KURTULUŞ YOLUNDAKİ ENGELLER

“Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düş­kün­lükten dolayı yardımcıya da(ihtiyacı) bulunmayan Allah’a­dır”[1]

“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur, çocuk edinmemiştir. O’na, mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” [2]

“Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir. Ve O, her şeye kadirdir.” [3]

“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü kendisinin olan (Allah) ne yücedir.” [4]

Kâinatın mülkü, Âlemlerin Rabbi Allah’a aid olup, mülkünde O’nun hiçbir ortağı yoktur… Mülk, yani mutlak egemenlik Allah Teâlâ’nındır…

Elmalılı M.Hamdi Yazır (rh.a.), “Hak Dini Kur’ân Dili” adlı meşhur Kur’ân tefsirinde “Mülk Sûresi”’nin birinci ayetini tefsir ederken, çağları kuşatan şu gerçekleri beyan etmektedir:

“Mülk, O’nun elindedir. Yerde ve gökte, bütün kâinatta, dün­­­ya ve ahiret tasarruf ve saltanatı, yaratma ve yok etmesi, ele geçirme ve yönetmesi, emrini yerine getirme ve hükmünü icra etmesi, iyi davranması ve zorlaması, cezalandırması ve ikramı, ihsânda bulunması ve nimet vermesi, hep O’nun kudret elindedir. Hepsi emir ve iradesi, hüküm ve kudretiyle cereyan eder. Dilediğini mülkünde kullanan yahud kuvvet verip mülke kavuşturan veya kavuşturacak olan da ancak O’dur.

Verdiklerine de tamamen vermediği gibi, kendi adına hareket etme selâhiyetini de ebedî olarak vermez. Mülkünü, kendi elinden çıkarmaz. Kendine ortak kılmaz. Çünkü şirkten beri ve yücedir. Yalnız kendi hükmü altında emredilmiş olmak üzere ve­­kâleten ve geçici olarak verir, dilediği zaman da alır. Çünkü mülk hakkı, bizzat kendisinin ve mülkün hakikati, doğrudan doğruya O’nun kudret elindedir.”[5]

İmam Taberî (rh.a.), Mülk Sûresi’nin birinci ayetini açıklarken şöyle diyor:

“Dünya ve ahiret mülkü ve saltanatı, emir ve hükmü elinde bulunan Allah, yücedir ve büyüktür. O, her şeye kadirdir. O, her­hangi bir şey yapmak istediğinde hiçbir şey O’na mani olamaz. O, hiçbir şeyden âciz değildir.”[6]

Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî, “Tefsirü’l-Münir” adlı tefsirinde bu konuda şunları kaydeder:

“Mülk elinde bulunan, tek başına mutlak malik ve egemenliğinin mutlak sahibi demektir. “Elinde” lafzında geçen ‘el, (ayetteki ifadesiyle yed)e, Allah’ın muradı üzere geldiği şekilde iman ederiz. Burada kuvvetli görülen anlamı, yüce Allah’ın kudretini, egemenliğini, tasarrufunun mülkünde gerçekleşmesini kasdetmektedir.”[7]

Yaratmış olduğu bütün varlıkların üzerinde mutlak egemen olan ve egemenliğinde ortağı bulunmayan Allah Teâlâ, hükmün yalnızca ve ortaksız kendisine aid olduğunu bildirip hükmünde hiç kimseyi ortak etmediğini beyan buyurmuştur. İnsan kullarının dışındaki bütün varlıkların sevk ve idaresi, ortaksız olarak Allah’a aiddir… Allah Teâlâ’nın egemenlik hakkına, herhangi bir kayıt ve herhangi bir şart hiç kimse tarafından konulamaz ve hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur… Hiç kimse, “Allah, yaratmış olduğu insan kullarının şu işlerine karışır, şu işlerine karışmaz. Biz, O’nun, yarattığı insanların şu işlerine karışmasına müsaade eder, şu işlerine karışmasına asla müsaade etmeyiz. O’nun, insan kullarının üzerindeki egemenliği tarafımızdan kayda ve şarta bağlanmıştır” diyemez ve demeye asla hak sahibi değildir…

Çünkü, Allah Teâlâ şu şekilde buyurmuştur:

“Hüküm, yalnızca Allah’ındır.” [8]

“Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” [9]

