NAMAZ KILINAN EVLER EDİNMEK

Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ, yeryüzünde yaşayan insan kulları arasında hidayet rehberleri kıldığı, örnek ve önder şahsiyetler olan Nebî ve Rasullerini şu vazife ile vazifelendirmiştir:

“Andolsun, Biz, her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve ta­ğuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir Rasul gönderdik. Böylelikle, onlardan kimene Allah, hidayet verdi. Onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık yeryüzünde dolaşın da, yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.”[1]

Rabbimiz Allah, yeryüzündeki her insan topluluğuna ve her kavme, kendilerini şirk ve küfürden arındırıp, yaratılış gayeleri olan yalnızca Allah’a kul olmayı hedeflemeleri için onları uyarıp yetiştirecek bir Rasul göndermiştir… Kendilerine Allah tarafından vazifeli kılınıp gönderilen Rasul:

“Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının” diye tebliğ etmiş, Allah’a şirksiz nasıl kulluk edileceğini onlara anlatıp, bizzat göstermiştir… İçinde bulunduğu kavmine tağutun, Allah’ın hükümlerini bir yana bırakıp, ilâhlaştırdığı hevasından hükümler koyarak, egemen olduğu insanları idare eden olduğunu apaçık izah ederek, onları, bu tağuta itaat etmekten alıkoymuştur… Allah’ın hükümlerini kaldırıp, kendi hükümlerinin yürürlüğe koyan her tağut, egemen olduğu bölgedeki ona itaat eden insanlar için bir ilâh ve bir rab durumundadır… Onun, ilâhlaştırdığı hevasından kaynaklanan hükümlerine itaat edenler, onun koyduğu helâl ve haram sınırlara riâyet edenler, onu, Allah’dan başka rab edinmiş olur… Bunun, böyle olduğunu Rabbimiz Allah beyan buyuruyor:

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiblerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar, tek olan bir ilâha ibadet etmekten başka bir şeyle emrolun­madı­lar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların şirk koştukları şeylerden yücedir.”[2]

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Allah’ı bırakıp, yani Allah’ın şirksiz amel etsinler diye indirdiği hükümleri bırakıp, bilginlerinin, rahiplerinin, yani bilim adamlarının, yöneticilerinin ve din adamlarının, ilâhlaştırdıkları hevalarından ortaya koydukları hükümlere itaat edip hayatı, o tağutî hükümlere göre düzen­lemenin, o hüküm koyucu tağutları rab edinmek olduğunu beyan buyurmuştur…

Adiyy b. Hatim (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurmuştur Ra­sulullah (s.a.s):

“Gerçi onlar, bunlara ibadet etmiyorlardı. Fakat bunlar, her­hangi bir şeyi onlara helâl kıldıkları vakit onu, helal kabul ediyorlar ve herhangi bir şeyi de onlara haram kıldıkları vakit onu, haram kabul ediyorlardı. (işte bu, Allah’dan başkasını rab edin­mek demektir).”[3]

Egemen olduğu Mısır halkına kendisinin, onların rabbi ve ilâhı olduğunu ilâh eden tağut Fir’avn,[4] kendisinden başka ilâh olmayan ve mülkünde ortağı bulunmayan Allah Teala’nın ve ye­gâ­ne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in beyan buyurduğu manada bir rablik ve bir ilâhlık iddiasındaydı… Mısır ülkesinin egemen tağutu Fir’avn, Âlemlerin yegâne Rabbi Allah Tealâ’nın, kulu ve Rasulü Musa (a.s) vasıtasıyla insan kullarının iman edip amel etmeleri için göndermiş olduğu hükümlerini bir yana bırakıp, kendi hükümleriyle halkı yönetiyordu… Hayata egemen olmak üzere gönderilen Allah’ın hükümlerini geçersiz kılmış, kendi tağutî hükümlerini yönettiği insanlar üzerinde egemen kılmıştı… Böylece egemen olduğu Mısır ülkesindeki kendi otoritesini kabul eden ve itaat etmekte hiçbir itirazları olmayan insanlar için, bir rab ve bir ilâh olmuştur…

Allah’ın kulu ve Rasulü Musa (a.s), Allah tarafından vazifeli kılınmış ve başta Fir’avn olmak üzere bütün Mısır halkına:

“Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının” diye tebliğ etmiş, “Kim tağutu tanımayıp Allah’a iman ederse, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır, bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.”[5]gerçeğini gündeme getirmiştir…

“Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şübhesiz batıl yok olucudur.”[6]hakikatı ortaya çıkınca, batılın temsilcisi Fir’avn ve yandaşları, hakkın temsilcisi Allah’ın Rasulü Musa (a.s.), Harun (a.s.)’a ve katıksız iman eden muvahhid mü’minlere karşı top­ye­kün savaş ilân ettiler… Korkunç işkenceler, zulümler ve baskılar yapmaya başladılar…

Allah Teâlâ, hayat kitabı olan yegâne hayat düstûrumuz Kur’ân-ı Kerim’de, Mısır’ın egemen tağutu Fir’avn ve onu kendilerine rab yapıp hükümlerine itaat eden yandaşlarının, Tevhid cephesindeki muvahhid mü’minlere karşı uyguladıkları işkence ve zulmün çeşitli sahnelerini beyan buyurmuştur… Böylece ta­ğu­tu ve tağutî düzenin değişmez karekterini, muvahhid mü’min kullarına izah buyurup, onların, çağdaşları olan egemen tağut­la­ra karşı uyanık olmalarını emir etmiştir…

Yegâne Rabbimiz Allah, Mısır ülkesinde meydana gelen bu hak ve batıl mücadelesinin bir bölümünü şöyle beyan buyuruyor:

“Allah, suçlu günahkârlar istemese de, hakkı (hak olarak) kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir.

Sonunda Musa’ya, kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Fir’avn ve önde gelen çevresinin kendilerini be­lâlara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünki Fir’avn, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı.

Musa dedi ki: “Ey kavmim, eğer siz, Allah’a iman edip Müslüman olmuşsanız, artık yalnızca O’na tevekkül edin.”

Dediler ki: “Biz, Allah’a tevekkül ettik. Rabbimiz, bizi, zulmeden bir kavim için bir fitne (konusu) kılma.

Ve bizi, kâfirler topluluğundan rahmetinle kurtar.”

Musa ve kardeşine (şöyle) vahyettik: “Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılınan (ve kıbleye dönük) yerler yapın ve namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri de müjdele.”[7]

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, kulu ve Rasulü Musa (a.s.) ile kardeşi Harun (a.s.)’a, “Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılınan yerler yapın” emri ile ilgili müfessirlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir:

“İsrailoğulları, ancak kendi mescid ve mabedlerinde namaz kılarlardı. Mescidleri de açıkça ortada görülüyordu. Musa (a.s.), peygamber olarak gönderilince, Fir’avn emir vererek israiloğul­la­rı­nın bütün mescidleri tahrib edildi ve namaz kılmaları yasaklandı. Yüce Allah da, Musa (a.s.) ve Harun (a.s.)’a, İsrailoğul­ları­na, Mısır’da bir takım evler, yani mescidler seçip edinin diye emir verdi. Yoksa bununla, mesken olarak kullandıkları evleri kasdetmemektedir.

İbrahim, ibn Zeyd, er-Rabi’, Ebu Malik, ibn Abbas ve diğerlerinin görüşü budur.

Burada maksadın, güvenlik duymanız için evlerinizde gizlice namaz kılın, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu da, Fir’avn’ın kendilerini korkutması sırasında olmuştu. Onlar, sabretmek, evlerini mescidler edinmek ve böylece de namazı kılmakla emrolundular. Allah’ın va’di gerçekleşinceye kadar duâ etmeleri de istendi. İşte yüce Allah’ın:

“Musa, kavmine: “Allah’dan yardım dileyin ve sabredin.” (A’râf, 7/128) buyruğundan kasdedilen de budur.

Güvenlik içinde oldukları sürece ancak mabed ve havralarında namaz kılmaları, dinî inançlarının bir gereği idi. Ancak, tehlikelerden korunmaları hâlinde evlerinde namaz kılmalarına izin verildi.”[8]

İmam Kurtubî (rh.a.), ayeti bu şekilde tefsir ederken, İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), meşhur tefsirinde bu ayet hakkında şunları beyan eder:

“Ayette zikredilen “evler” lafzından muradın mutlak mânâda “evler” olduğunu söyleyenler, ayetteki kıble sözünü iki şekilde tefsir ederler:

a) Maksud, o evlerin karşı karşıya yapılmalarıdır. Bunun gayesi ise, bir birliğin oluşması ve birbirleri sayesinde güç-kuvvet kazanmalarını temindir.

b) Bazıları da: Bundan murad, “evlerinizi kıble edininiz, yani evlerinizde namaz kılınız” mânâsınadır, demiştir.

