GAZABA UĞRAMIŞ VE DALÂLETE DÜŞMÜŞ OLANLARDAN OLMAMAK

 

Âlemlerin Rabbi Allah, bizim yegâne Rabbimizdir. Muvah­hid mü’min müslümanlar, Allah Teâlâ’dan başka hüküm ko­yucu ve kendisine itaat edinilen rab, melik ve ilâh tanımaz, tanımadığı gibi böyle tağutlar oluşmuş ise de asla kabul edip bo­yun eğmezler… Çünkü muvahhid mü’minler, Rabbleri Allah’ın emir ve nehiylerini kendilerine tebliğ eden yegâne önderleri Ra­su­lullah (s.a.s.)’in duydukları şu ayetlere karşı, hiçbir tered­düd hissetmeden:

“İşittik ve itaat ettik”[1] deyip tam teslim olmuşlardır:

“Andolsun, Biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin, ta­ğuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir Rasul gönderdik.”[2]

“Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a iman ederse, o, sapa­sağ­lam bir kulpa yapışmıştır. Bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.”[3]

Tağutu, her yönüyle inkâr edip reddeden ve ondan ta­ma­men ilişkisini keserek Allah’a yönelen muvahhid mü’min kullar için şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

“Kullarım Beni, sana soracak olurlarsa, işte Ben, (onlara) pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına ce­vab veriririm. Öyleyse onlar da Benim çağrıma cevab versinler ve Ba­­na iman etsinler. Umulur ki, irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.”[4]

Kullarına, şahdamarlarından daha yakın olan Allah Teâlâ,[5]kullarının, kendisine iman etmelerini, kendisini bilip tanıyıp ken­di­sinden dilekte bulunmalarını ve onların duâlarına icabet edeceğini buyuruyor…

Abdullah ibn Ömer (r. Anhuma)’nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kime duâ kapısı açılmış ise ona, rahmet kapıları açılmıştır. Allah’dan afiyet istenilmesinden daha sevimli bir şey istenilmemiştir.

Duâ, inen belâya ve inmeyen belâya karşı faydalıdır.

Ey Allah’ın kulları, duâya sımsıkı sarılın!”[6]

Yegâne Rabbimiz Allah, kendisinden başka rab, melik ve ilâh tanımayan mü’min müslüman kullarına yakın olduğunu beyanla, kendisine yapılacak duâları kabul edeceğini bildirmiş­tir. … Böylece kendilerine duâ kapısını açmıştır… Önderimiz ve ha­yat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.), Allah’ın vermiş olduğu bu im­kânı çok iyi değerlendirmeyi ve duâya sımsıkı sarılmayı emretmiştir. Çünkü duâ, mü’min müslüman kulun silahı olup, ba­şa gelen her türlü musibet için koruyucu bir kalkan ve sağlam bir zırhtır…

Rabbimiz Allah’ın, muvahhid mü’min kullarını duâya davet ettiği ayet-i kerimeyi tefsir eden İmam Ebu’l- Berekat Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefî (rh.a.), meşhur “Medariku’t-Tenzil” adlı tefsirinde şunları beyan eder:

“Kullarım Beni, sana soracak olurlarsa, işte Ben, (onlara) pek yakınım.” Allah’ın mekândan münezzeh olması itibariyle kul­­­­larına ilmiyle ve onların isteklerine icabetle çok daha yakındır.

Diğer taraftan yapılan duâlara icabet etmesi, yüce Allah tarafından doğru olan bir va’ddir. Söz vermedir ki, bu konudan Allah, asla sözünden dönmez. Ancak duâya icabet, bazen ihti­yacın giderilmesine muhalif olabilir. Yani, ihtiyacı dışında bir başka şekilde tezahür edebilir. Duâya icabet meselesine gelince, kulun: “Rabbim!” demesi, Allah’ın da: “Buyur kulum!” diye bu şekilde cevap vermesidir. İşte bu, her mü’min için va’d olunan ve var olan bir gerçektir.

Kaza-ı hacet denilen ihtiyacın karşılanmasına gelince bu, istenenin verilmesi demektir. Bu ise, bazan karşılanabilir, yerine getirilir, bazan da istendikten bir müddet sonra olabilir, gerçekleşebilir. Bazan ise bu arzu, ahrette karşılanır ya da bu, istekde bulunun duâ eden için kendisi adına daha hayırlı olabilecek bir şekilde bir başka türlü ortaya çıkar.”[7]

Duânın, Allah nezdinde kabulu için, duânın şartına tabi olun­mak gerekir… Duâ edecek kulun, iman ehli, itaatkâr bir mü’min müslüman olmasının yanı sıra, kendisini haramlardan ve Allah’a isyan etmenin her türlüsünden koruması gerekir.

