SÖZÜNÜN ERİ BİR ŞAHSİYET

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:

Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riâyet edenlerdir.”[1]

Onlar, o muvahhid mü’minler, gerek yegâne Rabbleri Allah’a verdikleri, gerekse diğer kullara verdikleri sözlerinin erleri olup ahidlerinesadık ve emanetleri yerine getiren iz­zet sahibi şahsiyetlerdir… Emanete asla hiyanet etmez ve ahdine her zaman riâyet eden muvahhid mü’minler, Al­lah’dan başka rab, Rasulullah (s.a.s.)’den başka önder, İs­lâm’dan başka hayat nizamı ve Kur’ân-ı Kerîm’den başka hayat dusturu kabul etmezler.. Onların hayatlarına ege­men olan Allah’ın hükümleridir… Onlar, Rabbleri Allah’dan başkasının hükümlerine tâbi olmaz, emir ve nehylerine aldırış etmezler… Çünkü katıksız bir şekilde iman etmişler­dir ki, Rabbleri Allah’dır ve ancak Allah, onlar için şunu yapın bunu yapmayın diye emir buyurup helâl ve haram sınırlarını beyan buyurur…

Muvahhid mü’minlerin emanetlere ve ahidlerine riâyet edişlerini delilleriyle izaha çalışalım:

 


A) EMANETLERE RİÂYET

 

Rabbimiz Allah şöyle buyurdu:

Gerçek şu ki, Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar, bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar. Onu, insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.”[2]

İmam İbn Kesir (rh.a.) şunları beyan eder:

“Ali b. Ebu Talha, Abdullah İbn Abbas (r.a.)’dan.

‘Emanet’in, farzlar olduğunu söylediğini nakleder.

Allah bu farzları, göklere, yeryüzüne ve dağlara sun­muş ve onu yerine getirdikleri takdirde kendilerini sevaba, kaybettikleri takdirde azaba müstehak kılacağını bildirmiş. Onlar, bundan hoşlanmayarak, isyan etmeksizin emaneti üstlenmekten kaçınmışlar. Onlar, Allah’ın borcunu yerine getirememekten korkarak ta’zimden dolayı, bunu üstlen­mekten kaçınmışlardı.

Sonra Allah Teâlâ onu, Âdem’e sunmuş, Âdem de on­daki her şeyi kabul etmiştir. İşte Allah Teâlâ’nın:

Onu, insan yüklendi. Doğrusu insan pek zalim ve pek  cahil oldu.’ kavlinin mânâsı budur.”[3]

Muhammed Ali es-Sabunî, “Emanet Ayeti” ile ilgili âlimlerin görüşlerini özet olarak şöyle kaydeder:

“Biz, farzları ve şer’î teklifleri göklere, yere ve oturmuş dağlara arzettik. Fakat onlar, bu emaneti yüklenmeyi kabul etmediler. Ağırlığından ve şiddetinden korktular. Bundan maksad, emanetin büyüklüğünü ve yükün ağırlığını tasvir etmektir.

Ebu’s-Suud şöyle dedi:

– Yani, bu emanetin şanı o kadar yücedir ki, kuvvet ve sağlamlıkta darb-ı mesel olan o büyük cisimler, emaneti gözetecek şuur ve idrake sahib olsalar ve bununla mükellef kılınsalardı, kabul etmezler ve bundan kaçınırlardı.

İbn Cüzeyy şöyle der:

– Emanet, itaatlere sarılmak ve masiyetleri terk etmek gibi şer’î tekliflerdir. Bir görüşe göre, malî emanettir. Sahih olan, tekliflerin umumî olmasıdır. Emanetlerin arzedilmesi, iki türlü tefsir edilebilir:

Biri, Allah, bu varlıklar için anlayış melekesi yaratmış ve emanetler hakikî mânâda onlara verilmiş, fakat onlar, bundan korkmuş ve bunu yüklenmekten kaçınmışlardır.

Diğeri ise, bundan maksad, emanetin şanını yüceltmek ve onun ağır bir sorumluluk olduğunu vurgulamaktır.

Şöyle ki:

Eğer bu emanet, göklere, yere ve dağlara yüklenseydi bunlar, mutlaka onu yüklenmeyi kabul etmez ve ondan korkarlardı. Bu, bir nev’i mecazdır. Bu senin şu sözüne benzer:

Büyük yükü, hayvana yükledim. Fakat o, taşımayı kabul etmedi. Bundan maksad, hayvan onu taşıyamadı, demektir.

“İnsan, o emaneti yüklendi. Şübhesiz o, nefse çok zul­medici, işlerin sonucu hususunda da çok cahildir.”

İbnu’l-Cevzî şöyle der:

– Yüce Allah, “Kabul etmediler” sözüyle, onların mu­halefet ettiklerini kasdetmedi. Onlar, sadece korktukları için kabul  etmediler. Çünkü emaneti arz, zarurî değil, ihtiyarî idi.”[4]

Abdullah ibn Amr (r.a.) şöyle söylemiş:

– Dört haslet vardır ki, sana bunlar verildiği zaman, dünyadan (sahib olmadığın) senden ayrılan şeyler sana zarar vermez:

Güzel ahlak,

Harama götürmeyen helâl lokma,

(Yalan karışmayan) doğru söz,

Emaneti korumak (ve gözetmek).[5]

Ebu’d-Derda (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allah’a imanla beraber şu beş şeyi yapan cennete gi­rer:

Abdesti güzel alarak, rükû ve secdesine dikkat ederek beş vakit namazı kılmak.

Malının temiz kısmından zekatı vermek.

Güç yetirebiliyorsa hacca gitmek.

Ramazan orucunu tutmak.

Emanete riâyet etmek.”[6]

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Şübhesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiblerine) tes­lim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde ada­letle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.”[7]

İmam Kurtubî (rh.a.) şunu beyan eder:

“Ayet-i kerimenin herkes hakkında umumî olduğunu söyleyenler arasında, el-Berâ b. Âzib, İbn Mes’ud, İbn Abbas ve Ubey b. Ka’b da vardır.

Onlar şöyle derler:

– Emanet, her şey hakkında söz konusudur. Abdestte, namazda, zekatta, cünüplükte, oruçta, ölçüde, tartıda, vadialarda (emanet bırakılan şeylerde).

İbn Abbas ayrıca der ki:

– Yüce Allah, varlıklı olsun, eli dar olsun, hiçbir kim­seye emaneti (istediği hâlde) yanında alıkoymasına müsa­ade etmemiştir.

Derim ki:

– İşte bu, bir icmâdır.

Yine icmâ ile şunu kabul etmişlerdir ki:

Emanetler, sahiblerine -iyi kimseler olsunlar, facir kim­seler olsunlar- mutlaka geri verilir.

Bunu, Îbnü’l-Munzir şöylemiştir.”[8]

İbn Mes’ud (r.a.) şöyle anlatır:

Allah yolunda savaşmak, bütün günahları affettirir. Fakat emanete hiyaneti affettirmez. Emanete hiyanet eden kul, -Allah yolunda öldürülse bile- kıyamet günü yakala­nır:

– (Dünyada hiyanet ettiğin) emaneti sahibine ver, deni­lir.

Bu işler karşısında şaşkına dönen zavallı:

– Rabbim, bunu, nasıl yapabilirim? Dünya hayatı gitti, her şey orada kaldı, der.

Bunun üzerine:

– Götürün bunu, cehennemin derinlerine atın, denilir.

