cemaat olur ve İslâm’ın emirleri çerçevesinde müesseselerini oluştururlar… Böyle­ce müstevli kâfirlerin, hâkim tağutî zalimlerin, iktidarı ele geçiren yerli mürtedlerin egemenliklerinden, onların esa­retlerinden kurtulup, hürriyetlerine ve İslâm’ın hükmede­ceği Daru’I-İslâm’a kavuşurlar…

Temim ed-Dârî der ki:

Ömer (r.a.) zamanında halk bina yapımında (adeta) yarışa girmişti. Bunun üzerine Ömer, şöyle demişti:

Ey Küçük Arab Topluluğu, dünyadan sakının, dün­yadan sakının. Durum şu ki:

İslâm, İslâm olmaz, cemaat olmayınca, cemaat, ce­maat olmaz emiri (devleti) olmayınca, emir de emir ol­maz, kendisine itaat olmayınca.

Kim ki, topluma bilgi sahibi (fakih) olanı başkan (emir) yaparsa bu, hem o, hem de onlar için dirlik (vesilesi) olur. Kim ki, topluma bilgisiz olanı başkan (emir) ya­parsa bu, hem o, hem de onlar için helak (sebebi) olur.[23]

İmam Ömer b. Hattab (r.a.), en isabetli görüşü ortaya koymuştur. Cemaatsiz İslâm olmaz. Çünkü İslâm, cemaat dinidir… İslâm, fıtrat dinidir. [24] İnsan fıtrat üzere yaratıl­mış ve fıtrat da cemaatleşmeyi gerektirir…

Cemaat, mükemmel olmasa da, bütün noksanlıklanyla da, kâmil ferdden hayırlıdır… Ferdin, noksanlıkları olan İslâm cemaatına iştirak etmesi, tam olup yalnız kal­maktan hayırlıdır…

Allah, şöyle diyen İmam Ali’den razı olsun:

Cemaatın bulanıklığı, ferdin duruluğundan hayırlıdır. [25]

Numan b. Beşir (r.a.)’dan rivayet olunduğuna göre Önderimiz Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Cemaatte hoşunuza gitmeyen (tiksindiğiniz) bir hal, ayrılık halinde beğendiğiniz halden daha iyidir. Cemaatte rahmet, ayrılıkta azab vardır.”[26]

Görüldüğü gibi, ne olursa olsun, İslâm’dan sapma-dıkça, itikadı bir sapma olmadıkça, kusurlarıyla beraber Allah’a dost, tağutlara düşman olmaya devam ettiği müd­detçe cemaatten ayrılmamalı ve cemaate sıkı sıkı sarıl­mak lazımdır… Bir yanda cemaat emrine yapılan ahidin gereği yerine getirilirken, diğer yanda cemaatın içindeki rahatsızlıkları gidermek, mü’min müslümanların vazifele-rindendir… Mü’min muvahhidler, birbirine nasihat etme­yi, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi ihmal etmezler. Çünkü onlar, sağlam iman ve salih amel üzeredirler… Böyle sıh­hatli bir “Ehl-i Sünnet ve’1-Cemaat” akidesi çerçevesinde hüsrandan kurtulabilirler…[27]

Mü’min müslüman kardeşler, cemaat içinde birbirle­rine tahammül etmeleri ve birbirlerinin kusurlarını gider­meleri için birbirlerine merhamet etmeli ve hoş görmeli­dirler…

İbn Ömer (r.anhuma)’dan rivayet edildiğine göre Ra-sulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Halk arasına girip de eziyetlerine sabreden mü’mi-nin sevabı, halk arasına girmeyen ve onların eziyetlerine sabretmeyen mü’minin sevabından daha fazladır.[28]

Mü’min müslümanlar, cemaat halinde emirlerinin meşru emirlerine itaat ederek, Cuma ve Bayram namazla­rını kendi aralarından seçtikleri Cuma imamlarının peşin­de kılarak ve anlaşmazlıklarını İslâm Cemaatının Kadısı­na havale ederek, Allah yolunda cihada devam üzere olurken, ortaya çıkan rahatsızlıklara karşı, önderimiz Rasu-lullah (s.a.s.)’in emirleri gereği tavır sergilerler!…

Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Benden sonra yakın bir istikbalde bir takım meşru olmayan tercihler ve hoşlanmayacağınız bir çok işler meydana gelecektir.”