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Bir kimse, (Hakk yolunda) uzun sefere çıkar. Saçları dağıl­mış, toza- toprağa bulanmış bir hâlde ellerini semâya uzatarak:

-Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder.

Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram. (Hasılı) kendisi haramla beslenmiş olursa, böylesinin duâsı, nasıl kabul edilir?”[8]

Muvahhid mü’min şahsiyet, duâya sımsıkı sarılırken, duânın kabulüne vesile olacak şartları asla ihmal etmemelidir!..

Tağutu reddetmiş ve Âlemlerin Rabbi Allah’a tam iman edip, imanına şirk ve küfür karıştırmamış, aynı zamanda imanın gereği olan salih amelleri işlemeye gayret eden muvahhid mü’minlerin nasıl duâ etmeleri gerekiyorsa, öylece kendilerine öğreten Allah Teâlâ, “Fatiha Sûresi”’nde bunun bir örneğini şöyle beyan buyurmuştur:

“(Ya Rabb,) bizi doğru yola ilet.

“Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanla­rın ve sapıklarınkine değil.”[9]

Muvahhid kul, Allah için olmaya son gayretiyle çabaladığı her gününde en az kırk defa ve kırktan fazla defalar, Rabbi Allah’ın kendisine öğrettiği bu duâ ile, kendisinden başka hükümlerine tabi olunacak ilâh bulunmayan Allah’a duâ eder.

Rabbi ve ilâhı Allah’dan, kendisine vermiş olduğu hidayetin artmasını, her anında ve her işinde hidayet üzere sapa sağlam durmasını dilemektedir. İman etmekle, dosdoğru yola iletilen mu­vahhid mü’min kul, iletildiği bu dosdoğru yolda dosdoğru ilerlerken, sapmamayı ve önüne çıkan engelleri aşmayı arzulamakta, bunun için yegâne Rabbi Allah’dan yardım dilemekte­dir… Çünkü Allah’ın yardımı olmadan hiçbir başarı elde edilemez…

Muvahhid mü’minin kesin inancı şudur:

“Benim başarım, ancak Allah iledir. O’na tevekkül ettim ve O’na içten yönelip dönerim.”[10]

Hükmün yalnız ve ortaksız kendisine aid olan Allah’ın[11] hidayete ulaştırdığını hiç kimse sapıtamaz ve isyankârlıklarından dolayı sapıtmış olduklarına da hiç kimse hidayet veremez….

Abdullah ibn Mes’ud (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.), hâcet hutbesinde şöyle buyurur:

“Şüphesiz hertürlü hamd Allah’a mahsustur. Ondan yardım ve mağfiret dileriz. nefislerimizin şerrinden de O’na sığınırız. Allah’ın hidayete erdirdiği kişiyi, saptıracak yoktur. saptırdığını da hidayete erdirecek yoktur. Ben, Allah’dan başka bir ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Rasulu olduğuna şehâdet ederim.”[12]

Rabb olarak yalnızca Allah’ı tanıyan ve O’nun hükmünden başkasını kabul etmeyip Allah’ın indirdikleriyle hükmeden mü’­min müslüman kul, Allah’dan dosdoğru yolu üzere hidayet dilemededir. Dosdoğru yol, yani” Sırât-ı Mustakîm”, Rabbimiz Al­lah’ın mü’min müslüman kullarını üzerinde hidayet ehli kıldığı yol…

Abdullah (r.a.) der ki:

-Sırât-ı Mustakîm, Allah’ın Kitabı’dır!

Denildi ki:

-O, İslâm’dır.

Cabir (r.a.):

-Sırât-ı Mustakîm, İslâm’ın kendisidir ve gökle yeryüzü ara­sından daha geniştir!

İbn el-Hanefiye de, bu ayetin tefsirinde “Sırât-ı Mustakîm”:

-Allah’ın kullarından, ondan başkasını kabul etmediği İslâm Dini’dir, demiştir.

Abdurrahman ibn Zeyd ibn Elsem:

-Sırât-ı Mustakîm, İslâm’ın kendisidir, der.[13]

“Sırât-ı Mustakîm”, yani dosdoğru yol, “İslâm”dır.