Bu mutlak emirlere rağmen, Allah’ın mülkünde tuğyan edip, O’nun mülküne ortak olduklarını zanneden, yani insan kul­­larının üzerindeki egemenlik hakkında kendilerini Allah’a ortak kılıp insanları emirleri altına alan tağutlar, insanlık tarihi bo­yunca var olmuşlardır… Bu zalim ve egemen tağutlar, ele ge­çirdikleri ülkelerde egemen oldukları insanları, Allah’ın hüküm­lerine göre değil, hevalarından kaynaklanan hükümlere göre idare etmişlerdir… Allah’ın indirdiği hükümleri kabul etme­yen, o hükümleri toplumsal bütün kurum ve kuruluşlardan uzak tutan, siyasî ekonomi, hukukî ve sosyal bütün meselelerde kendi hevalarından kaynaklanan hükümlerle hükmeden egemen tağutlar, tağutî hükümlerini, Allah’ın hükümlerinin yerine geçirmiş ve Allah’ın hükümlerini, yönettiği toplumda yasaklamışlardır… Egemen oldukları toplumlarda hevalarını ilâhlaştırmış ve insanlar üzerinde egemenlik hakkının kayıtsız-şartsız ken­dilerinin olduğunu ilân etmişlerdir… Bu egemenlik hakkını, Allah ve O’nun indirdiği hükümler konusunda bilgisiz bıraktıkları ve yönetmeye çalıştıkları insanlardan almışlardır…

Bu tağutlar, bilgisiz bırakıp sömürdükleri halklara, kendi hü­­kümlerinin en güzel, faydalı ve doğru olduğunu eğitim ve pro­­paganda yoluyla kabul ettirmiş, onları idare noktasında onlar­dan yararlanmışlardır… Asıl egemenliğin kayıtsız-şartsız halkın olduğunu, kendilerinin halkın adına yönetimde bulunduklarını ve halk için var olduklarını ilân etmişlerdir…

Hayat kitabımız ve yegâne düstûrumuz Kur’ân-ı Kerim’de bu tağutların en belirgin örneği: Mısır ülkesinin tağutu Fir’avn’­dır… Fir’avn, halkını parti parti ayırarak, bazılarını zayıf bırakıp ba­zılarını destekleyerek, hevasından kaynaklanan ve atalarından gelen hükümlerle yönetiyordu…

Âlemlerin Rabbi Allah’ın, Rasul kulu Musa(a.s.) aracılığı ile indirdiği hükümleri kabul etmeyen Fir’avn ve onun yönetiminde olanlar, Allah’ın hükümlerinin insanlar tarafından kabul edilmesin ve hayata hakim olmasın diye bütün imkânlarıyla mücadele etmişlerdi… Kendisinin ve tağutî hükümlerle yönettiği in­san­­la­rın gerçek Rabbi ve gerçek ilâhı Allah’ın yerine, insanlara rab ve ilâh olmuştu… İnsanlar üzerine egemen olmuş, onları tağutî hükümlerle sevk ve idare etmiş, yönettiği insanlar da ken­­disine itaat edip, boyun bükmüşlerdi… Fir’avn, onlar için rab ve ilâh olmuşken, onlar da Fir’avn’ın egemenliğine, onları idare etmesine razı olup itaat etmekle onu, kendilerine rab ve ilâh edinmiş, en iyi idarenin bu olduğunu kabul etmişlerdi…

Mısır’ın tağutu olan Fir’avn, gerek yöneticilere, gerekse yönetilenlere bu tağutî egemenlik düşüncesini kabul ettirmiş ve en doğru görüşün bu olduğuna ikna etmişti…

Rabbimiz Allah, egemen zalim tağut Fir’avn’ın bu şeytanî fikir, hareket ve düzenini şöyle beyan buyuruyor:

“Fir’avn dedi ki: ‘Ben size, yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi, doğru olan yoldan da başkasına yöneltmiyorum.”[10]

“Fir’avn dedi ki: ‘Ey önde gelenler, sizin için benden başka bir ilâh olduğunu bilmiyorum.”[11]

“Fakat o(Fir’avn), yalanladı ve isyan etti. Sonra da(karşıt ola­rak) çaba harcayıp sırtını döndü.

Sonunda(yardımcı güçlerini)topladı, seslendi!