Hemen götürülür, cehenneme atılır. Sahibine vermediği emanet, dünyada olduğu gibi karşısına çıkar. Onu görünce tanır, peşinden koşar, ulaşır, onu omuzuna alır. Onunla cehennemden çıkacağını sanır. O sırada omuzundan düşer. O da, peşinden -nihayeti olmayan- uçuruma yuvarlar.

Abdullah, hadise devam ederek der ki:

– Namaz bir emanettir. Abdest de bir emanettir. (Na­mazı kılmayan, hiyanet etmiş olur). Tartı ve ölçü de ema­nettir. (Alış-verişte hile yapan, hiyanet etmiş olur.)

Abdullah, başka şeyler de saydıktan sonra:

– Bunların en önemlileri de, emanet bırakılan şeylerdir, dedi.

Zazan der ki:

– Bunları işttikten sonra el-Berâ b. Âzib’e giderek:

– Bak, Abdullah b. Mes’ud neler söylüyor?! dedim.

O da:

– Doğru söylüyor. Allah’ın:

“Emanetleri mutlaka sahiblerine teslim etmenizi emre­diyor.” (Nisa, 4/58) buyurduğunu işitmedin mi? dedi.[9]

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), bir A’rabî’nin sorusuna cevab ola­rak:

“Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle!” bu­yurdu.

A’rabî:

– Emaneti zayi etmek nasıl olur ya Rasulullah? diye tekrar sorunca:

“İş, ehli olmayan kimseye havale edilip dayandırıldığı zaman kıyameti bekle!” buyurdu.[10]

Huzeyfe ibnu’l-Yeman (r.anhuma) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), bize iki hâdise haber verdi. Bunlar­dan birisini gördüm, diğerini de görmeyi gözlüyorum. Rasulullah, bana (emanetin nasıl indirildiğini şöyle) haber verdi:

“Emanet (yani, din duyguları, adalet ve emniyet um­deleri ilk önce) salih kimselerin gönüllerinin derinliğine indi. (Böylece emanet, fıtrî oldu.) Sonra o kullar, Kur’ân’dan bilgi aldılar, sonra Sünnet’ten bilgi aldılar, (bu da, kesbî oldu).”

Rasulullah bize, emanetin geri kaldırılmasını da haber verip şöyle buyurdu:

“(Fıtrî ve kesbî duygular sahibi olan,) bilgili kişi, bir uyku uyur, o, uyurken emanet kalbinden silinip alınır da, emanetin eseri (izi-yeri) rengi uçuk bir nokta hâlinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o bilgin kişi, bir uyku daha uyurken emanetin (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeride balta sallayan bir işçinin avucundaki kabarcık gibi kalır (bir zaman sonra o da, söner gider). Şu hâlde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşen bir ateş parçasının düştüğü yeri şişirip senin onu, bir kabarcık şeklinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkda (bedenin hayatı üzerinde tesirli) bir şey yoktur. (Bir zaman sonra söner gider.)

Şu vaziyette halk, birbirleriyle alış-veriş etmek ve me­denî münasebette bulunmak için (müşkil bir günün) saba­hına erişmiş bulunur. Hiçbir kimse emaneti edâ etmek im­kânını bulamaz.

Şöyle ki:

Bazan:

– Falan oğulları içinde emin bir kimse vardır (emaneti ona verelim), denilir.

Bazan birisinin lehine:

– O, ne akıllıdır, ne tedbirlidir. O, ne zerafetli zattır, o, ne kahramandır, diye şehadet olunur.

Halbuki hakkında propaganda yapılan  şahsın kalbinde hardal tanesi kadar imandan bir eser yoktur.”

Huzeyfe dedi ki:

Bana öyle bir zaman karşı geldi (öyle bir zamanda ya­şadım) ki, o (saadetli ve emanetli) devirde ben kiminle alış-veriş edeceğim diye tasalanmazdım. Çünkü medenî müna­sebette bulunacağım kimse müslümansa, onu, İslâm Dini (bana hiyanet etmekten) men ederdi. Eğer Hıristiyan (ve Yahudî) ise, onu, bulunduğu yerin valisi, hiyanetten men ederdi. (Bu suretle o devirde umumî bir emniyet vardı.) Bugün ise, ben, fulan fulandan başka kimse ile alış-veriş edemez oldum.[11]

Dünyanın en hayırlı ve en faziletli neslinin yaşadığı “Asr-ı Saadet”te yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.) ile yaşamış, Rasulullah (s.a.s.)’in vefatından sonra “Hulafau’r-Raşidîn” dönemini idrak etmiş olan Ashab-ı Kiram’ın önden gelenlerinden Huzeyfe b. el-Yemen (r.anhuma), yaşadığı zamanı için böyle olumsuz şeylerden bahsediyorsa, ondan sonra gelen zamanlara çok dikkat etmek gerekiyor!.. “El-Emin” olan bir Peygamberin merhamet olunmuş ümmeti­nin her muvahhid mü’min ferdi emanete riâyet konusunda çok hassas olmalıdır!..

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Emaneti, sana emanet eden kişiye ver ve sana hiyanet edene sen, hiyanet etme!”[12]

İbn Mes’ud (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Kendisiyle istişare edilen kişi, güvenilir bir kimse­dir.”[13]

Mü’min müslüman bir şahsiyet, “el-Emin” olan Rasulullah (s.a.s.)’in varisi olduğu için “el-Emin” sıfatına sahib birisidir… Onun yanına emanet eşya bırakanlar, Mekke müşriklerinin Rasulullah (s.a.s.)’e ihanet edip canına kasdettikleri gibi kendisine ihanet ederlerse bile o, onların emanetlerine asla ihanet etmemeli ve sahiblerine vermeli­dir… Yaşadığı toplumda “Emin” bir insan olarak bilinip kabul edildiği için insanlar, özel ve gizli meselelerini kendi­sine açar, onun bilgisinden firasetli, basiretli ve isabetli gö­rüşlerinden faydalanmak isterler… İnsanların kendisiyle istişare ederken, onun yanına bıraktıkları sırlarını iyi sak­lamalı, o sırları başkalarına açmamalıdır…

Muvahhid mü’minler, her hakkı, olduğu gibi hak sahi­bine teslim eden şahsiyetlerdir… Hak sahibinin izni olma­dan, onun hakkından bir başkasına vermek mümkün de­ğildir… Çünkü emanetçi, kendisine emanet edilen eşyayı korumak ve ona hiçbir zarar getirmemekle mükelleftir…

Ebu Umame (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Şübhesiz Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir. Varise vasiyet yoktur. Kadın, kocasının izni olmadan evin­den hiçbir şey sarfedemez.”

– Ya Rasululah, yemek de veremez mi? denildi.

“O, bizim en değerli malımızdır (veremez).” buyurdu.

Sonra da:

“Âriyet (ödünç şey) ödenir, minha (gelirini alıp iade etmek üzere alınan tarla, hayvan ve ağaç) geri verilir, borç ödenir, kefil borçludur.” buyurdu.[14]

Dârakutnî ise, şunu ilave etmektedir:

Bunun üzerine bir adam:

– Peki, ya Allah’ın ahdi? diye sordu.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allah’ın ahdi eksiksiz olarak yerine getirilen şeyler arasında buna en layık olandır.”[15]

Rabbimiz Allah şöyle buyurur.

Onlar kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyen) riâyet edenlerdir.

Şahidliklerinde dosdoğru davrananlardır.

