(22) Doğru Yolda Olmak

Yegâne Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyuru­yor:

“Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Siz, doğru yolu bulursanız, o sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’dır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir.[1]

Katıksız iman edenler, ferd ferd ve hep beraber kendi ne­fislerinin ıslahına çalışacak, üzerlerine düşen ferdî ve toplum­sal vazifelerini yerine getirecektir… Onlar, önce kendilerine dü­şen kulluk vazifelerini gereği şekilde yapacak, maddî ve mane­vî olgunluklarını sonuçlandıracaklar… Olgun birer şahsiyet olan muvahhid mü’minler, elele verecek, omuz omuza olacak, bir millet ve bir ümmet oluşturup, kendilerinden olmayanlar­dan ayrılıp şaftlarım netleştirecekler…

Rabbimiz Allah’ın emredip razı olduğu ve önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in gösterdiği şekilde iman edip amel işleyen mü’min müslümanlar, dosdoğru yol üzerinde oldukları müd­detçe, sapmış olanların zararları kendilerine dokunmaz… Hak yol üzerinde direnen ve sapmadan hedefe doğru giden muvahhid şahsiyetlerin kulluk vazifelerinden birisi de, iyiliği emret­mek ve kötülükten alıkoymaktır… Yani Emr-i bi’1-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker yapmaktır… Hak yolunda ilerlemeye çalı­şırken, hak yoldan sapmışlara karşı da bir tavır almaları gere­kir… Eğer onlardan gelecek zararlara karşı bir önlem alınmaz­sa, günün birinde bu zararın mü’min müslümanların saffma sıçraması kaçınılmazdır… Kendi nefislerini ıslah etmeye çalı­şanlar ve dosdoğru yolda olanlar, başkalarından zarar görme­mek için, onlardaki zararın giderilmesi şarttır… Kendisi iyi olurken, yakın çevresindeki kötülüğü önlemez ise, bir gün o kötülük, iyiliğe bulaşır ve belâ olur…

Bu konuda İmam Taberî (rh.a.) şunları beyan ediyor:

“Allah Teâlâ, bu âyet-i kerimede, mü’min kullarının biz­zat kendilerini düzeltmelerini, güçlerinin yettiği kadarıyla hayır işlemeye gayret göstermelerini emretmekte, mü’minin, Allah’ın kendisine yüklediği vazifeyi yerine getirmesi şartıyla başkaları­nın yaptıklarından sorumlu olmayacağını bildirmektedir.

Başkalarının hak yoldan sapması ve günah işlemesi, gü­nah işlemeyen kimselere şahsen suç olarak yüklenemez. Suç ve ceza şahsîdir. Herkes, işlediği suçun cezasını bizzat kendisi çe­kecektir. Fakat burada önemli olan bir nokta vardır ki, o da şu­dur: Kişi, başkasının işlediği suç fiilinden dolayı cezalandırıl­mayacak, amma o kişinin, o suçu işlemesine engel olma göre­vini yerine getirmediğinden dolayı hesaba çekilecektir. Hatta günahkârların işledikleri suçlardan dolayı gelecek olan umumî belâdan da kurtulmayacaktır. Çünkü bu hususta diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:

“Fitneden sakının. Çünkü o, içinizden sadece zulmeden­lere dokunmaz. Bilin ki Allah, cezası çok şiddetli olandır.[2]

Emirü’l-mü’minin İmam Ömer b. Abdülaziz (rh.a.):

Şöyle bir söz söylenirdi, dedi:

“Yüce Allah, bir kişinin günahından dolayı topluma az-ab etmez. Fakat bir kötülük açık olarak işlenirse, toplumun hepsi azaba duçar olurlar. [3]

Mü’minlerin annesi Ümmü Seleme (r.anha)’nın rivaye-tiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Ümmetimin içinde kötülükler ortaya çıktığı (açıkça iş­lendiği) zaman Alİah Teâlâ, katından hepsine birden azab ed­er.”

Ben:

Ya Rasulallah, onların içinde salih insanlar yok mu­dur? dedim.

O:

“Evet, vardır.” buyurdu.