Dedi ki: ‘Sizin en yüce rabbiniz benim.,

Böylelikle Allah onu, ahiret ve dünya azabıyla yakaladı.”[12]

“(Fir’avn, Musa’ya)dedi ki: ‘Andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.”[13]

Mısır ülkesinin zalim tağutu Fir’avn, atalarından kalan şirk il­keleriyle yönetmiş olduğu halk, için uygun gördüğü düzen ve ideolojisini böyle takdim ediyordu… Bu ideoloji ve tağutî düzeni korurken, onun yıkılmaması ve sarsılmaması için bütün imkânlarını sarf ediyor, bütün insanların kendi yönetimine itaat etmesini istiyordu… Halkından almış olduğu tağutî yönetim desteği ile, her ferdin kendisini tek otorite kabul etmesini istiyor, kendi otoritesini ve yönetimini kabul etmeyenleri tehdit edip cezalandırıyordu…

Allah’ın Rasulü Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.), Fir’avn’ın tağutî ideoloji ve düzeni kabul etmedikleri için, Fir’avn tarafından tehdit ediliyordu:

“Andolsun, benim dışında bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.”

Mısır ülkesinin Fir’avn’ı ve ona benzeyen bütün yeryüzü ta­ğutları, aynı fikrin ve aynı sistemin sahipleridirler… Onlar, egemenliğini ele geçirdikleri ülkelerde, tek söz sahibi olmak isterler… Onlar, yegâne Rableri ve İlâhları Allah Teâlâ’ya başkaldırıp isyan etmiş, kendi ülkelerinde yönettikleri insanların üzerindeki Allah’ın Rablik ve İlâhlık hakkını gasbetmiş, Allah’ın Rablik ve İlâhlığını reddetmiş oldukları hâlde, yönettikleri insanların kendilerinden başka rab ve ilâh kabul etmemesini arzularlar… Eğer yönettikleri insanlar, kendilerinden başkasını ilâh edinecek olurlarsa, onları cezanlandırırlar… Bu yönetilen insanlar, egmen ta­ğutların ilâhlığını reddedip, Allah’ın İlâhlığını, Rabliğini, egemenliğini ve hükümlerini kabul ederek, hayata hakim kılmak isterler ise, bu istekleri, egemen tağutlarca bir terör hareketi kabul edilip cezasız bırakılmaz. Bu Tevhidî istek sahibi, Allah’ın Ra­sulü Musa (a.s.) bile olsa, zindanlara atılmaktan kurtulamaz… Bu zalim egemen tağutlar Allah’ın yegâne İlâh ve Rabb olduğunu redderler amma kendi ilâhlıklarının reddedilmesini asla istemez, reddedilmeye asla tahammül etmezler…

Bu Fir’avnî ideoloji ve düzen, tarih boyu böyle devam etmiş ve hâlâ aynı anlayışla yeryüzünde devam etmektedir…

İşgal edilmiş mazlum İslâm topraklarında egemen olan zalim tâğutlara ve tâğutî düzenlere bakıldığında, Firavnî anlayışın hakim olduğu apaçık görülecektir… Fir’avn’ın çağdaş uzantıları olan egemen zalim tağutlar, Allah’ın indirdiklerini bir yana bırakmış, Allah’ın hükümlerini geçersiz kılmış ve ilâhlaştırdıkları hevalarından kaynaklanan tağutî hükümlerle, egemen oldukları halkları yönetmektedirler…

Egemen oldukları ülkelerde, Allah’ın hükümlerini sosyal ha­­­yattan uzaklaştırmış, o hükümlerin yerine, kendi tağutî hüküm­lerini hakim kılmışlardır… Yönetimde, ekonomide, yargıda, eğitimde, ticarette ve ailede, Allah’ın hükümlerini yasaklamış, kendi hükümlerini geçerli kılmışlardır…

Egemen oldukları toplumlarda, yalnızca kendilerinin ilâh ve rab olarak kabul edilip benimsenmelerini istemiş, kendilerinden başka hiçbir itaat mercî kabul etmemişlerdir… Onların hükümlerini reddedip terk ederek, yalnızca Allah’ı Rabb ve İlâh kabul edip, Allah’ın hükümleriyle hükmolunmak isteyenlere, en ağır cezalar vermiş ve onları zindanlara atmışlardır…