Namazlarını (titizlikle) koruyanlardır.

İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır.[16]

“Eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güven du­yulan, Rabbi olan Allah’dan sakınsın da emanetini öde­sin.”[17]

Ey iman edenler, Allah’a ve Rasulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.”[18]

Bir peygamber için hainlik etmek olur şey değil! Kim hainlik ederse, kıyamet günü, o hiyanet ettiği şey ile gelir. Sonra herkese ne kazandıysa eksiksiz ödenir, o gün onlara zulmedilmez.”[19]

İbn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:

Bir peygamber için hainlik etmek olur şey değil!” ayeti, Bedir günü aranan (yitik) bir kırmızı kadife hakkında nâzil olmuştur.

Bazı kişilerin:

– Belki onu, Rasulullah (s.a.s.) aldı! demeleri üzerine Allah (c.c.):

Bir peygamber için hainlik etmek olur şey değil!” aye­tini indirildi.[20]

İmam Kurtubî (rh.a.) şunları kaydeder:

Kim böyle hainlik ederse, kıyamet günü hainlik ettiği şey ile gelir.” buyruğu, şu demektir:

Yani o kimse, hainlik ettiği şeyi sırtında ve boynunda taşıyarak, onu taşımakla ve ağırlığıyla kendisine azab olu­narak, sesinden dolayı dehşete düşmüş olarak, herkesin gözü önünde hainliği açığa çıkarılmak sûretiyle azarlana­rak gelecektir.

Yüce Allah’ın, hiyanette bulunan kimseyi bu şekilde rezil etmesi, sözünde durmamak ve benzeri hainliklerde (gadr) bulunmuş kimseleri rezil etmesine benzemektedir. Bu şekilde hainlik eden kimselerin, hainlikleri oranında ar­kalarında bir sancak dikilecektir.

İşte şanı yüce Allah, bu cezalandırmaları, insanların alışageldikleri ve anlayabilecekleri şekilde takdir buyur­muştur.”[21]

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Bir keresinde Rasulullah (s.a.s.), içimizde ayağa kalktı da ganimet ve millet malına hainlik hakkında söz söyledi. Ve hainliğin günahını büyüttü. Hainlik işinin ve hükmü­nün büyüklüğünü belirtti de şöyle buyurdu:

“Sakın sizden birinizi kıyamet gününde omuzunda meleyen bir koyunla, öbürünü omuzunda homurdayan bir at ile bulmayayım.

O sırada o kimse bana:

– Ya Rasulullah, bana yardım et, der.

Ben de, ona:

– Sana hiçbir şey yapmaya (yani şefaat etmeye) malik değilim. Ben, sana (dünyada iken Allah’ın hükmünü) tebliğ ettim, diye cevab vereceğim.

Birine de, omuzunda böğüren bir sığır olduğu hâlde rast gelmeyeyim. Öylesi de:

– Ya Rasulullah, bana imdad eyle, der.

Ben de, ona:

– Sana, hiçbir şefaat eylemeye malik değilim. Ben, sana (dünyada) Allah’ın hükmünü tebliğ ettim, derim.

Bir başkasını da omuzunda altın, gümüş yüklü bul­mayayım.

Öylesi de:

– Ya Rasulullah, bana yardım et, der.

Ben de, ona:

– Sana hiçbir yardım yapmaya malik değilim. Ben, sana dünyada iken Allah’ın hükmünü tebliğ ettim, derim.

Bir diğerini üzerinde ganimet elbisesini yeldirir hâlde bulmayayım.

O da:

– Ya Rasulullah, bana yardım et, der.

Ben de, ona:

– Sana, hiçbir yardım yapmaya malik değilim. Ben, sana tebliğ etmiştim, derim.”[22]

Sabit naklediyor:

Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Ben, çocuklarla oynarken Rasulullah (s.a.s.) yanıma geldi. Bize selâm verdi ve beni bir hacete gönderdi. Bu sebeble annemin yanına dönmekte geçiktim. (Eve) geldiğim vakit annem:

– Niye geciktin? diye sordu.

– Beni, Rasulullah (s.a.s.),  bir hacete gönderdi, dedim.

– Haceti ne imiş? diye sordu.

– O, sırdır, dedim.

– Sakın Rasulullah (s.a.s.)’in sırrını kimseye söyleme, dedi.

Enes:

– Vallahi, bunu, bir kimseye söyleyecek olsam sana söylerdim ya Sabit! demiş.[23]

İbn Ömer (r.anhuma)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah (Azze ve Celle) bir kulu, helâk etmeyi dilediği zaman ondan hayayı söküp alır. Sonra ondan hayayı sö­küp alınca sen o kula, (herkesce) ancak çok menfur olarak rastlarsın. Sonra sen ona, ancak çok menfur olduğu hâlde raslayınca on(un kalbin)den emanet sökülüp alınmış olur. O herif(in kalbin)den emanet çekilip çıkarılınca da sen ona, ancak hiyanetçi olarak ve herkesin nazarında hiyanetle meşhur olduğu hâlde rastlarsın. Sen ona, ancak hiyanetkâr bir hainlikle meşhur olarak rastlayınca onun kalbinden rahmet çekilip çıkarılır. Onun kalbinden rahmet sökülüp alınınca da sen ona, ancak kovulmuş, lânetlenmiş olarak rastlarsın. Sonra sen ona, ancak kovulmuş, lânetlenmiş olarak rastlayınca ondan İslâmiyet bağı çözülüp alınır.”[24]

Ebu Hüreyre (r.a)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Münafığın alâmeti üçtür:

Söz söylerken yalan söyler.

Va’dettiği vakit sözünde durmaz.

Kendisine bir  şey emniyet edildiği zaman, hiyanet eder.”[25]

Abdullah ibn Amr (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.)şöyle buyurdu:

“Dört şey her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir huy kalmış olur.

Bunlar, şunlardır:

Kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hiyanet et­mek.

Söz söylerken yalan söylemek.

Ahd ettiğinde ahdini tutmamak.

Husumet (düşmanlık/kavga) zamanında da haktan ayrılmak.”[26]

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.) beyanlarında apa­çık izah ettiği gibi, emanete ihanet etmek münafıklığın alâmetlerinden bir alâmettir ki, muvahhid mü’minler ile bu alâmet arasında yer ile gök arası kadar mesafe olmalıdır… Çünkü hakikî iman, böyle bir hatalı hâlin en büyük engeli­dir… İman sahibi mü’min müslümanlar, bu duruma düş­memeli ve her anlarında kendilerini böyle bir duruma düş­memek için iman kontrolünden geçirmelidirler…

İmrân İbnu’l-Huseyn (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdular:

“Sizin en hayırlı olanınız, benim asrımda yaşayanınız­dır. Sonra onların ardından gelenlerdir. Sonra onların ar­dından gelenlerdir.”

İmrân:

– Ben, Rasulullah’ın kendi asrından sonra hayırlı nesil­ler olarak iki nesil mi, yahud üç nesil mi zikrettiğini bilmi­yorum, demiştir.