Ümmü Seleme:

O hâlde onlara, bunu nasıl yapar? demiş. Rasulullah (s.a.s.):

“İnsanların başına gelen, onların da başına gelir. Sonra Allah’dan bir bağışlanma ve hoşnudluğa ulaşırlar.” buyurmuş. [4]

“Ey iman edenler, siz kendinize bakın âyet-i keri­mesi hakkında, Abdullah ibn Mes’ud, Abdullah ibn Ömer, Ebu Mazin ve Cübeyr b. Nüfeyr (Allah, onlardan razı olsun) şöyle demişlerdir:

“Ey iman edenler, sizler, iyiliği emredip kötülüğü nehyettiğiniz zaman, sizin emir ve nehiylerînizin kabul edilmeme­si durumunda, siz kendinizi düzeltmeye bakın. Siz, doğru yol­da olduğunuz sürece emr-i bi’1-maruf ve nehy-i ani’l-münkeri kabul etmeyerek sapanların sapması, size herhangi bir zarar vermez.”

Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre bir müslüman, insanlara Allah’ın emrettiğini emreder, yasakladığını nehyederse, insanlar da bu emir ve nehiyleri kabul etmezlerse, artık o müslümanlardan, başkalarının sorumlulukları düşer ve o kimse kendisini düzeltmekle yükümlüdür.

Rasulullah (s.a.s.)’in halifesi İmam Ebu Bekr, Huzeyfe ve Said b. el-Müseyyeb (Allah, onlardan razı olsun) ise, şöyle demişlerdir:

“Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Allah’a itaat edin. Sizler, iyiliği emredip kötülüğe mâni olarak doğru yol üzere olursanız sapan kimsenin sapması, size zarar vermez.”

Bunlara göre mü’minler, insanlar dinlese de, dinlemese de iyiliği emredip kötülüğe mâni olmak mecburiyetindedirler. Bu yükümlülüklerini yerine getirmelerinden sonra, sapanların sapmasından sorumlu değillerdir.[5]

Rasulullah (s.a.s.)’in halifesi İmam Ebu Bekr (r.a.), (bir gün) Allah’a hamd ve sena ettikten sonra şöyle demiştir:

Ey insanlar, siz:

“Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Siz, doğru yolu bulursanız, o sapanlar size zarar veremez [6]âyetini okuyorsunuz. (Ve hükmün genelliğini sanarak iyiliği emretmeyi ve kötülüğü men’etmeyi bırakıyorsunuz.)

Halbuki biz, Rasulullah (s.a.s.)’den şu buyruğu muhak­kak işittik:

“Şübhesiz insanlar, kötü bir şeyi görüp de men’etmedik-leri zaman, Allah’ın onlara umumî bir ceza vermesi çabuklaşır (veya yakınlaşır). [7]

İmam Nevevî (rh.a.) şu açıklamayı yapar:

“Bu âyet, iyi şeyleri emretmek ve kötü şeyleri men’et-menin vacibliği hükmüne muhalif değildir. Çünkü muhakîk âlimlere göre âyetin mânâsı şöyledir:

Ey insanlar, siz, mükellef olduğunuz görevleri tam yaptı­ğınız zaman, dışınızdakilerin kusurları size zarar vermez. İn­sanların mükellef oldukları görevlerden birisi de, iyi şeyleri emretmek ve fena şeyleri men’etmektir. Mükellef, bu görevini yapmasına rağmen muhatabı itaat etmezse, mükellef olan zat, Allah tarafınan kınanmaz. Çünkü görevini yapmış durumda­dır, [8]

İmam Taberî (rh.a.), Rasulullah (s.a.s.)’in halifesi İmam Ebu Bekr (r.a.)’ın bu konudaki izahını, en doğru izah olarak kabul ediyor ve şöyle diyor:

“Bu âyetin mânâsı şöyledir:

Ey iman edenler, Allah’a itaattan ayrılmayın. Emir ve yasaklarını tutun. Böylece kendi yükümlülüğünüzü yerine geti­rin. Sizler, Allah’ın size farz kıldığı iyiliği emretme, kötülüğe mâni olma vazifesini yerine getirmenizden sonra artık sapanla­rın sapmalarından sorumlu olmazsınız.