Allah katında yalnız ve tek din… Allah tarafından kabul edilen ve O’ndan başkasının reddedildiği hayat nizamı İslâm!.. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Hiç şübhesiz din, Allah katında İslâmdır.”[14]

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa (benimserse, asla ondan kabul edilmez. O, ahrette de kayba uğrayanlardandır.”[15]

Muvahhid mü’minler, bütün olarak kabul ettikleri ve kendi­sinden asla taviz vermedikleri dosdoğru yol, İslâmdır… Sırât-ı Müstakim olan İslâm üzere hidayet dileyen muvahhid mü’min kullar, bu yolun, Allah’ın kendilerine nimet verdiklerinin yolu olduğunu bilerek duâlarını sürdürmekte ve duâda ısrarlı olmaya devam etmektedirler…

“Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.”

Kendilerine nimet verilenlerin kim olduğunu Rabbimiz Allah, beyan buyurmaktadır:

“Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve Salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar.”[16]

“Kendilerine nimet verilenlerin yoluna” iletilmek ve bu dosdoğru yol üzerinde hidayet olunup, sapmadan hedefe doğru gitmenin şartı:

“Allah’a ve Rasulüne itaat etmektir!.”

Kim iman ve ihlâs ile Allah ve Rasulü (s.a.s)’e itaat eder, ge­rekli ve emrolunduğun kulluk vazifelerini yaparsa o, kendilerine nimet verilenlerine beraberdir… Dosdoğru yola gelen ve hidayetin şartlarına uyarak hidayet dileyene Allah, hidayet verip onu, dosdoğru yola iletir… Hidayete geliş ve dosdoğru yol üzere hayatı devam ettiriş, sabırlı mü’min müslümanın işi olup onun lehinedir… Kim de saparsa, kendi aleyhinedir…

“Artık kim hidayete gelmişse, kendi nefsi için hidayete gelmiştir. Kim sapacak olursa, de ki: “Ben, yalnızca uyarıcılar­da­nım”[17]

“Şüphesiz, sana Biz Kitabı insanlar için hak olmak üzere indirdik. Artık kim hidayete ererse, bu kendi lehinedir. Kim sapar­sa, o da kendi aleyhine sapmış olur. Sen, onların üzerinde vekil değilsin.”[18]

Katıksız imanları ve salih amelleriyle “Sırât-ı Mustakîm” üzerinde olan muvahhid mü’minler, Allah’ın ve Rasulü (s.a.s.)’e şübhesiz itaat etmiş ve kendilerine nimet verilmiş salih kullarla beraber olmuşlardır…

Abdullah ibn Abbas (r.anhuma) ve Mücahid (rh.a), kendile­rine nimet verilenlerin “Mü’minler” olduğunu söylerken, Vekî’ (rh.a) ise, bunların “müslümanlar” olduğunu söylemiştir… (19)[19]

Kendilerine nimet verilmiş olan bütün peygamberler, Sıd­dıklar, Şehidler, mü’min Müslümanlardır!.. Katıksız iman etmiş ve Âlemlerin Rabbine teslim olmuşlardır… Onlar, tevhid üzere, iman üzere ve İslâm üzere idiler…

Dosdoğru yol, yani Sırât-ı Mustakîm budur!.. Bundan başka yollar, ne olursa olsun şeytanın ve tağutun yollarıdır… Dosdoğru yol, Allah’ın yoludur ve nûrdur… Nûr, tektir… Şeytanın ve tağutun yolları karanlık, yani zulemâttır ve çoktur…[20] Yolların çokluğu, şeytana ve tağuta itaat edenler için sapıklığın çokluğundan başka bir şey ifade etmez…

Rabbimiz Allah kullarını, şeytana karşı uyarmakta ve ondan sakınılmasını emretmektedir!.. Daha önce hatırlattığımız bu em­ri, tekrar hatırlayalım:

“Ey Âdemoğulları, Ben size and vermedim mi ki: “Şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.

Bana kulluk edin, doğru yol budur.”

“Andolsun o, sizden birçok insan neslini saptırmıştı. Yine de aklınızı kullanmıyor musunuz?” [21]

Allah’ın dosdoğru yolunu bırakıp şeytanın, tağutun, heva ve hevesin peşine düşenler, gadaba uğramış ve sapıklığa, yani dalâlete düşmüş olanlardır…

Rabbimiz Allah, “Fatiha Sûresi’”nde muvahhid kullarına öğrettiği ve kullarının da kendisine bununla duâ ettiği duâda:

“Bizi, dosdoğru yola ilet.

Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil” denilmektedir… Muvahhid mü’minlerin takib ettiği yol, peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerini ve salihlerin yoludur… Mü’min müslümanlar, gerek imanî, gerekse amelî bütün meselelerde bu yol üzerinde olup, hayatlarını her yönüyle bunun gereği gibi tanzim ederler… Onlar, gazaba uğramış ve dalâlete düşmüşlere asla uymaz, onlardan tamamen uzak dururlar…

Gazaba uğrayan ve dalâlete düşenlerin kimler olduğunu, Rasulullah (s.a.s) ümmetine beyan buyurmuştur…

Adiyy b. Hatim (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Yahudiler, gazaba uğrayanlar ve Hristiyanlar, dalâlete düşen­ler­dir.”[22]

Yahudiler ve Hristiyanlar, “Ehl-i Kitab” olan gayr-ı müs­lim­lerdir… Bunlar, kitablı gayr-ı müslimlerdir…

Allah’dan gelen kitablarını bozan, Allah’ın hükümlerini gizle­yen veya bir yana bırakarak geçersiz kılan ve Allah’ın hükümlerinin yerine hevalarından kaynaklanan hükümleri koyanlardır… Bundan dolayı gazaba uğradılar, bunun için dalâlete düştüler….

Kendilerine nimet verilen Peygamber, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraber olup onların yolu üzere hayata devam eden muvahhid mü’minler, gazaba uğramış Yahudilerin ve dalâlete, yani sapıklığa düşmüş Hristiyanların yoluna asla sapma­ma­lıdırlar… Onlara uymamalı, özenmemeli, onlar gibi olmamalı ve olmamak için de bütün gayretlerini sarfedip uzak durmalıdırlar… Kitablı gayr-ı müslimlere karşı böyle ciddî ve kesin tavırlı olan mü’min müslümanlar, kitapsız gayr-ı müslimlere, yani ta­ğutî ideolojilere tabi olan müşrik ve kâfirlere karşı da kesin ve sert tavırlı olmalı, adı ve özelliği ne olursa olsun hiçbir tağutî ide­olojiye ve düzene meyletmemeli, tabi olmamalıdır… Bunların hepsi gazaba uğramış ve dalâlete düşmüş, gayr-ı İslâmî ve insan fıtratına aykırı yollardır…

Tek ve yalnız dosdoğru yol olan İslâm’a uymak, imanî ve amelî olarak İslâm’a itaat etmek, hayatın bütününü İslâm’a göre düzenlemek, her mü’min müslümanın kulluk vazifesi olduğu gibi, Yahudilerin, Hristiyanların ve diğer tağutî ideolojilerin hepsinden uzaklaşmak, onlara kısmen dahi olsun uymamak her muvahhid mü’min kulun kulluk vazifesidir!..

Ehl-i Kitab olan, gazaba uğramış ve dalâlete düşmüş Yahudî ve Hristiyanların yollarına sapmamak için Allah’dan yardım dileyen mü’min müslümanlar, her tağutî ideolojiden uzak kal­mak ve onların karanlık olan yollarına sapmamak için Allah’dan yardım dilemelidirler…

Zalim egemen tağutlar tarafından işgal edilip küfür ve şirk ile yönetilen İslâm topraklarında yaşayıp, yönetici tağutlar ta­rafından aldadılıp uyutulan ve kendilerinin müslüman sayan yüz milyonlarca halk, Yahudî ve Hristiyan olmama, ya da Yahudileşmeme ve Hristiyanlaşmama konusunda çok hassas davranmaktadır… Fakat tağutî ideolojilere ve düzenlere tabi olup itaat etme konusunda şuur ve idrak sahibi değildirler…

Egemen zalim tağutlarca işgal edilip şirk ve küfürle yö­ne­ti­len İslâm topraklarında yönetime talib olanlar, seçilmeden önce halka hitaplarında:

-Ey insanlar, eğer bizleri seçer ve iktidarı bize verirseniz siz­leri Yahudilik ve Hristiyanlıkla yöneteceğiz!.. diyecek olurlar­sa, halk ayaklanır, itiraz eder ve onları seçmeme konusunda söz birliği yapar…