Rasulullah (s.a.s.) devamla şöyle buyurmuştur:

“Onlardan sonra öyle bir kavim olur ki, onlar, kendile­rinden şahidlik istenilmeden şahidlik yaparlar, hiyanet ederler, bunlara güvenilmez. Bunlar, nezrederler, fakat ne­zirlerini ifâ etmezler. Bunlar arasında (çok yemek yemek) semizlik, şişmanlık meydana çıkar (hayatın gayesi bu olur).”[27]

Emirü’l-mü’minin İmam Ömer b. Hattab (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.)şöyle buyurur:

“İnsanlardan ilk kaldırılacak şey emanettir. Son kalka­cak olan da namazdır. Nice namaz kılanlar vardır ki, ken­dilerinde hayır yoktur.”[28]

İbn Ömer (r.anhuma)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Emanete riâyet etmeyenin imanı yoktur.”[29]

Cabir b. Abdullah (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Bir kimse, bir söz söyleyip sonra (acaba başka duyan oldu mu dercesine) iki tarafına baktığı zaman bu söz, (din­leyenlere) emanettir.”[30]

Cabir b. Abdullah (r.anhuma)’dan.

“Üç meclis hariç, bütün meclisler(de yapılan, konuşu­lan şeyler) emanettir.

Hariç olanlar:

1) Haram olan bir kan akıtılmışsa.

2)          Haram olan bir iffete tecavüz edilmişse.

3)          Haksız yere yol kesilmiş, bir mal alınmışsa.”[31]

Bu meclislerde konuşulan, ihanet ve zulüm planlarını, hâl ve hareketlerini yetkili merciî ve kişilere duyurmak sa­kıncalı olmadığı gibi, ihanet ve zulmü engellemek konu­sunda her mü’min müslümanın vazifesidir…

Emirü’l-mü’minin İmam Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle demiştir:

– Bir adamın tantanası (yüksekten atıp övünmesi), sizi hayrete düşürmesin. Fakat kim, emaneti yerine getirir ve insanların mal ve namusundan elini çekerse (olgun) adam olur.[32]

 

B) AHİDLERE RİÂYET

 

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:

Ahidleştiğiniz zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Çünkü Allah’ı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şübhesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.

Bir ümmet, diğer bir ümmetten (sayıca ve malca) daha gelişkindir diye, yeminlerinizi kendi aranızda bir bozuculuk unsuru yaparak, ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup çözen (kadın) gibi olmayın. Şübhesiz Allah, sizi bununla imtihan etmektedir. kıyamet günü hakkında ihtilafa düş­tüğünüz şeyi size muhakkak açıklayacaktır.”[33]

İmam Fahruddîn er-Râzî (rh.a.), bu ayetlerin tefsirinde şöyle diyor:

“Âlimler ‘Allah’ın ahdi’nin ne demek olduğu husu­sunda şu izahları yapmışlardır.

1) Keşşâf sahibi söyle der:

Allah’ın ahdi, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e müslüman ol­mak üzere biat etmektir. Çünkü Cenab-ı Hak:

Gerçekten sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların elleri üstündedir.” (Fetih, 48/10) buyurmuştur.

Yani, o biatı pekiştirdikten sonra biat yeminlerini boz­mayınız. Yani onu, Allah’ın adını anarak sağlama bağla­dıktan sonra, demektir.

2) Bununla insanın kendi ihtiyarı ve seçmesi ile üstlen­diği her söz kasdedilmiştir. Nitekim ibn Abbas:

– Söz verme, va’d de bir ahiddir, derken,

Meymûn ibn Mihrân da:

– Kiminle sözleştimse, ister müslüman, ister kâfir ol­sun, o sözü yerine getirdi. Ahd, ancak Allah’a aiddir, de­miştir.

3) Ebu Bekr el-Esamm:

– Bununla, cihad ve Allah’ın, mallardan farz kılmış ol­duğu zekat kasdedilmiştir, der.”[34]

İmam Kurtubî (rh.a.) şunları beyan etmiştir:

“Bu ayet-i kerime, yemin eden, ahidleşen ve ahdini sağlamlaştırıp pekiştirdikten sonra bozan kimseyi, yününü eğirip sağlam bir şekilde büktükten sonra çözen kadının durumuna benzetmektedir.

Rivayet olunduğuna göre Mekke’de, Amr b. Ka’b b. Sa’d b. Teym b. Mürre kızı Rayta diye bilinen ahmak bir kadın varmış. Ve bu kadın, bu şekilde yaparmış. İşte bu benzetme onadır. Bu açıklamayı, el-Ferra yapmıştır. Ab­dullah b. Kesir ve Süddî de bunu, nakletmekle birlikte, ka­dının adını vermemişlerdir.

Mücahid ve Katade ise:

– Bu, bir misaldir. Yoksa muayyen bir kadın ile ilgisi yoktur, demişlerdir.”[35]

Mekke Fethi’nden önce umre yapmak üzere gelen Rasulullah (s.a.s.) ve Ashab-ı Kiram, Hudeybiye denilen yerde engellendiler… Mekke şirk devletinin tağutları onları Mekke’ye sokmadılar… Rasulullah (s.a.s.), müşriklere karşı cihad etmek üzere Ashab’dan bey’at aldı…[36]“Beyatu’r-Rıd­van” denilen  bu bey’at olayı için Rabbimiz Allah şöyle bu­yurur:

Şübhesiz sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmiş­lerdir. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu hâlde kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahdine vefâ gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir.”[37]

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Her kim Allah yolunda kılıcını sıyırırsa, şübhesiz Al­lah’a biat etmiştir.”[38]

Allah yolunda kılıcını kınından sıyıran mü’min müslüman kişi, Allah ile bey’at etmiş ve ahd eylemiştir… Bundan dolayı o sıyırdığı kılıcı, Allah’ın emrettiği ve rıza gösterdiği şekilde kullanmalıdır… Her konuda olduğu gibi, bu konuda da bey’atın şartlarına uymalı ve yaptığı ahdi yerine getirmelidir… Bu olay gibi, her kim, “Hacerü’l-Esved’e” yönelir, onu istilâm ederse, Allah’a yönelmiş, yani Rabbi Allah ile bey’atlaşmıştır, O’na ahdini tazelemiş olur… Muvahhid mü’min şahsiyet, verdiği ahde ve yaptığı bey’ate sahib çıkan kişidir…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Kim Hacerü’l-Esved’e yönelirse, şübhesiz o kimse, Rahman (olan Allah)’a yönelmiş (yani O’na bey’at ve ahid etmiş) olur.”[39]

İbn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), Hacerü’l-Esved hakkında şöyle bu­yurdu:

“Allah’a yemin ederim ki, Allah O’na, kıyamet günü bakacağı iki gözü, konuşacağı lisanı olduğu hâlde haşredecek ve O da, gerçekten O’nu istilâm edenler hak­kında şehadette bulunacaktır.

Kim Hacerü’l-Esved’i istilâm etmişse, şübhesiz Allah’a biat etmiştir.”

Sonra Rasulullah (s.a.s.):

Muhakkak ki, sana biat edenler, ancak Allah’a biat


etmişlerdir. Allah’ın eli, onların elleri üstündedir.” (Fetih, 48/10) ayetini tilavet buyurmuştur.[40]

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Hayır, kim ahdine vefâ eder ve sakınırsa, şübhesiz Al­lah da sakınanları sever.

Allah’ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık sa­tanlar… İşte onlar, onlar için ahirette hiçbir pay yoktur. kıyamet gününde Allah, onlarla konuşmaz, onları gözet-mez (onlara bakmaz) ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab vardır.”[41]

Ebu Umame (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Her kim yemini ile bir müslümanın hakkını elinden alırsa, o kimseyi Allah, cehennemi vacib kılmış, cenneti de haram etmiş demektir.”