Bu görüşü tercih etmemizin sebebi şudur: Allah Teâlâ, mü’minlere, adaleti ayakta tutmalarım, iyilikte ve takvada yar­dımlaşmalarını emretmiştir. Kötülüğe mâni olarak zalime, zul­münden el çektirmek, adaleti ayakta tutmaktır. İyiliği emret­mek de, iyilikte ve takvada yardımlaşmaktır. Diğer yandan Ra-sulullah (s.a.s.)’den, iyiliğin emredilmesi ve kötülüğün nehye-dilmesi hakkında birbirini destekleyen bir çok haberler rivayet edilmiştir. Şayet insanların iyiliği emretmeyi ve kötülüğe mâni olmayı tek etmeye hakları olsaydı, insanların bunları yerine ge­tirmelerini emretmenin bir anlamı olmazdı. İnsanlar, ancak aciz oldukları durumlarda iyiliği emretme ve kötülüğe mâni ol­ma yükümlülüğünden kurtulmuş olabilirler. Bu takdirde fiilen yaptırma ve engel olmaktan sorumlu olmazlar, ancak kalben buğz etmekten sorumlu olurlar.” [9]

Beyan edilen âyetler, hadisler ve yetkili imamların be­yanlarından net olarak anlaşıldığı gibi, toplum içinde yaşayan insanların yalnızca kendileriyle meşgul olup kendilerini düzelt­meleri yetmiyor… Aynı zamanda toplumda yaşayan insanlar birbirlerini düzeltmek konusunda sorumludurlar… İyiliği em­retme ve kötülük yapanları engellemek, her ferdin toplumsal vazifesidir… Özellikle muvahhid mü’minlerin bu vazifeyi ku­sursuz yerine getirmesi gerekiyor… Başta, en büyük kötülük olan şirkten, sonra günahlardan insanları alıkoymaları, onlara Tevhid’i ve imanı anlatarak, salih amel işlemelerine vesile ol­maları kulluk vazifelerindendir…

Kullan, kullara kul olmaktan kurtarıp, yalnızca Allah’a kul olmalarını sağlamak, muvahhid mü’minlerin vazifelerin­dendir… Bu da, onları şirk ve küfürden, isyan ve günahtan alıkoymak, iman ve salih ameli tavsiye ve emretmekle olur… Fer­din, ailenin ve toplumun, mü’min ve müslüman olabilmesi için bunun gerçekleşmesi gerektiği gibi, devamının da sağlanması lâzımdır… En küçük bir imkân bulan mü’min müslüman, gücü nisbetinde bu vazifesini yerine getirmeli, ertelememeli ve ih­mal etmemelidir… Mü’min müslümanlar, iyilik ve takva konu­su olan iyiliğin emri ve kötülükten alıkoyma çalışmasında bir­birlerine destek verip yardımlaşmahdırlar… Bu konuda aciz dü­şer ve hiç bir imkân bulamazlarsa, kendilerinden sorumluluk kalkar… O zaman yalnızca kendileriyle meşgul olur, nefislerini ıslaha çalışırlar…

Ebu Ümeyye eş-Şa’banî (rh.a.) anlatıyor:

Ebu Sa’lebe el-Huşenî (r.a.)’a:

Ya Ebu Sa’lebe, şu:

“Ey iman edenler, siz kendinize bakın[10] âyeti hakkında ne dersin? diye sordum. Ebu Sa’lebe:

Vallahi sen, bu konuda haberdar birisine sordun. Çün­kü bu âyeti ben, Rasulullah (s.a.s.) den sormuştum.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Ma’rufa uyun, kötülükten men’edin. Hatta itaat edilen cimrilik, uyulan nefsî arzu, din işlerine tercih edilen dünya, her görüş sahibinin kendi görüşünü beğenmesini gördüğünde, sa­na, kendi nefsini koruman gerek! İnsanların avamını bırak!

Sizin arkanızda sabır günleri var! O günlerde sabretmek, kor ateşi avuçlamak kadar zordur. Onlar arasında amel yapana, onun gibi amel eden elli kişinin sevabı vardır.”

Abdullah b. Mübarek (rh.a.) dedi ki:

Utbe’den başkaları bana şunu ziyade ettiler:

Ya Rasulallah, onlardan elli kişi sevabı mı? diye so­ruldu.

