TAĞUTLARIN EGEMENLİĞİNDE RAHAT YAŞAMAK

 

Katıksız iman eden muvahhid mü’minlerin ortaksız velîsi Allah, onları karanlıklarından nura çıkarmış[1] ve şöyle buyurmuştur:

“Gerçekten sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana ibadet edin.”[2]

“İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Benden korkup sakının.”[3]

Yegâne Rabbi, Meliki ve İlâhı Allah olan[4], yalnızca O’na şirksiz ibadet etmekle mükellef[5], insanlardan değil, yalnızca O’ndan korkan[6]bu ümmet, bütün ferdleriyle aynı Tevhid akîdesi’nin mensubları olduğu için bir tek ümmettir… Rabbi Allah, di­ni İslâm ve önderleri Rasûlullah Muhammed (s.a.s.) olan bu ümmet, insanlar için çıkarılmış olan en hayırlı ümmettir…[7] Bu üm­met, yalnız ve şirksiz Allah’a iman edip ibadet eden ve yalnızca O’dan yardım dileyen bir ümmettir…[8]

Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ, kendisine katıksız iman edip, şirksiz amel işleyen bu ümmete şöyle emir buyuruyor:

“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayım. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın.”[9]

Allah’ın ipi… Gökten yere uzatılmış sapasağlam bir ip… Ona sımsıkı sarılanların kurtulduğu, dünyada izzet ve şeref üzere, katıksız imanla ve salih amelle yaşayıp huzurlu ve mutlu olduğu ip!.. Allah’ın ipi!..

Zeyd b. Erkam (r.a.) rivayetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Dikkat edin! Ben, sizin aranızda iki ağır yük bırakıyorum. Bunların biri Allah(Azze ve Celle)’nin Kitabı’dır. O, Allah’ın ipidir. Her kim O’na tabi olursa, doğru yolda ve kim terk ederse dalâlette olur.”[10]

Cubeyr b. Mu’tim’in babsı Mu’tim(r.a.) anlatıyor:

Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. Cu’fe’de Rasulullah (s.a.s.), yanımıza çıkageldi ve şöyle buyurdu:

“Siz, Allah’dan başka ilâh olmadığına, O’nun tek olduğuna ve ortağı bulunmadığına, benim Allah’ın Resulü olduğuna, Kur’ân’ın Allah tarafından geldiğine şahidlik ediyor musunuz?”

Biz:

– Evet, ediyoruz, dedik. Sonra şöyle buyurdu:

“Muhakkak bu Kur’ân’ın bir tarafı Allah’ın kudret elinde, diğer tarafı da sizin elinizdedir. Ona, sımsıkı sarılın. Böyle yaparsanız, ondan sonra hiçbir zaman helâk olmaz ve dalâlete düşmezsiniz!”[11]

Cabir b. Abdullah (r.anhuma)’dan.

Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Size, öyle bir şey bıraktım ki, ona sımsıkı sarılsanız, bir daha asla sapmazsınız. Size, Kitabullah’ı bıraktım!..”[12]

Yegâne Rabbimiz Allah’ın buyurduğu ve yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.) izah ettiği gibi, Allah’ın ipi olan Kur’ân-ı Kerim’e sımsıkı sarılmak, kadın olsun, erkek olsun bütün mu­vah­hid mü’minler için ertelenmez bir kulluk vazifesidir… Muvahhid mü’minler, tarih boyu bu vazifelerine sadık kalıp, gereğini yerine getirdikleri zamanlarda, yeryüzünün fatihleri ve varisleri olmuşlardır… Bu kulluk vazifelerini hakkıyla yapıp, Allah’ın Kitabı ve Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ne itaat ettikçe, dünyanın yönetimi, yani insanlara Allah’ın hükümleriyle hükmetme yetkisi onlara verilmiştir… Egemenlik, hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan Allah’a, iktidar muvahhid mü’minlerindi… Onlar, iman ve salih amel konusunda itaatlerini gösterdikçe ve yalnız Allah’a ibadet ettikçe, durumda bir değişme olmadan bu hayırlı hayat devam etti… Allah’ın değişmez sünnetidir ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe ve hâli hazırladıkça Allah, onları değiştirip boz­maz…

“Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah, şübhesiz işitendir, bilendir.”[13]

Âlemlerin Rabbi Allah, kendilerini yeryüzünün varisleri[14] kıldığı muvahhid mü’min kullarına şu emri vermiştir:

“Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düş­meyin, çözülüp yılgınlaşırsanız, gücünüz gider. Sabredin, şüb­­hesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”[15]

Kurtuluş ve mutluluk Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat etmektedir… İzzet ve şeref üzere bir hayat yaşamak Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat etmekle gerçekleşir… Bütün tağutî bağlardan âzâde olmuş ve her türlü sömürüden kurtulup bağımsız hâle gel­miş bir İslâm vatanında (Dâru’l- İslâm’da), özgür bir şekilde, yani kullara kul olmaktan tamamen kurtulup yalnızca Allah’a kul olma hâli üzere yaşamak, Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat et­mekle gerçekleşir…

Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

“Kim Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederse ve Allah’dan korkup O’ndan sakınırsa, işte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır.”[16]

Rabbimiz Allah:

“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın.”

“Çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsanız, gücünüz gider.” buyurmuştur…

Enes b. Malik(r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

“Birbirinizle buğz (ve düşmanlık) yarışına girmeyiniz. Birbirinize hased etmeyiniz. Birbirinize sırt çevirip ayrılmayınız!

Ey Allah’ın kulları, birbirinizle kardeşler olunuz!

Bir müslüman, din kardeşini üç günden fazla bırakması (küs durması) helâl olmaz!”[17]

Allah ve Rasulü (s.a.s.) böyle buyuruyor!..

Katıksız iman sahibi muvahhid mü’minlerin vazifesi, Rabb­leri Allah’dan ve önderleri Rasulullah (s.a.s)’den gelen bir emre veya bir nehiye karşı: “işittik ve itaat ettik.”[18] demeleridir… İşitip, gereği gibi itaat edenler kurtuluşa ermişlerdir!..

Bir ümmet olarak, mü’min müslümanlar, Rabbleri Allah’a ve önderleri Rasulullah(s.a.s.)’e itaat ettikleri dönemde, dünyanın her yerinde düşmanlarına galib geldiler ve yeryüzünün varisleri olarak yeryüzünde iktidar sahibi oldular!.. Son yüzyılda olduğu gibi, ne zaman Rabbleri Allah ve önderleri Rasulullah (s.a.s.)’e itaat noktasında gevşek davrandılar, hep beraber sımsıkı sarıldıkları Allah’ın Kitabı’na sarılmalarını gevşettiler ve böylece kardeşliği bozup birbirlerinden el çektiler, işte o zaman yıl­dılar, yıkıldılar, parçalanıp dağıldılar!.. Onların bu yılgınlıklarından, bu parçalanıp dağınıklıklarından faydalanan düşmanları, kendilerine savaş açtı… Yıllarca süren savaşlarda her cephede yenildiler ve düşmanları galib olurken, onlar malubiyetin çetin acısını tat­tılar.

Merhamet olunmuş, vasat ümmet, İslâm düşmanlarından aldığı bu yaradan dolayı yenildi ve esir düştü… İslâm düşmanla­rı olan tağutlar, İslâm topraklarını işgal edip, müslüman­la­rı esir ederek onlara egemen oldu… Allah’ın hükümlerini hayatın dışına iterek, onların yerini ilâhlaştırdıkları hevalarından kaynaklanan hükümleri topluma hakim kıldılar…

Ve İslâm Milleti, bu yenilgiden sonra paramparça oldu… Parçalanan İslâm topraklarının her bir parçası, bir tağutun ege­men­liğine girdi… Tağutların egemenliğindeki esaret altında ya­şayan mü’min müslümanlar, İslâm’ın ilk günlerindeki şirkin ve ta­ğutların egemen olduğu Mekke’de yaşayan, zulüm ve işkence altındaki mü’min müslümanlara döndüler!..

Bir asır bu esaret hayatı ve tağutların egemenliğinde geçti… Ve hâlâ devam etmektedir… Bu bir asırlık şirkin ve küfrün ege­menliği, yetişen yeni nesilleri kendi inanç anlayışıyla yetiştir­me­ye çalıştı… İnsanların çoğu, onların egemenliklerini, inanç­­larını, kültürlerini ve amelî anlayışlarına kapıldı… Kimi bu anlayışı tam benimsedi, kimi başka çâresinin olmayışından hareketle bu sele kapıldı, kimisi ise Rabbi Allah’ın kendisine ver­diği hidayet ve ilimle, egemen tağutlara karşı çıkıp direnmeyi sürdürdü… Bu mücadele ve mücahade, esaret altında yaşayan ve kendilerini müslüman kabul eden kitleler arasında iki ana düşünceyi ortaya çıkardı:

1- “Egemen tağutların şirk ve küfür olan düzenlerinde yaşamak zorundayız. Elimizden onlara karşı gelmek gelmez. Bizler, mustaz’aflarız, imkânımız ve gücümüz yoktur… O hâlde bu egemen tağutların şirk düzenlerinde, onların şemsiyesi altında, onların gölgesinde nasıl rahat yaşarız.” diyenler.

2- “Egemen zalim tağutlar, bizim vatanımızı işgal etmişlerdir. Onlar, Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen ve hevalarından kaynaklanan hükümleri topluma dayattıranlardır… Şirk ve küfür ile hükmetmekte, zulüm ve sömürüyü sürdürmektedirler… Bi­zim vatanımızda, bizi insan yerine koymayanlar, bütün hak ve hürriyetimizi gasbetmişlerdir… Biz, bunlardan nasıl kurtulur, bu şirk düzenini, bu zulüm ve sömürü sistemini nasıl değiştire biliriz” diyenler.