Bunun üzerine bir zat:

– Pek az bir şey olsa da mı ya Rasulullah? dedi.

Rasulullah (s.a.s.):

“Misvak ağacından bir çubuk dahi olsa (yine böyle­dir).” buyurdular.[42]

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Ki (bunlar/fasıklar) Allah’ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar. Allah’ın kendisiyle birleştiril­mesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır.”[43]

İmam Kurtubî (rh.a.), bu ayetin tefsirinde şu tesbiti gündeme getiriyor:

“Bu ayet-i kerime, ahde vefâ gösterip ona bağlı kal­maya, aynı şekilde kişinin bağlı kalmakla kendisini yü­kümlü tuttuğu caiz olan her türlü ahdi bozmanın helâl olmadığına bir delildir. Bu ahidlerin, müslüman ile müslü-man olmayan arasında olması fark etmez. Çünkü yüce Allah ahdini bozan kimseyi burada yermiştir.

Ayrıca:

Ahidlerinizi eksiksiz olarak yerine getiriniz.” (Maide, 5/1) diye buyurduğu gibi, Peygamberine de şu emri vermiştir:

Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, adalet üzere (ahidlerini gerisin geri) kendilerine at.” (Enfal,8/58) diye buyurarak, ahdinde durmamayı yasaklamıştır. Ahdinde durmamak ise, ancak verilen sözü bozmakla olur.”[44]

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Ahde vefâ gösterin. Çünkü ahid, bir sorumluluk­tur.”[45]

İmam Kurtubî (rh.a.) şöyle diyor:

“ez-Zeccac der ki:

– Allah’ın emrettiği ve yasakladığı her bir şey, ahdin kapsamı içerisinde yer alır.

Denildiğine göre, ahde dair sorgulama, onu bozan kim­seleri azarlamak için yapılacaktır.

Ona:

– Sen, ahdini bozdun ha? denilecektir.

Nitekim kız çocuğunu diri diri gömene azarlamak için sorulacağı gibi.”[46]

Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Hani Rabbin İbrahim’i bir takım kelimelerle deneme­den geçirmişti. O da, bunları tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah, İbrahim’e:) ‘Seni şübhesiz insanlara imam yapacağım’ demişti. (İbrahim:) ‘Ya soyumdan olanlar?’ deyince (Allah:) ‘Zalimler, Benim ahdime erişemez’ de­mişti.”[47]

İmam Kurtubî (rh.a.) şunları beyan eder:

“Allah’ın ahdi, O’nun verdiği emirler olduğuna göre, ‘Zalimler, ahdime erişmez’ buyruğunun anlamı şöyle olur:

Zalimlerin, kendilerinden Allah’ın emirlerinin kabul edileceği ve emirlerini uygulamakla görevli olacakları bir konuma gelmeleri caiz değildir.

Ma’mer, Katade’den yüce Allah’ın:

Zalimler, ahdime erişmez’ buyruğunu açıklarken şunları söylemektedir:

– Ahirette, Allah’ın ahdi zalimlere erişmeyecektir. Dünya da ise, Allah’ın ahdine zalim erişmiştir. Ve bu ahid sayesinde o, güvenlik kazanmış, yemek yemiş, yaşamış ve çevresini görebilmiştir.

Ez-Zeccac der ki:

– Bu, güzel bir açıklamadır. Bunun anlamı, ‘Benim emanım, zalimlere erişmez’ şeklindedir. Yani ben, onlara azabımdan yana güven vermem, demek olur.”[48]

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:

Mü’minlerin arasında Allah’a verdikleri sözde içten­likle sebat gösteren nice yiğitler vardır. Onlardan kimisi, adağını yerine getirdi, kimisi de beklemektedir. Onlar, hiçbir şeyi değiştirmemişlerdir.

Çünkü Allah, doğru olanları doğrulukları sebebiyle mükâfatlandıracak, münafıkları da dilerse azablandıracak veya tevbelerini kabul edecek. Muhakkak Allah, çok bağış­layandır, rahmet edendir.”[49]

Bu ayetin, nüzûl sebebi olarak şu olay anlatılır:

Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Amcam Enes ibnu’n-Nadr, Bedir Harbi’nde uzakta bu­lunmuş ve savaşa katılamamıştı.

Bunun için O:

– Ya Rasulullah, müşriklerle yaptığın ilk savaştan uzakta bulundum. Yemin olsun, eğer Allah beni, müşrikler harbinde hazır bulundurursa, ne yapacağımı Allah, mu­hakkak insanlara gösterecektir, demişti.

Uhud Günü gelip de müslümanlar cephesi açılınca, Enes ibnu’n-Nadr:

– Ya Allah, ben Sen’den şunların, yani Rasulullah’ın sahabîlerinin yaptıkları bozulma ve kaçma suçundan do­layı özür ve bahanelerinin kabulunu isterim.

Şunların, yani müşriklerin Rasulullah’a karşı yaptık­ları harbten ve cinayetten de Sana sığınırım, dedi.

Sonra (müşriklere doğru) ilerledi.

Bu sırada Enes ibnu’n-Nadr’a, Sad ibn Muaz rast geldi.

Enes ibnu’n-Nadr, O’na:

– Ya Sad ibn Muaz, ben, cennet istiyorum. Ve Nadr’ın Rabbine yemin ederim ki, ben, cennetin kokusunu Uhud’un berisinden hissedip buluyorum, dedi.

Sad ibn Muaz, Rasulullah’a:

– Ya Rasulullah, ben, İbnu’n-Nadr’ın düşmanlara karşı yaptığı harika kahramanlıkları anlatmaya muktedir deği­lim, dedi.

Enes b. Malik (Sad ibn Muaz’ı te’yid ederek) şöyle de­miştir:

– Biz, Enes ibnu’n-Nadr’ı şehid edilmiş hâlde bulduğu­muzda, O’nun bedeninde kılıç darbesi, yahud mızrak dürtmesi veya ok saplaması olarak seksenden fazla yara bulduk. Müşrikler, bu mücahidin burnunu, kulaklarını ve diğer bazı uzuvlarını kesmek ve gözlerini oymak sûretiyle müsle, yani işkence etmişlerdi. Bu sebeble O’nu hiçbir kimse tanıyamadı da ancak kız kardeşi (halam) O’nu par­maklarının ucuyla tanıyabildi.

Yine Enes b. Malik dedi ki:

– Biz, şu ayetin, Enes ibnu’n-Nadr ile benzerleri hak­kında indiğini düşünür, yahud zannederdik:

Müminlerin arasında Allah’a verdikleri sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardır.” (Ahzab, 33/23)[50]

Müminlerin arasında Allah’a vermiş olduğu ahdinin gereğini yerine getirenler olduğu gibi, ahdine sadık kalıp zamanı geldiğinde ahdinin gereğini yerine getirmeye hazır nice yiğit kahramanlar vardır… Onlar, Rabbleri Allah’a ver-dikleri ahidde ve mü’minlerden yetkili mercilerde bulunan­larla yaptıkları bey’atta hiçbir değişiklik yapmamışlardır… Onlar, sözlerinin eri, muvahhid mü’minlerdir… Onlar, sözlerini fiil hâline getirip, hâl ve hareketleriyle ahidlerine sa-dakiyetlerini isbat etmiş olan muttaki müslümanlardır.. Her nerede olursa olsunlar ve hangi ortamda, hangi şart­larda bulunurlarsa bulunsunlar, yaptıkları ahidlerine bağlı izzet sahibi şahsiyetlerdir… Onlar, ahidlerinden asla dön­meyen ve sabırla ahidlerine bağlı kalmaya çalışan kişiler­dir… Mü’min olmuş bir kalbin ve müslüman olmuş bir beynin sahibi mü’min müslüman şahsiyetin yapacağı en önemli vazifesi, Rabbi Allah’a verdiği “Misak” sözüne ve mü’minlerin emirine yaptığı ahdine sadık olmasıdır… Dünya hayatında zilletten kurtulup izzete kavuşmanın ve ahirette ise, cennete girmenin şartı ve yolu budur…

Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

Size ne oluyor ki, Rasul sizi, Rabbinize iman etmeye çağırıp dururken Allah’a iman etmiyorsunuz? Oysa O, sizden kesin bir söz almıştı. Eğer mü’min iseniz (inanıp sözünüzü gerçekleştirin).”[51]

Hani Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetle­rini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: ‘Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şahid olduk, demişlerdi. (Bu,) kıyamet günü: ‘Biz, bundan habersizdik.’ dememeniz içindir.