Müfessirler, bu hadisenin nasıl cereyân ettiği hususunda şu üç izahı yapmışlardır:

1) Musa (a.s.) ve beraberinde olanlar, kâfirler kendilerine galib gelmesin ve böylece de kendilerine eziyet ederek kendilerini dinlerinden döndürmesinler diye başlangıçta, evlerinde, kafirlerden gizli biçimde namaz kılmakla emredilmişlerdir. Bu, tıpkı müminlerin, Mekke’de İslâm’ın ilk yıllarında içinde bulundukları durumu benzer.

2) Şu da ileri sürülmüştür: Allah Teâlâ, Musa (a.s.)’ı İsrail­oğul­larına peygamber olarak gönderdiğinde Fir’avn, İsrailoğul­larının mescidlerinin yıkılmasını emreder ve onları, namaz kılmaktan men’eder. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, inanan o kimselere, evlerinde mescidler edinmelerinin ve Fir’avn’ın korkusundan dolayı orada namaz kılmalarını emretmiştir.

3) Allah, Musa (a.s.)’ı onlara peygamber olarak gönderip, Fir’avn da o şiddetli düşmanlığını izhâr edince, Cenâb-ı Hak, Mu­­sa (a.s.) ile Harun (a.s.) ve onların kavimlerine, düşmanlarına rağmen mescidler edinmelerini emretmiş ve onları, düşmanlarının şerrinden korumayı tekeffül etmiştir.”[9]

İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a)’in, egemen zalim ve müşrik ta­ğut Fir’avn’ın otoritesindeki Mısır ülkesinde, Allah’ın kulu ve Ra­­sulü Musa (a.s.) ile Harun (a.s.) ve onlara iman eden mü’­min­­­lerin durumunu: “Bu, tıpkı mü’minlerin, Mekke’de İslâm’ın ilk yıllarında içinde bulundukları duruma benzer” tesbiti bizim, müşrik tağutların egemenliğindeki şirk devleti olan Mekke’nin İslâm’la tanıştığı ilk günlerini gözden geçirmemize vesile oldu…

İlâhlaştırılmış putların ve rableştirilmiş tağutların egemenliğinde bulunan Mekke’de, İslâm düşmanları olan müşriklerin iş­kencelerinden, zulümlerinden ve ağır baskılarından dolayı gerek Rasulullah (s.a.s.), gerekse ümmetinden olan Ashab-ı Kiram (Al­lah cümlesinden razı olsun) kendilerini gizlemek için evler edin­mişlerdi… Rasulullah (s.a.s.) edindiği evi, muvahhid mü’min­­lerle buluşma, görüşme, eğitim ve yönetim yeri yaparken, mu­vahhid mü’minler edindikleri evlerinin birer Kur’ân, zikir ve ibadet yeri etmişlerdi… Bu “evler edinme” konusunda üç örnek vererek, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaya gayret edeceğiz…

1)Yegâne hayat örneğimiz ve önderimiz Resulullah (s.a.s.), mü’min müslümanlarla buluşma, görüşme, eğitim ve yönetim için, “Erkam b. Ebi’l-Erkam (r.a.)”’ın evini merkez edinmiş ve “Dâ­ru’l-Erkam” denilen bu evdeki faaliyetlerini gizli tutmuştu…

Meşhur tarihçi Ebu’l-Velid Muhammed el-Ezrakî (rh.a.), “Ahbâr’u Mekke” adıyla kaleme aldığı önemli eserinde şöyle diyor:

“Dâru’l- Erkam: Mekke’de, Erkam b. Ebi’l-Erkam’a aid bir ev daha vardı ki bu ev, Safâ (tepesi) yanında bulunmaktaydı. Ona, “Dâru’l-Hayzeran” da denilmekte idi. Hz. Peygamber (s.a.s.), Ashabı ile burada toplanırlardı. Hz. Ömer (r.a), bu evde Müslüman oldu.”[10]

M. Âsım Köksal, “Dâru’l-Erkam”’ı kaynak eserlerden hareketle şöyle anlatıyor:

“İslâm Tarihinde “Dâru’l-İslâm” diye anılan Dâru’l-Erkam, As­hab-ı Kiram’dan Erkam b. Ebi’l – Erkam’ın Mekke’de, Safâ tepeciğinin yanında bulunan evi olup Kâbe’nin arsası, Harem’i içinde idi.