Allah’ın kulları olan insanlar, egemen tağutların egemenliğinin yerine, Allah’ın egemenliğini tercih etmesi, egemen ta­ğut­lara göre en büyük suçtur… Böyle inanıp davrananlar, terörist, anarşist ve mürteci vatan hainleridir… Böyleleri, gerici ve bölücüdürler… Çünkü yalnızca ve şirksiz Allah’a ibadet etmek üzere Allah tarafından yaratılan[14] Allah’ın insan kulları, kullara kul olmaktan kurtulup yalnızca Allah’a kul olmayı arzuladıkları zaman, egemen zalim tağutların egemenlikleri sarsılır ve düzenleri çöker… Egemen tağutlar, bunun farkında oldukları için, mu­vah­hid mü’minlere karşı en korkunç silahlarla mücadele başlatmış, onları mürteci, terörist, bölücü ve vatan haini ilân etmişlerdir… Ölümleri ve öldürülmeleri için ferman çıkarmışlardır…

Fir’avnî düşünce ve hareketten herhangi bir değişme olma­mıştır… Fir’avn da, Allah’ın Rasulü Musa(a.s.) için aynı şeyleri dile getirmiş ve aynı önlemleri almak istemişti:

“Fir’avn dedi ki: ‘Bırakın beni Musa’yı öldüreyim de O, (gitsin) Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum.”[15]

Fir’avn, Allah’ın Rasulü Musa (a.s.)’ın, Allah’ın indirdiği hükümleri insanlara tebliğ edip onların kabul edilmesini sağladığında, kendi düzeninin yıkılacağını sezdiği için, Musa (a.s.)’ı öldürmek istiyordu… Ona göre, Musa (a.s.)’ın Allah’ın hükümlerini, Allah’ın kullarına anlatması, onların arasında yegâne Rableri Allah’ın hükümlerinin kabul görmesi, bir fesad hareketi idi… Asırlardır o ve atalarının, Allah’ın kullarını kendilerine kul etme şeytanî düzenleri yıkılacak; Allah’ın kulları, tağut olmuş kullara kulluk yapmaktan kurtulup, Allah’a kul olacaklardı… O zaman, o tağutî düzenleri tarihe karışacaktı… Bu tevhidî akîde ve hareket, Fir’an’ın egemen olduğu ülkede bir terör, bir anarşi ve bir bölücü hareket idi… Fir’avn, bu terör ve bölücü faaliyetin başında bulunan Allah’ın Rasulü Musa (a.s.)’ı öldürmek ile bu Tevhidî harekete son vermek ve tağutî düzenini kurtarmak istiyordu… Onun çağdaşları olan tağutlar da aynısını yapıyorlar!..

İşgal edilmiş İslâm topraklarında Allah’ın indirdiği ile hük­met­meyen kâfir, zalim ve fasıklar, çağdaş egemen tağut­la­rın ta­ğutî hükümlerine göre, Allah’ın kullarını sevk ve idare etmektedirler… İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen olan zalim ta­ğutlar, yegâne hayat nizamı olan İslâm’ın, hayata hakim olması ge­reken hükünlerini yasaklamış, kendi egemenliklerine hiçbir zarar vermeyecek, aksine egemenliklerinin devamına yardımcı olacak bir şekilde ayarladıkları bazı ilkelerini serbest bırakmışlar­dır…

Yegâne Rabbimiz Allah, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin kâfirlerin, zâlimlerin ve fasıkların tâ kendileri olduklarını beyan buyurmuştur… Bu, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirlerin, zalimlerin ve fasıkların asla kurtuluşa eremediklerini de apaçık bir şekilde bildirmiştir…

Kendisinden başka rab ve ilâh olmayan, insanların Rab­bi, Meliki ve İlâhı olan Allah Teâla[16] şöyle buyurmuştur:

1) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, kâfir­le­rin tâ kendileridir.”[17]

Allah’ın indirdiği hükümleri inkâr ederek, onlarla hükmetme­yen bu kâfirler, dünyada da, ahirette de herhangi bir kurtuluşa erecek değildirler”

“Gerçek şu ki, kâfirler ve zalimler, Allah onları bağışlayacak değildir. Onları bir yola da iletecek değildir.

Ancak onda ebedî kalmaları için cehennem yoluna (iletecektir). Bu da, Allah’a pek kolaydır.”[18]

2) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, zalimlerin tâ kendileridir.”[19]

Rabbimiz Allah, Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmeyen ve tağutî hükümlerle hükmeden bu zalimlerin kurtuluşa er­meyeceğini ve Allah’ın onları hidayete erdirmeyeceğini beyan buyurur:

“Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”[20]

“Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.”[21]

“Hiç şüphesiz o zalimler, kurtuluşa eremezler.”[22]

“Gerçek şu ki, zalimler, kurtuluşa eremezler.”[23]

3) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, fa­sıkların tâ kendileridir.”[24]