Ya da: ‘Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise, onlardan sonra gelme bir kuşağız. İşleri batıl olan­ların yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edeceksin? deme­meniz için.

İşte Biz, ayetleri böyle birer birer açıklarız, umulur ki, dönerler.”[52]

Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve: ‘İşittik ve itaat ettik’ dediğinizde sizi, kendisiyle bağladığı sözünü (Misakını) anın. Allah’dan korkup sakının. Şübhesiz Allah, sinelerin özünde olanı bilendir.”[53]

Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi hatırlayın ve ahdime bağlı kalın ki, Ben de ahdinize bağlı kalayım. Ve yalnızca Benden korkun.”[54]

Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas’ın, Allah Teâlâ’nın veİsrailoğlu’nun ahdini şöyle rivayet ettiğini zikretmiştir:

– Muhammed size geldiği zaman, O’na iman etmenize dair sizden aldığım ahdimi yerine getirin ki, ben de, Mu­hammed’i tasdik edip O’na uymanızla daha önce işledi­ğiniz günahları affedeceğime dair va’dımı yerine getireyim.

Rebi’ b. Enes, Ebu’l-Âliye’nin bu ayeti şöyle izah etti­ğini rivayet etmiştir:

– İslâm Dini’ne uyacağınıza dair sizden aldığım ahdi yerine getirin ki ben de, size va’dettiğim cenneti vereyim.

Süddî ise, şöyle izah etmiştir:

– Benim size, kitabta emrettiğim hükümleri yerine ge­tirin ki, ben de size, itaat etmeniz hâlinde cennete koyaca­ğıma dair olan va’dımı yerine getireyim.

Dahhak ise, Abdullah b. Abbas’ın bu ayeti şöyle izah ettiğini rivayet etmiştir:

– Size emrettiğim hususlarda bana itaat edip, yasakla­dığım hususlardan kaçınarak emirlerimi yerine getirin ki, ben de sizden razı olayım ve sizi, va’dettiğim cennete koya­yım.[55]

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri ke­sin sözü (Misak’ı) bozmazlar.

Ve onlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştı­rırlar. Rabblerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesabtan korkarlar.

Ve onlar, Rabblerinin yüzünü (hoşnudluğunu) isteye­rek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötü­lüğü iyilikle savarlar.İşte bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret mutluluğu) onlar içindir.

Onlar, Adn cennetlerine girerler. Babalarından, eşlerin­den ve soylarından salih davranışlarda bulunanlar da (Adn cennetlerine girer). Melekler, onlara her bir kapıdan girip (şöyle derler):

‘Sabretmenize karşılık selâm size. (Dünya) yurdun (un) sonu ne güzel.’

Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar, işte  onlar, lânet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir.”[56]

Ey iman edenler, akidleri yerine getirin.”[57]

Enes (r.a.)‘ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Emanı (güvenirliği) olmayanın (kâmil) imanı yoktur, ahdine sadakatı olmayanın dini (dine bağlılığı) yoktur.”[58]

Himyer (Kabilesin)’den olan Süleym b. Amir anlatıyor:

Muaviye ile Rum(lar) arasında bir (sulh) anlaşması vardı. (Muaviye, bu anlaşma süresi sona ermeden önce) Rumların ülkesine doğru yola çıkmıştı. Sulh (süresi) sona erince onlarla savaşacaktı.

Derken:

– Allahu Ekber, Allahu Ekber (hayret doğrusu size) hiyanet (etmeniz) değil, (ahde) vefâ (etmeniz gerekir), di­yerek at üstünde veya Acem atı üzerinde bir adam çıka­geldi. Bir de baktılar ki (bu adam) Amr b. Absete (imiş).

Bunun üzerine Muaviye, ona (birini) gönderdi. (Ve hu­zuruna çağırttı) ve kendisine (bu meseleyi) sordu.

(O da):

– Ben, Rasulullah (s.a.s.)’i:

“Kimin herhangi bir kavimle arasında bir anlaşma varsa, süresi sona erinceye kadar, ya da karşılıklı olarak (anlaşmayı) bozduğunu onlara bildirinceye kadar bu bağı, ne (yeniden) bağlasın, ne de çözsün.” buyururken işittim.

Bunun üzerine ( Muaviye seferden) geri döndü.[59]

Ebu Bekre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Her kim (kendisiyle) anlaşma yapan bir kimseyi (an­laşma süresi sona ermeden, yani savaş) vakti dışında  öl­dürürse, Allah, ona cenneti haram kılar”[60]

İmam Muhammed (rh.a.), “Siyer-i Kebir” adlı eserinde şöyle der:

“Müslümanlar müşriklerden bir kavimle anlaşsalar, bu anlaşmadan dolayı mallarını almak, müslümanlara caiz değildir. Meğer ki, gönül rızasıyla vereler… Çünkü bu an­laşma sayesinde artık onların mal ve canları müslümanların mal ve canları mesabesindedir. Nasıl, gönül rızasıyla vermeleri dışında müslümanların mallarını almak caiz değilse, anlaşmalı müşriklerin mallarını almak da caiz değildir.”

Bu metin şerh edilirken şunlar beyan olunur:

“Çünkü gönül rızalarının dışında mallarını almak, iha­net ve ahde vefâsızlıktır. Oysa ki, Rasulullah (s.a.s.):

“Ahidlere vefâlı olmak gerekir, gadretmek caiz değil­dir.” buyurur.[61]

İbn Ömer (r.anhuma)’nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Verdiği sözde durmayıp cayan gadredici kimse için, kıyamet gününde bir bayrak yükseltilir de (kendi ismi ve babasının ismi söylenerek):

– Bu filan oğlu filanın ahd ve sözünde durmamasıdır! denilir.”[62]

Ebu Said (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Kıyamet gününde her vefâsız için bir sancak olacak, kendisi için vefâsızlık mikdarı dikilecektir. Dikkat edin ki, gadir itibariyle ammeyi idare edenden daha büyük vefâsız yoktur.[63]

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“İman, ihaneti bağlamıştır. Mü’min ihanet etmez.”[64]

Huzeyfe ibnü’l-Yeman (r.anhuma) anlatıyor:

Bedir’de bulunmamdan beni men eden bir şey yoktu. Şu kadar var ki ben, babam Huceyl ile beraber (yola) çıktım da bizi Kureyş kâfirleri yakaladılar.