Rasulullah (s.a.s.):

“Sizden elli kişinin amelinin karşılığı var.” buyurdu.[11]

Mü’min müslüman bir şahsiyet, Rabbimiz Allah’ın kendisine verdiği güç-kuvvet, imkân ve fırsatlardan sorumludur… Gücü ve imkânı dahilinde çalışmak onun işidir. Gücünü ve imkânını aşan şeyler ise onun vazifesi değildir… O, gücü ve imkânının elverdiği şeyleri yapmaktan, ayrıca yapması gücünü ve imkânını aşmayan, fakat geçerli bir mazereti ol­madan yapmadıklarından hesaba çekilecektir… Eğer gücü ve imkânı dahilinde olanları yapmış ise, vazifesini yerine getir­miştir…

Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

“Artık sen, Allah yolunda savaş, kendinden başkasıyla yükümlü tutulmayacaksın. Mü’minleri hazırlayıp teşvik et. Umulur ki Alİah, küfredenlerin ağır bakılarını geri püskürtür. Allah, kahredici baskısıyla daha zorlu, acı sonuçlandırmasıyla da daha zorludur. [12]

“Rasule tebliğden başka (yükümlülük) yoktur. Allah, açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir. [13]

Allah Teâlâ, kulunu, kendisine verdiği imkân ile imtihan eder ve sorumlu tutar… Hiç kimseye çekemeyeceği yükü yük-lemez…

“Kimseye güç yetireceğinin dışında (yük ve sorumluluk) teklif edilmez.[14]

“Hiç bir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz.[15]

Her kişi, Allah Teâlâ’nm kendisine verdiği güç ve imkân nisbetinde teklife muhatabtır… O, üzerine düşen görevi hakkıy­la yapınca kurtuluşa erer…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Siz, öyle bir zamandasınız ki, sizden kendine emredile­nin onda birini terk eden kimse helak olur. Sonra bir zaman ge­lecek ki, onlardan kendisine emredilenin onda birini yapan kimse kurtulacaktır. [16]

Nefsini ıslah edip arındıran, üzerine düşen kulluk vazife­lerini yapan mü’min müslümanlar, dünyada izzet üzere bir ha­yat sürer, ahirette ise, salih kullarla beraber ebedî cennet haya­tını hak eder…

Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

“Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene,

Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).

Onu, arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur.

Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır. [17]

Temiz toplum için, nefsini arındırıp temizleyen temiz in­sanlara ihtiyaç vardır… Bu temiz, iyi ve güzel insanlar muvah­hid mü’minlerden başkası değildir!.. Katıksız iman etmiş ve salih amel üzere olan muvahhid mü’minler, hayatın her yönünü güzel ahlâklarıyla kuşatınca, toplum, iyiliğin, güzelliğin ve te­mizliğin toplumu olan Tevhid toplumu olur!..

 



[1] Mâide, 5/105. Esbâb-ı nüzulü için bkz. İmam el-Vahidî, A.g.e. Sh. 223 ve Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 9. Sh. 257.

[2] Enfal, 8/25. et-Taberî, A.g.e. C. 3, Sh. 429.

[3] İmam Malik, Muvatta’, Kitabu’l-Kelâm, Hbr. 23. Abdullah ibnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh. 304, Hbr. 1351. et-Taberî, A.g.e. C. 4, Sh. 203.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Miisned, C. 4, Sh. 192.

[4] İbn Kesir, A.g.e. C. 7, Sh. 3275. Ahmed b. Hanbel, (Müsned,      C. 6, Sh. 304)’den.

et-Taberî, A.g.e. C. 4, Sh. 203.

[5] et-Taberî, A.g.e. C. 3, Sh. 429-432.

[6] Mâide, 5/105

[7] Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4005. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B. 8, Hds. 2257. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Melahim, B. 17, Hds. 4338.

İmam Hafız Kadî Ebu Bekir Ahmed b. Ali b. İbrahim-i Emevî

Mervezî, Müsned-i Ebu BekriVSıddîk, çev. Ahmed Davudoğlu,

İst. 1981, Sh. 204-205, Hds. 86-88.

İbn Kesir, A.g.e. C. 6, Sh. 2502.

Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C. 1, Sh. 1, 5, 7, 9) ve İbn Hıbban’ın Sahih’inden.

[8] Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mace Tercemesi ve Şerhi, C. 10, Sh. 228.

[9] et-Taberî, A.g.e. C. 3, Sh. 433-434.

[10] Mâide,5/105

[11] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Mehalim, B. 17, Hds. 4341. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 6, Hds. 3250. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’1-Fiten, B. 21, Hds. 4014.

[12] Nisa, 4/84.

[13] Mâide, 5/99.

[14] Bakara, 2/233.

[15] En’am, 6/152. A’raf, 7/42.

[16] Sünen-i Tirmizî, Kitabu 1-Fiten, B. 64, Hds. 2369.

[17] Şems, 91/7-10.