Peygamberimiz (s.a.s.), Kureyş müşriklerinden sakınarak bu mübarek evde gizlenir, yanına gelenleri orada islâmiyet’e da­vet ederdi.

Peygamberimiz (s.a.s.) ile Ashabı, Dâru’l-Erkam’da gizlice toplanırlardı.

Peygamberimiz (s.a.s.), onlara, orada Kur’ân-ı Kerim okur ve öğretirdi. Orada, topluca namaz da kılarlardı.

Yüce Allah, dinini halka açıklamasını emir buyuruncaya ka­dar, üç yıl, peygamberimiz (s.a.s.) işini gizli yürütmüştür.

Bu müddet içinde, yanına gelenleri, Allah’ın birliğine inanmaya ve O’na ibadet etmeye, kendisininde peygamberliğini tas­dike gizlice davet etmeye uğraşmış, birçok insanlar, Dâru’l-Er­kam’a girip Müslüman olmuşlardır.

Dâru’l-Erkam, Dâru’l-İslâm olarak seçilirken herhâlde, Kâbe’nin arsası üzerinde yapılı ve Kâbe Haremine dahil bulunuşu, kalabalık bir çevrede oluşu, oraya giren, oradan çıkanların pek belli olmayışı, halk ile temas kolaylığı gibi bazı özellikleri göz önünde tutulmuş olabilir.

Peygamberimiz (s.a.s.), Dâru’l-Erkam’a giriş hadisesi, ilk sıralarda Müslüman olanların Müslüman oluşu tarihlerine de esas teşkil etmiş.

-Rasulullah (s.a.s.), Dâru’l-Erkam’a girip halkı orada İslâmiyet’e gizlice davete başlamasından önce Müslüman olmuştu, denilerek tarih düşürülmüştür.”[11]

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), “Dâru’l-Erkam”’ı dâvâ­­nın merkezi yapmış ve ümmeti orada yönetmiş, muvahhid mü’­minleri orada yetiştirmişti… Dâru’l-Erkam, bir iman ve ci­had mektebi olmuştu…

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu Sünneti, kendi zamanın­da ve O’ndan sonra Mekke’nin o günkü durumuna dönüşmüş bütün işgal edilmiş, aynı zamanda egemen tağutların hâkimiyetinde olan İslâm topraklarında esir muvahhid mü’minle­rin amel ettiği bir Sünnet’tir.

İrbâd ibn Sariye (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s):

“Benim Sünnetime ve hidayete mazhar kılınmış olan Hu­la­fâ-yi Râşidîn’in sünnetine sarılınız. Bu sünnetleri dişlerinizle sıkıca tutunuz.”[12]

2) Rasulullah (s.a.s.)’in halifesi İmam Ebu Bekr es-Sıddık (r.a.), şirkin ve müşrik tağutların egemen olduğu Allah’ın hükümlerinin hayata hakim oluşunun dışlandığı ve muvahhid mü’­minlere her türlü zulmün yapıldığı Mekke’de içinde namaz kıl­mak, Kur’ân okuyup Rabbi Allah’ı zikretmek için ev edinmişti…

Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha), babası İmam Ebu Bekr (r.a.)’ın Mekke’den hicret etmek için ayrıldığını, Berku’l-Gımad mevkiinde Kaare kâbilesinin Seyyidi İbnu’d- Dağine’ye rastladığını, ib­nu’d-Dağine’nin kendisini himayesine alıp hicret etmekten vaz geçirdiğini ve tekrar Mekke’ye geri dönüşünü anlatıp şöyle devam etmektedir:

Kureyş de, İbnu’d – Dağine ‘nin Ebu Bekr’i emânına alması­nı infâz etti ve Ebu Bekr’i emniyette kıldılar.