– Siz, muhakkak Muhammed’in yanına gitmek istiyor­sunuz? dediler.

– Biz, O’nun yanına gitmek istemiyoruz. Biz, ancak Medine’ye gitmek istiyoruz, dedik.

Bunun üzerine bizden mutlaka Medine’ye gideceği­mize, O’nunla birlikte savaşmayacağımıza Allah’a ahd-u misak aldılar.

Sonra Rasulullah (s.a.s.)’e bu haberi ilettik de:

“Haydi gidin! Biz, onlara verdiğimiz sözü tutar, onlara galebe için Allah’dan yardım dileriz!” buyurdular.[65]

Bu hadisin şerhinde şöyle denilmiştir:

“Peygamber (s.a.s.)’in, Hz. Huzeyfe ile babasına sözle­rinde durmalarını emir buyurması, Ashabının verdikleri sözde durmadıkları şüyu’ bulmasın diyedir. Yoksa cihadı terk etmek için verilen bir sözü tutmak vacib değildir.

Hadis-i Şerif, harbte yalan söylemenin caiz olduğuna delildir. Bu hadiste, serahaten bildirildiğine göre harbte, dargınları barıştırmada yalan söylemek caiz olduğu gibi, kocanın karısına yalan söylemesi de caizdir. Ulemâ, küffarın elinden kaçmayacağına söz veren esir hakkında ihtilaf etmişlerdir.

Hanefîlerle İmam Şafiî’ye göre, böyle bir sözü tutmak lazım değildir. Esir, kaçmaya imkân bulursa kaçar. İmam Malik, sözünde durarak kaçmaması lazım geldiğine kail olmuştur.

Kaçmamak için küffar zorla yemin ettirirlerse bu ye­min, bütün ulemâya göre geçersizdir.”[66]

Abdullah b. Ebu’l-Hamsa (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.)’e peygamberlik gelmeden önce, Rasulullah (s.a.s.) ile bir alış-veriş yapmıştım. Bende biraz alacağı kalmıştı. Bulunduğu bir yerde alacağını getireceğimi va’d ettim. Getirmeyi unuttum. Üç gün sonra hatırladım. Bir de geldim ki, Rasulullah (s.a.s.) bulunduğu yerde bek­lemektedir.

Şöyle buyurdu:

“Ey delikanlı, bana meşakkat verdin. Ben (bekle, dedi­ğin için) üç günden beri seni burada beklemekteyim!”[67]

Zeyd b. Erkam (r.a.)’dan.

“Bir kimse mü’min kardeşine söz verir, sözünü yerine getirmek niyetinde olur da, yerine getiremez ve söz verdiği yerde bulunamazsa (elinde olmayarak gelmediği için), ona günah yoktur.”[68]

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allah şöyle buyurdu:

Üç sınıf insan vardır ki, kıyamet gününde Ben, onların hasmıyımdır:

Biri şu kimse ki, benim adıma yemin edip (ahd eder de) sonra ahdini bozar.

İkincisi, hür bir insanı köle diye satar da onun parasını yer.

Üçüncüsü, şu kimsedir ki, bir işciyi ücretle tutar, onu çalıştırıp işi tam yaptırır da onun ücretini vermez.”[69]

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Üç şahıs vardır ki, Allah kıyamet günü onlara bak­maz, onları temize çıkarmaz, onlar için elem verici bir azab vardır:

(Birincisi) şu kimsedir: Kendisinin yol üstünde ihtiya­cından fazla suyu vardır da onu, yolculardan men etmiştir.

(İkincisi) şu kimsedir: İmama/Halifeye/Emire yalnız dünya metaı için bey’at etmiş, İmam ona, dünyalık verirse hoşlanır, vermezse öfkelenir.

(Üçüncüsü) şu kimsedir ki, bu da, satılık malını ikindi­den sonra (pazara) çıkarır ve:

– Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ede­rim ki ben, bu mala emin ol kat’i olarak şöyle şöyle para verdim, der.

Satın alıcı olan kimse de onu tasdik eder (o fiyata satın alır).”

Bundan sonra Rasulullah (s.a.s.) şu ayeti okudu:

Allah’ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık satanlar, işte onlar, ahirette onlar için hiçbir pay yoktur. kıyamet gününde Allah, onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Ve onlar için acıklı bir azab var­dır.” (Âl-i İmrân, 3/77)[70]

Büreyde (r.a.)’nın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Hangi millet ahdini bozar, va’dinden cayarsa, mutlaka aralarında düşmanlık ve savaş zuhur eder. Hangi millette zinâ ve kötülükler baş gösterirse, mutlaka Allah onlara, salgın hastalıkları musallat kılar, aralarında ölüm hadiseleri çoğalır. Hangi millet, cimrilik eder, zekat vermezse, mut­laka memleketlerinde kuraklık ve kıtlık olur.”[71]

Zikredilen ayetler, hadisler ve diğer delillerden apaçık anlaşıldığına göre, dünyada ve ahirette kurtulmuşlar zümresine dahil olan muvahhid mü’minler, Rabbleri Al­lah’a verdikleri “Misak” ahdine sadık olanlardır… Ayrıca bu izzet sahibi şahsiyetler, “Emirü’l-mü’minin” olan “İmam”a yaptıkları bey’ata bağlı kalır, mü’minlerin emrine yaptık­ları ahide riâyet ederler… Bu, katıksız imanın kaçınılmaz ve terk edilemez bir gereğidir…

 



[1]   Mü’minun, 23/8.

[2]   Ahzab, 33/72.

[3]   İbn Kesir, A.g.e., C.12, Sh.6612.

[4]   Muhammed Ali es-Sabunî, A.g.e., C.5, Sh.110.

[5]   İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B.138, Hbr.288.

İbn Kesir, A.g.e., C.12, Sh.6616. İmam Ahmed b. Hanbel ve Taberânî’den.

[6]   Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir Tercümesi, C.2, Sh.219, Hds.532

İbn Kesir, A.g.e., C.12, Sh.6615. İbn Cerir et-Taberî’den.

[7]   Nisa, 4/58.

[8]   İmam Kurtubî, A.g.e., C.5, Sh.292.

[9]   İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.6, Sh.8, Hds.5. İmam Ahmed b. Hanbel

ve Beyhakî, “Mevkuf” olarak rivayet etmişlerdir.

İbn Kesir, A.g.e., C.4, Sh.1738 ve C.12, Sh. 6615.

[10]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’r-Rikak, B.35, Hds.83.

Kitabu’l-İlm B.2, Hds.1.

[11]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’r-Rikak, B.35, Hds.84.

Kitabu’l-Fiten, B.13, Hds.36.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B.64, Hds.230.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B.27, Hds.4053.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.15, Hds.2270.

İbn Kesir, A.g.e., C.12, Sh.6615. İmam Ahmed b. Hanbel’den.

[12]    Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Buyu, B.38, Hds.1280.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Buyu ve’l-İcare, B.81, Hds.3534-3535.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’l-Buyu, B.57, Hds.2600.

Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir Tercümesi, C.1, Sh.445, Hds.331.

Kuzâî, Şihâbu’l- Ahbâr Tercümesi, Sh.151, Hds.490.

[13]    Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Edeb, B.37, Hds.3746.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İsti’zan ve’l-Adab, B.90, Hds.2975-2976.

[14]    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Buyu ve’l-İcare, B.88, Hds.3565.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Buyu, B.39, Hds.1281.