Sahabîler:

Ya Rasulullah, (bu, vak’î olduğu zaman) bizlere ne yapmamızı emredersiniz? dediler.

Rasulullah:

“Kendi üzerinize edası vacib olan hakları edâ eder, yerine getirirsiniz, lehinize olan (mahrum bırakıldığınız) kendi haklarınızı da Allah’dan istersiniz,” buyurdu.[29]

Mü’min muvahhid ferdîer, Şer’î ölçülere dikkat ede­rek oluşturdukları İslâm Cemaatının hayatının devam et­mesi, müesseselerin tanzimi, ferdlerin eğitimi ve Alİah yolunda cihad edip Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılma savaşı, elbette sıradan işler değildir… Bütün bunları yap­mak ve becerip arzu edilen hayırlı bir sonuca ulaştırmak için büyük çaba ve sabır ister…

Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetleriyle şöyle buyurur e-bedî önderimiz Rasulullah (s.a.s):

“İnsanların üzerine bir zaman gelecek ki, onların i-çinde dini (nin icablarını yerine getirme) üzerinde tahammül gösteren, avucunun içinde ateş parçası tutan gi­bidir. [30]

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.) her hâl-u kârda ümme-ti’nin içinde kıyamete kadar, sağlam, sapmayan Kitab’a ve Sünnet’e bağlı, kınayıcıların kınanmasından korkmayan, kendisine yardım etmeyenlerin hiç bir zarar veremediği bir cemaat bulunacağının müjdesini veriyor…

Muğire b. Şu’be (r.a.)’m rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Ümmetimden bir taife, kendilerine Allah’ın emri gelinceye (yani kıyamet kopuncaya) kadar hak üzerinde birbirine yardım edici olmakta devam edecek ve bunlar, (muhalefet edenlerine) daima galib olacaklardır. [31]

Bu seçkin ve Allah yolundan sapmayan İslâm Cema­atı için İmam Buhârî (rh.a), “bunlar, âlimlerdir” derken,

İmam Tirmizî (rh.a)’de, “bunlar, Muhaddislerdir” de­mektedir.

Rasulullah (s.a.s.), Ümmetinin fırka fırka olup, hatta kendilerinden önce sapmış olan ümmetlerden Yahudilerin başına gelenlerin, onların başlarına da geleceğini beyan buyuruyor. Ve bu fırka haline gelen, yani parçalanmış ümmetinden yalnızca bir cemaat kurtulanlardan olacaktır. O da: Rasulullah (s.a.s.) ve Ashabının üzerinde bulundu­ğu itikadda olan ve imanın gereği olan salih ameli onlar gibi yapmaya çalışanlardır!…

Abdullah b. Amr (r.a.)’ın rivayetiyle yegane önderi­miz Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İsrailoğullarına gelen her şey, papuçun papuça (bir tekinin Öbür tekine) eşitliği gibi ümmetime de gelecektir. Hatta onlardan aşikâr olarak annesine yaklaşan kimse bulunursa, ümmetimden de bunu yapacak kimse bulunacaktır.

İsrailoğulları, yetmişiki millete ayrılmışlardı. Üm­metin yetmişüç millete ayrılacaktır. Bunların, bir millet­ten başka hepsi cehennemdedir.”

Ashab:

Ya Rasulullah, dediler, O (müstesna olan millet) kimdir?

RasuM Ekrem, buyurdu ki:

“Ben ve Ashabım hangi millet üzere isek (odur). [32]

İslâm Cemaatı, Rasulullah (s.a.s.)’ın Sünnetine sıkı sıkıya bağlı olan bir cemaattir, yani Ehl-i Sünnet Cemaa­tıdır…

Cemaat olmak ve gereğini yerine getirmek konusun­da Ashab’dan Hazeyfe İbnu’l-Yeman (r.a.)’ın anlattıklarını dinleyelim!…

Şöyle anlatıyordu Huzeyfe İbnu’l-Yeman (r.a.):

İnsanlar, Rasulullah (s.a.s.)’e (geleceğe aid) hayırdan sorarlardı. Ben de (İslâm ümmetine gelecek) şerr’den -o şerrin bana uğramasından korkarak- sorardım.