Rabbimiz Allah, fasıklık yapan bir toplumu hidayete erdiremeyeceğini beyan buyurur:

“Allah, fasık bir kavmi hidayete erdirmez.”[25]

“Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.”[26]

Kendisinden başka rab, malik ve ilâh kabul etmediğimiz ye­gâne Rabbimiz, Melikimiz ve İlâhımız Allah Teâlâ, indirdiği hü­­­­­kümlerle hükmetmeyen kâfirlerin, zalimlerin ve fasıkların hi­da­yet bulamayacaklarını ve kurtuluşa eremeyeceklerini apaçık be­yan buyururken, Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanabilen han­gi insan, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerden me­ded umarak, onlarla beraber olup kurtulacağını zanneder?!..

Kendini mü’min müslümanlardan kabul eden hiçbir kul, tağutî hükümlerle hükmeden kâfirlerin, zalimlerin ve fasıkların beraberinde olup kurtuluşa ereceğini kabul edemez… Eğer ger­çekten iman ve İslâm iddiasında samimi ise, hevalarını ilâhlaştırıp şirk ve küfür ile egemen oldukları insanları yönetenlerle asla beraber olamaz, onlara yardım edemezler… Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen kâfir, zalim ve fasıklara asla destek olmamalı ve onlara yakınlık kurmamalıdır… Eğer onlara yakın olur, egemen olmaları için yardımda bulunur, tağutî idare etmelerine destek verecek olurlarsa, hangi niyet ile hareket ederlerse etsinler sonuç değişmez… Onların bu yaptıkları şirk ve küfür ile hükmeden kâfir, zalim ve fasıkların egemenliklerine hizmet olur… Onların küfür, zulüm fısklarına ortak olup, suçlarının ortağı hâline gelirler…

Bundan dolayı şuurlu hiçbir mü’min müslüman, tağutların yanında yer alamaz ve hizmetinde bulunamaz… Herhangi bir “İkrah-ı Mülci” olmadan, dünyalık menfaat için egemen ta­ğutlara yanaşmak, onlara itaat etmek, onlarla uzlaşmak, onlara meyletmek, onlar gibi olmak ve ateşi hakketmek demektir…[27]

Mülk Allah’ındır ve Allah mülkünde ortaksızdır… Mülkünde ve hükmünde Allah’ın hiçbir ortağı yoktur…

Kurtuluş, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen, ilahlaştırdıkları hevalarından kaynaklanan hükümlerle hükmeden tağutları tanımayıp, Allah’a katıksız iman etmektedir… Kurtuluş, katıksız iman edip, salih amel işlemektedir…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“Kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Bunun kopması yoktur.”[28]

“Ey iman edenler, rükû edin, secdeye varın, Rabbinize iba­det edin ve hayır işleyin. Umulur ki, kurtuluş bulursunuz.”[29]

 



[1]    İsra, 17/111

[2]    Furkan, 25/2

[3]    Mülk, 67/1

[4]    Zuhruf, 43/85

[5]    Elmalılı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İst. 1997, C.8, Sh.109. (Yenda Yayınları)

Not: Metin sadeleştirmiştir.

[6]    Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Taberî Tefsiri, Çev. Hasan Kara­ka­ya-Kerim Aytekin, İst.1996, C.8, Sh.367

[7]   Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir, Çev. Hamdi Arslan, vdğ. İst. 2003,   C.15, Sh.11.

[8]    Yusuf, 12/ 40, 67. En’âm, 6/57, 62

[9]    Kehf, 18/26

[10]   Mü’min, 40/29

[11]   Kasas, 28/38

[12]   Nazi’at, 79/21-25

[13]   Şuara, 26/29

[14]   Bkz. Zariyat, 51/56

[15]   Mü’minun, 40/26

[16]   Bkz. Nas, 114/1-3

[17]   Mâide, 5/4

[18]   Nisa, 4/168-169

[19]   Mâide, 5/45

[20] Bakara, 2/258. En’âm, 6/144. Ahkaf, 46/10. Saff, 61/7

[21]   Mâide, 5/51, Tevbe, 9/19,109

[22] En’âm, 6/21

[23] Yusuf, 12/23. En’âm, 6/135

[24] Mâide, 5/47

[25] Saff, 61/5

[26] Tevbe, 9/24

[27] Bkz. En’am, 6/21. Hud, 11/113. Nisa, 4/140

[28] Bakara, 2/256

[29] Hacc, 22/77