İbnu’d-Dağine’ye:

-Ebu Bekr’e emret! O (bir şeye karışmasın), evinde Rabbine ibadet etsin, evinde namaz kılsın, dilediği şeyi okusun. Fakat okuduğu ile bize ezâ vermesin, okuduğunu yüksek sesle okumasın. Çünkü biz, oğullarımızı ve kadınlarımızı fitneye düşürme­sinden korkmuşuzdur, dediler.

Kureyş’in bu sözlerinin de ibnu’d-Dağine, Ebu Bekr’e söyledi. Ebu Bekr de, bu şartlara göre evinde Rabbine ibadet etmeye, evinden başka yerde yüksek sesle namaz kılmamaya ve yüksek sesle okumamaya başladı. Sonra Ebu Bekr için bunun muhalifi bir re’y zahir oldu da, evinin yanına bir mescid bina et­ti. Oraya çıktı. Orada namaz kılıyor ve Kur’ân okuyordu. Bunun üzerine müşriklerin kadınları ve oğulları, Ebu Bekr’in ibadet ve kıraatine taacüb ederek ve O’na bakarak bir izdihâm ve sıkışıklık meydana getiriyorlardı.

Ebu Bekr, ince yürekli, çok ağlayıcı bir adamdı. Kur’ân okur­ken gözyaşını tutamazdı. Ebu Bekr’in bu hâli, Kureyş’in müş­rik önde gelenlerini korkuttu da onlar, ibnu’d-Dağine’ye haber gönderdiler…”[13]

İmam Ebu Bekr (r.a.)’ın evi, bir iman ve cihad mektebi olmuştu…

3) Emirü’l- Mü’minin İmam Ömer İbnü’l-Hattab (r.a.)’ın kızkardeşi Fatıma bintu’l-Hattâb (r.anha) ile kocası Said b. Zeyd (r.a.) mü’min Müslüman olmuş, evlerini, Kur’ân okunup öğrenilen ve ibadet edilen bir ev hâline getirmişlerdi…

Ashab-ı Kiram’dan Kur’ân-ı Kerim okuyucusu ve öğreticisi Habbab b. el- Eret (r.a.), onların evine gizlice gelir, kendilerine Kur’ân okur ve öğretirdi… Böylece Said b. Zeyd (r.a.)’ın evi İs­lâm’ın öğrenildiği, Kur’ân’ın okunduğu ve yalnızca Allah’a ibadet edildiği bir eğitim ve öğretim yuvası olmuştu… Bir iman ve cihad mektebi olan bu ev, bütün çağları kuşatıcı bir örnek mu­vahhid ailenin evi idi… Muvahhid ailenin, aile ferdlerinin eğitilip yetiştirilmesinin örneği…

Bu muvahhid ailenin Tevhidî eğitimi hakkında bilgi veren İbn İshak (rh.a.), Emirü’l-mü’minin İmam Ömer İbnü’l Hattâb (r.a.)’ın müslüman oluşu kıssasını naklederken bir bölümünde şöyle diyor:

“Bunun üzerine Ömer, kızkardeşini ve eniştesini kasde­de­rek döndü. Kızkardeşi Fatıma’nın evine gitti. Fatıma’nın yanında Habbab b.el-Eret de bulunuyordu. Habbab’ın elinde Tâhâ Sûresi’nin yazılı olduğu bir sahife vardı. Bu sahifeyi, Fatıma’ya okutuyordu.

Ömer’in sesini duyduklarında Habbab, evin bir köşesine ve­ya saklanılacak bir yerine gizlendi. Fatıma bintu’l-Hattab da, Kur’ân sahifesini alıp elbisesi içine sakladı…”[14]

Said b. Zeyd (r.a.)’ın evi, iman ve cihad mekteblerinden biri idi.