Bu endişe ile bir kerresinde:

Ya Rasulullah biz, vaktiyle Cahiliyyet devrinde şirk ve küfür içinde idik. Sonra Allah bize, şu büyük İslâm hayinni getirdi. Bu hayır ve saadetten sonra gelecek bir şerr ve fitne var mıdır? diye sordum.

Rasulullah:

“Evet, vardır” buyurdu.

Ben:

O şerrden ve fitneden sonra bir hayır ve salah var mıdır? dedim.

Rasulullah:

“Evet, bir hayır ve salah vardır. Fakat onun içinde bazı şerr ve fesad bulunacak (hayrı bulandıracak, durulu­ğunu bozacak) buyurdu.

Ben:

O hayrın (temizliğini bulandıracak) kiri nedir? diye sordum.

Rasulullah:

“O devrin âmirlerinden bir zümre, ümmeti benim Sünnetim ve yolumun hilafına idare edecekler. Sen, o devrin âmir ve valilerinden bazılarının hareketlerini (doğ­ru bulup) tasvib, bazılarının hareketlerini de (çirkin bu­lup) reddedeceksin.” buyurdu.

Ben:

Ya Rasulullah, bu karışık hayır devrinden sonra, yi­ne bir şerr ve fesad devri gelecek mi? dedim.

Rasuiullah:

“Evet, gelecektir. O devirde bir takım davetçiler (propagandacılar), halkı cehennem kapıları üzerine çağı­racaklar. Her kim, onların davetine icabet ederse, onu ce­henneme atacaklar.” buyurdu.

Ben:

Ya Rasulullah, bu davetçiler bize vasfetseniz? dedim.

Rasulullah:

“Onlar, bizim ülkemizden insanlardır. Bizim dilleri­mizle konuşurlar. (Halbuki gönüllerinde hayırdan eser yoktur.)” buyurdu.

Ya Rasulullah o devir bana yetişirse (yani ben o devirde yaşarsam) nasıl hareket etmemi emredersiniz? dedim.

Rasulullah:

“İslâm Cemaatine muhabaat et ve onların devlet baş­kanına itaat eyle!” buyurdu.

Ben:

Ya Rasulullah, onların bir cemaatı yoksa, başların­da devlet başkanları da yoksa? dedim.

Rasulullah:

“O takdirde sen, bu fırkaların hepsinden ayrıl (evine çekil). Velek ki, bu ayrılman, bir ağaç kökünü ısırman suretiyle (meşakatli) olsa bile. Artık ölüm sana erişinceye kadar, sen bu ayrılık üzere bulun!” buyurdu.[33]

Dikkat edilecek olursa, Rasulullah (s.a.s.)’in devamlı vurguladığı cemaatın varlığı, cemaate iştirak ve cemaat emirine itaattir…

Mü’min müslümanların üzerine vacib olan, cemaatı oluşturmaları, oluşmuş ise iştirak etmeleri gerekir…

 



[1] Bk.ÂI-iîmrân, 3/102-103

[2] Nisa, 4/59

[3] Çünkü mü’min müslümanlar, anlaşmazlık dâvalarını tağutun mah­kemelerine havale edemezler. Tağutun hakemliğine başvurmak, Rabbimiz Allah tarafından yasak kılınmıştır;

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarım öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağutun önünde muhakeme olmayı iste­mektedirler. Oysa onlar, onu reddetmekle enırolunmuşlardır. Şeytan da, onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister.” (Nisa, 5/60)

[4] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B.4, Hd. 1724.

[5] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.79, Hds. 26Q7. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B.4, Hds. 1725. İmam Malik, Muvatta, Kitabu’I-İstİzan,.Hds.35

[6] İmam Malik, Muvatta, Kitabu’l-îstizan, No 36.

[7] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’i-Cihad, B.80, Hds. 2608-2609.

[8] İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2 Sh.I77.

[9] Bkz. En’am, 6/162-163

[10] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.I3. Hds. 58. Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Ahkam, B.4, Hds.7. -Kitabu’l-Fiten, B.2, Hds. 5.

[11] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.7, Hds. 2254.

İmam Şafiî, Er-Risâle, çev. Ubeydullah Dalar, Ank. ty. Sh. 276, M.1315

Yeni Tercemesi:

Muhammed b. İdris eş-Şafıî, Er-Risâte (İslâm Hukukunun Kaynakları) Çev. Prof. Dr. Abduikadir Şener, Prof. Dr. İbrahim Çalışkan, Ank. 1992, Sh.256, Md.1315.