Yönetime talib olanlar, o bölgede yaşayan insanları, gayr-ı İslâmî, şirk ve küfür olan tağutî bir ideoloji ve düzen ile yönete­ceklerini beyan edince alkışlanıyor, baş-göz üstüne kabul görüp mallarıyla, canlarıyla destekleniyorlar…

Rabbimiz Allah, katıksız iman eden muvahhid mü’min kullarına, kitablı gayr-ı müslim olan Yahudî ve Hristiyanlara uyma­malarını, onlara boyun eğmemelerini ve onlara katılmamalarını emretmektedir:

“Ey iman edenler, eğer kendilerine kitab verilenlerden herhangi bir gruba boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler.”[23]

Ehl-i Kitab olan gayr-i müslim Yahudî ve Hristiyanlar böyle yaparlar, ya kitapsız gayr-ı müslim olan tağut ve taraftarları ne yapar?…

Rabbimiz Allah beyan buyuruyor:

“Allah, iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. On­ları, karanlıktan nûra çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise, tağuttur. Onla­rı, nûrdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.”[24]

Tağutu ve taraftarını, İslâm Milleti’ne tanıtan ve onların da­lâlet ehli olup, süresiz ateşte kalacak ateş halkı olduğunu beyan buyuran Allah Teâlâ:

“Ey iman edenler, Yahudî ve Hristiyanları dostlar (velîler) edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost (velî)edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şübhesiz Allah, za­lim­ler topluluğuna hidayet vermez.”[25] buyurmakta, Yahudî ve Hristiyan­lara dost olmamayı emretmekte, onların velayetini red­detmeyi mü’min müslüman kullarının vazifesi olduğunu be­yan etmektedir…

Rabbimiz Allah Teâlâ, bütün Resul ve Nebîlerini şu vazife ile gönderdiğini beyan buyurur:

“Andolsun, Biz, her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve ta­ğut­tan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir Rasul gönderdik.”[26]

“Ben de müslümanım ve müslümanlardanım” diyen kadın olsun, erkek olsun her ferd, Yahudileşme ve Hristiyanlaşma ko­nusundaki redd tavrını, tağutîleşme ve tağutî ideolojilerine, tağutî düzenlere, tağutî egemenliklerine karşıda sergilemekle mü­kelleftir… Bu, onun kulluk vazifesidir…

 

 

 

 



[1]    Nur, 24/51. Bakara, 2/285.

[2]    Nahl, 16/36.

[3]    Bakara, 2/256.

[4]    Bakara, 2/186.

[5]    Bkz. Kaf, 50/16.

[6]    Sünen-i Tirmizî, Kitabu’d-Daavat, B.111, Hds.3778.

[7]    İmam Nesefî, Nesefî Tefsiri, Çev. Harun Ünal, İst. 2003, C.1, Sh.553.

[8]    Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zekat, B. 19, Hds.65.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B.3, Hds.3173/1

Sünen-i Dârimî, Kitabu’r-Rikak, B. 9, Hds.2720.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2, Sh.328.

[9]    Fatiha, 1/6-7.

[10]   Hud, 11/88.

[11]   Bkz. Yusuf, 12/40. Kehf, 18/26.

[12]   Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’n-Nikâh, B.31-32, Hds.2118.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’n-Nikâh, B.16, Hds.1111.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Cuma, B.24, Hds.1404.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’n-Nikâh, B.19, Hds.1892.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’n-Nikâh, B.20, Hds.2208.

[13]   İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çev. Dr. Bekir Karlığa – Dr. Bed­rettin Çetiner, İst. 1984, C.2, Sh.109.

[14]   Âl-i İmrân, 3/19.

[15]   Âl-i İmrân, 3/85. Ayetin “Esbâb-ı Nüzülü” bkz. Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr Tercüme ve Şerhi, Çev. İsmail Mutlu, İst. 1996, C.1, Sh.93, Hbs. 34.

[16]   Nisa, 4/69.

[17]   Neml, 27/92.

[18]   Zümer, 39/41.

[19]   İbn Kesir, A.g.e., C.2, Sh.114.

[20] Bkz. Bakara, 2/257.

[21]   Yasin, 36/60-62.

[22] Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 2, Hds.3128-3129.

İbn Kesir, A.g.e., C.2, Sh.116-117.

[23] Âl-i İmrân, 3/100.

[24] Bakara, 2/257.

[25] Mâide, 5/51.

[26] Nahl, 16/36.