Kitabu’l-Vasaya, B.4, Hds.2203.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’s-Sadaka, B.5, Hds.2398-2399.

[15]    İmam Kurtubî, A.g.e., C.5, Sh.293.

[16]    Mearıc, 70/32-35.

[17]    Bakara, 2/283.

[18]    Enfal, 8/27.

[19]    Âl-i İmrân, 3/161.

[20]    Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B.4, Hbr.3195.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Huruf ve’l-Kıraat, B.1, Hbr. 3971.

[21]    İmam Kurtubî, A.g.e., C.4, Sh.449.

[22]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B.188, Hds.271.

Kitabu’z-Zekat, B.3, Hds.8.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.6, Hds.24.

[23]    Sahih-i Müslim, Kitabu Fedailu’s-Sahabe, B.32, Hbr.145.

İmam Buhârî, Ebedü’l-Müfred, B.547, Hbr.1154.

[24]    Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B.27, Hds.4054.

[25]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İman, B.24, Hds.26

Kitabu’l-Vasaya, B.8, Hds.12.

Kitabu’ş-Şehadet, B.29, Hds.44.

Kitabu’l-Edeb, B.69, Hds.120.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B.25, Hds.107.

109. Hadiste şu ziyade vardır.

“Münafığın alameti üçtür. İsterse oruç tutsun namaz kılsın ve

kendisini müslüman saysın.”

Sünen-i Tirmizî kitabu’l-İman, B.14, Hds.2766.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-İman, B.20, Hds.4988-4990.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.6, Sh.14, Hds.14. Ebu Ya’lâdan.

[26]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’l- İman, B.24, Hds.27.

Kitabu’l-Mezalim, B.17, Hds.20.

Kitabu’l-Cizye, B.17, Hds.20.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B.25, Hds.106.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İman, B.14, Hds.2768.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B.16, Hds.4688.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-İman, B.20, Hds.4987.

[27]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’r-Rikak, B.7, Hds.16-17.

Sahih-i Müslim, Kitabu Fedailu’s-Sahabe, B.52, Hds.214.

[28]    Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercümesi, C.1, Sh.358, Hds.268.

Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd ve’r-Rekaik, Sh.47, Hds.172 (İlk

cümle).

[29]    Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir Tercümesi, C.1, Sh.171, Hds.107.

(Mu’cemu’l-Evsat, C.3, Sh.154, Hds.2313).

İbn Hacer el-Askalânî, A.g.e., Sh.75, Hds.99.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.365, Hds.33

İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı, C.3, Sh.425, Hds.3848 (9704).

Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.3, Sh.135, 154, 210, 251’den.

İmam er-Rûdânî, A.g.e., C.2, Sh.381, Hds.4987. Ebu Ya’lâ ve Bezzar’dan.

[30]    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B.37, Hds.4868.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B.39, Hds.2025.

[31]    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B.37, Hds.4869.

[32]    Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd ve’r-Rekaik, Sh.173, Hbr.695.

[33]    Nahl, 16/91-92.

[34]    Fahruddin er-Râzî, A.g.e., C.14, Sh.329.

[35]    İmam Kurtubî, A.g.e., C.10, Sh.264.

[36]    Hudeybiye ve Bey’atu’r-Rıdvan olayı için bkz.

Sahih-i Buhârî, Kitabu’ş-Şurût, B.15, Hds.18.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B.34, Hds.90-97.

et-Taberî, A.g.e., C.7, Sh.467-476.

İbn Hişam, İslam Tarihi – Siret-i İbn Hişam Tercemesi, çev. Hasan Ege, İst.

1985, C.3, Sh.424-452.

[37]    Fetih, 48/10.

[38]    İbn Kesir, A.g.e., C.13, Sh.7338. İbn Ebu Hatim’den.

[39]    Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Menasik, B.32, Hds.2957.

[40]    İbn Kesir, A.g.e., C.13, Sh.7338. İbn Ebu Hatim’den.

[41]    Âl-i İmrân, 3/76-77.

[42]    Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Ahkam, B.8, Hds.2324.

Sünen-i Neseî, Kitabu Adabu’l-Kudat, B.30, Hds.5384.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’l-Buyu, B.62, Hds.2606.

İmam Malik, Muvatta, Kitabu’l-Akdiye, Hds.11.

[43]    Bakara, 2/27.

[44]    İmam Kurtubî, A.g.e., C.1, Sh.516.

[45]    İsra,17/34.

[46]    İmam Kurtubî, A.g.e., C.10, Sh.390.

[47]    Bakara, 2/124.

[48]    İmam Kurtubî, A.g.e., C.2, Sh.319.

[49]    Ahzab, 33/23-24.

[50]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B.12, Hbr.21.

Kitabu’t-Tefsir, B.240, Hbr.304 (Kısmen).

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.41, Hbr.148.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B.34, Hbr.3415-3416.

İmam el-Vahidî, A.g.e., Sh.403-404.

Abdulfettah el-Kadî, A.g.e., Sh.308.

[51]    Hadid, 57/8.

[52]    A’râf, 7/172-174.

[53]    Mâide, 5/7.

[54]    Bakara, 2/40.

[55]    et-Taberî, A.g.e., C.1, Sh.196.

[56]    Ra’d, 13/20-25.

[57]    Mâide, 5/1.

[58]    İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı, C.3, Sh.425, Hds.3848 (9704).

Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.3, Sh.135, 154, 210, 251’den.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.6. Sh.17, Hds.21. Ahmed, Bezzar, Tabe-

rânî, Mu’cemu’l-Evsat’ta. İbn Hibban, “Sahih”inde rivayet etmiştir.

[59]    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.152, Hds.2759.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’s-Siyer, B.26, Hds.1629.

[60]    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.153, Hds.2760.

[61]    İmam Muhammed, Siyer-i Kebir – İslam Devletler Hukuku, Şerh: İmam

Serahsî, çev. Said Şimşek – İbrahim Sarmış, İst.1980, C.1, Sh.148.

[62]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Edeb, B.99, Hds.199-200.

Kitabul- cizye, B.22, Hds.27-28.

Kitabul- Hıyel B.9, Hds.13.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B.4, Hds.9-16.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’s-Siyer, B.27, Hds.1630.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.150, Hds.2756.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B.42, Hds.2873.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’l-Buyu, B.11, Hds.2545.

[63]    Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad, B.4, Hds.16.

[64]    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B.157, Hds.2769.

İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı, C.2, Sh. 183, Hds.1679 (3098).

Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.1, Sh.166-167, C.4, Sh.192’den.

[65]    Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B.35, Hds.98.

[66]    Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, C.8, Sh.593.

[67]    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B.90, Hds.4996.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.6, Sh.13, Hds,12. İbn Ebi Dünya’dan.

[68]    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B.90, Hds.4995.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İman, B.14, Hds.2770.

[69]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Buyu, B.106, Hds.170.

Kitabu’l-İcare, B.10, Hds.10.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’r-Rehine, B.4, Hds.2442. İbn Mace (rh.a.)’ın

rivayetinde şu ziyade vardır:

“Ve Ben, kimin hasmı oldum ise, kıyamet günü onu mağlub ederim.”

[70]    Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Musakaat, B.6, Hds.7.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B.46, Hds.173.

Sünen-i İbn Mace, Kitabul-Cihad, B.42, Hds.2870.

[71]    İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.6, Sh.17, Hds.22. Hakim rivayet etmiş:

– Müslim’in şartına göre sahihtir, demiştir.