[12] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.7, Hd. 2256. İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı; Tercüme ve Şerhi, çev. İsmail Mutlu vdğ. İst. 1996, C.2, Sh.459, Hds.2338.

[13] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Fiten, B.2, Haber:?. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.8, Haber: 42. Sünen-i Nesei, Kitabu’l-Bey’at, B.9, Haber:4144-4145. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B.41, Haber:2866.

[14] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Ahham, B. 1, Hds. 1 Sahih-i Müslim, Kitabu’i-îmare, B.8. Hds. 32. Sünen-i İbn Mace. Kitabu’l-Cihad, B.39, Hds. 2859. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Bey’at, B.27, Hds. 4175.

[15] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad. ve’s-Siyer, B.108, Hds, 164. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Bey’at, B.30, Hds.4178.

[16] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Ahkam, B.4, Hds. 8. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-îmare, B.8, Hds. 38. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.87, Hds. 2626. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B.40, Hds.2864 Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B.29, Hds.1759. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Bey’at, B.34, Hds. 4188

[17] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Ahkam, B.4, Hds.9. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.8, Hds. 39-40. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.87, Hds. 2625. Sünen-i Neseî, Kitabu’I-Bey’at, B.34, Hds. 4187.   . Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B.40, Hds. 2863.

[18] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve şerhi, İst. 1983, C.8, Sh.716.

[19] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.8, Hds. 39. SUnen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.87, Hds. 2625. Sünen-i Neseî, Kitabu’İ-Bey’at, B.34, Hds. 4187.

[20] Sahih-i Buhârî, Kİtabu’l-Ahkam, B.4, Hds. 7.

Kitabu’l-Fiten, B.2, Hds. 6. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-tmare, B.B, Hds. 55-56.

[21] Geniş bilgi için bkz. Mustafa Çelik, Daru’1-Harb Fıkhı, İst. Ölçü ya­yınları. 4 cilt (Bu eserin okunmasını özellikle tavsiye ederiz.)

[22] İbn Abidİn, Reddu’l-Muhtar Ale’d-Dürrü’l-Muhtar çev. Mehmet Sa-,aş, (Şamil Yayınlan) İst. 1985, C.12, Sh. 145.

[23] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.26, Haber:257.

[24] Bkz. Rum, 30/30.

[25] Dr. Seyyİd Muhammed Nuh, Davet Yolunda Nebevi Nurlar-Davetciye Öğütler, çev. Abdulkadir Kınar, İst. 1994, Sh. 113,

[26] Hüsameddin El-Hindî, Kenzu’l-Ummal, C.3 , Sh. 269.

Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4, Sh.278 ve 375.

İmam Suyutî, Camiu’s-Sağır, Hds. 3624. Camiu’s-Sağir Muhtasarı Ter­cüme ve Şerhi, çev. İsmail Mutlu, vdg. İst. 1996, C.2, Sh. 292, Hds. 1929 (Kudafden-Kısmen)

[27] Bkz. Asr Suresi’ne ve tefsirlerine

[28] Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B.23, Hds. 4032. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfatu’l-Kıyame, B.20, Hds. 2625.

[29] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Menakıb, B.25, Hds. 107.

Kitabu’l-fıten, B.2, Hds.4. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.10, Hds. 45.

[30] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’1-Fiten, B.61, Hds. 2361.

[31] Sahİh-i Buhârî, Kitabu’l-İ’tisâm, bi’I-Kİtabi ve’s-Sünneti, B.10, Hds. 42.

Kitabu’t-Tevhîd, B.29, Hds.85.

Kitabu’l-Menakib, B.28, Hds.141. Sünen-i Tirmizî, Kitabu11-Fiten, B.25, Hds. 2287 Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 1, Hds.7.

Sahih-i Müslim, Kitabu’ 1-İman, B.71, Hds. 247 (Kısmen)

[32] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’1-îman, B.18, Hds. 2779.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 17, Hds. 3992 (İlk kısım hariç)

[33] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Fiten, B.l 1, Hds. 34.

– Kitabu’i-Menakıb, B.25, Hds.110. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.13, Hds. 51-52. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Fiten, B. 1, Hds. 4244-4247.