Mu’teber kaynak eserlerde yer alanbu üç olay, şirkin ve müş­­rik tağutların egemen olduğu o günkü Mekke ortamında, önderimiz Rasulullah (s.a.s.) ve en hayırlı nesil olan Ashabının net tavrını beyan etmektedir. Egemen zalim tağutların zulmü altındaki Mekke’de, iman ve cihad mektebleri olan evler edinilmiş, bu evlerde iman, İslâm, ihsân ve Allah yolunda cihad öğrenilip amel edilmiştir… Hayat, iman ve cihaddır… Katıksız iman ve Allah yolunda her gayreti göstermek demek olan cihad, hayatın gayesi idi… Şirkin ve egemen tağutların işgal edip her türlü zulmün yapıldığı İslâm topraklarında esaret altıdaki mu­vahhid mü’minler, hayatlarının Mekke’sini yaşamaktadırlar. Ha­yatlarını, önder ve örnek Rasulullah (s.a.s)’in hayatıyla aynîleştirmek ve Sünnet’e tabi olmak ile mükelleftirler… Unutturulan Sünnet’in ihyası, her muvahhid mü’min için bir kulluk vazifesidir.

Ebu Hureyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurur:

“Ümmetimin fesadı döneminde sünnetime sarılan şehid ecri (sevabı) alır.”[15]

Muvahhid mü’min Müslümanlardan oluşan en hayırlı ümmet, hep beraber hayırlı amellere sarılmalı ve Sünnet’e sımsıkı yapışmalıdır…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Karanlık gecelerin (zifiri) karanlıklarına benzeyen fitneler ortaya çıkmadan hayırlı amellere acele ediniz. (çünkü o fitneler ortaya çıktığı vakit) kişi, mü’min olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayacak yahud mü’min olarak akşamlayacak, kâfir olarak sabahlayacaktır. Dinini az bir dünya menfaatı karşılığında satacaktır!”[16]

 



[1]    Nahl, 16/36.

[2]    Tevbe, 9/31.

[3]    Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B.10, Hds.3292.

[4]    Bkz. Kasas, 28/38. Nazi’ât, 79/21-25. Şuara, 26/29.

[5]    Bakara, 2/256

[6]    İsra, 17/81.

[7]    Yunus, 10/82-87.

[8]    İmam Kurtubî, el-Câmiu Li Ahkâmi’l- Kur’ân, Çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 1999, C.8, Sh.572-573.

[9]    Fahruddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr-Mefatihu’l Gayb, Çev. Prof. Dr. Suat Yıldırım, vdğ. Ank. 1991, C.12, Sh.452-453.

[10]   Ebu’l-Velid Muhammed el-Ezrakî, Kâbe ve Mekke Tarihi, Çev. Y. Vehbi Ya­vuz, İst. 1980, Sh.426.

[11]   M. Âsım Köksal, İslâm Tarihi-Hz. Muhammed ve İslâmiyet, İst. 1999, C.1, Sh.247-249. (Köksal Yayıncılık).

Not: Aynı Eser, Şamil Yayınları tarafından “İslâm Tarihi” adıyla yayınlanmıştır. Bkz. İslâm Tarihi, C.3, Sh.202-203.

[12]   Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.6, Hds.42-43

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B.5, Hds.4607

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.16, Hds.2815.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4, Sh.126,127.

[13]   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Kefâlet, B. 4, Hds.6.

Muhammed ibn İshak, Siyer, Çev. Sezaî Özel, İst. 1991, Sh.297-298.

İbn Hişam, İslâm Tarihi–Siret-i İbn Hişam Tercemesi, Çev. Hasan Ege, İst. 1985, C.2, Sh.16-19.

İbn Kesir, El-Bidaye ve’n–Nihaye- Büyük İslâm Tarihi, Çev. Mehmet Keskin, İst. 1994, C.3, Sh.142-144.

[14]   İbn Hişam, A.g.e .C.1, Sh.458-459.

Muhammed İbn İshak, A.g.e.‎, Sh.241-242.

İmam Zehebî, Tarihu’l–İslâm, Çev. Muzaffer Can, İst. 1994 C.1, Sh.262.

[15]   İmam Muhammed b. Muhammed b. Süleyman er-Rûdânî, Cemû’l-Fevaid-Büyük Hadis Külliyatı, Çev. Naim Erdoğan, İst. 2003, C.1, Sh.45, Hds.143. Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat’tan.

Beyhakî, Kitabu’z-Zühd, Çev. Enbiya Yıldırım, İst. 2000, Sh.70, Hds.63.

[16]   Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 51, Hds.186

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B-27, Hds.2291-2293.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2, Sh.304,372,390. C.3, Sh.453. C.4, Sh.273, 277.