Bu iki anlayış taraftarları arasında büyük uçurumlar oluşmuş, zaman zaman çatışmalar meydana gelmiştir… Birinci an­la­yıştaki olanlar, mevcud egemen tağutî düzenin yanında iyi niyetiyle yerini alırken; ikinci anlayışta olanlar, mevcud tagutî dü­­zeni değiştirme yollarını araştırmış ve ondan kurtulmanın çâ­relerine başvurmaya gayret etmişlerdir… Birinci anlayıştakiler, Kur’ân-ı ve Sünneti, kendi hâllerine, içine düştükleri zillet durumlarına göre yorumlayarak, zalim tağutların egemenliğinde “nasıl rahat yaşarız” yolunu tutular… İkinci anlayıştakiler, kendi­mizi, ailemizi ve içinde yaşadığımız toplumu, nasıl islâm’a tabi kılar, emrolunduğumuz gibi nasıl yaşarız.” mücadelesini vermeye gayret ettiler…

Bu iki anlayış taraftarları, akîdelerini, amellerini, siyasetlerini, ekonomilerini, eğitimlerini, hukuklarını, ticaretlerini, işlerini ve güçlerini, anlayışlarını çerçevelerinde değerlendirdiler… Ve bu değerlendirmeye göre bir hayat yolu belirlediler…

Bu anlayışlar, İslâm’ın ilk yıllarında ve fetihden önceki şirk yönetimi ve tağutların egemenliği ile yönetilen Mekke hayatını hatırlatmaktadır…

Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Melekler, kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: “Ne işte idiniz?” Onlar: “Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (mustaz’aflar) idik.” derler. (Melekler de:) “Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?” derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o.”[19]

Bu ayetin iniş sebebi için kaynak eserlerde şunlar kaydedilmiştir:

Ebu’l-Esved anlatıyor:

(Abdullah ibnu’z-Zubeyr’in Mekke üzerindeki halifelik günlerinde) Medine halkına (Şamlılarla harbetmek için) bir ordu çıkarmaları kesinleşti. Ben de, bu orduya yazıldım. Akabinde ibn Abbas’ın âzâdlısı İkrime’ye kavuştum. O’na, bu orduya yazıldığımı haber verdim. İkrime, beni bu işten şiddetle nehyetti sonra şöyle dedi:

Bana, İbn Abbas şöyle haber verdi:

– Müslümanlardan (Mekke’de kalıp hicret etmeyen) birtakım insanlar, Rasulullah zamanında müşriklerle beraber olup (Resulullah’a karşı) onları (şirk) topluluğunu çoğaltıyorlardı. Be­dir savaşı sırasında düşman safları arasında bulunan bu kişilere ok atıyor ve atılan ok, varıp bunlardan birisine isabet ediyor ve onu öldürüyordu yahud kılıçla vurulup öldürülüyordu.

Bunun üzerine Allah:

“Melekler, kendi nefislerine zulmedenlerin…” ayetini indirdi.[20]

İbn Hişam (rh.a.)şöyle diyor:

– Müslüman olup Mekke’de kalmış ve Kureyş tarafında savaşa mecbur kalmış bir grup Bedir’de öldürüldüler. Bize emro­lunduğuna göre Kur’ân’da, onların hakkında şu ayet nâzîl oldu:

“Melekler, kendi nefislerine zulmedenlerin.”

Bunun böyle olması, şunun içindir ki onlar, müslüman olmuşlardı. Rasulullah (s.a.s.) ise, henüz Mekke’de idi. Rasulullah (s.a.s.), Medine’ye hicret ettiği zaman onların, babaları ve aşiretleri, onları Mekke’de habsettiler ve onları dinlerinden çevirdiler. On­lar da, dinlerinden döndüler. Sonra kavimleriyle beraber Bedr’e yürüdüler ve böylece onlarla birlikte musîbete uğradılar.[21]

Abdullah ibn Abbas (r.anhuma) şöyle demiştir:

– Mekke halkından bir topluluk müslüman olmuştu. Onlar, müslüman olduklarını gizliyorlardı. Müşrikler, Bedir savaşında onları da götürmüşlerdi. Onlardan bazıları öldürüldüler. Bunun üzerine müslümanlar:

“Öldürülen şu arkadaşlarımız müslüman idiler. Onlar, buraya zorla getirildiler. Siz, onlar için af dileyin” dediler.

İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nâzil oldu.[22]

Dahhâk (rh.a.) şöyle der:

– Bu ayet, Rasulullah (s.a.s.) ile birlikte hicret etmeyip Mekke’de kalan münafıklar hakkında nâzil olmuştur.

Bunlar, Bedir günü müşriklerle birlikte çıktılar ve ölenler içinde bunlar da öldü. Bunun üzerine bu ayet-i kerime, genel ola­rak dinini yaşamak imkânı olmadığı ve hicrete güç yettiği hâlde müşriklerin arasında kalanlar hakkın da nâzil olmuştur. Bu kişi, icmâ ile nefsine zulmetmiş, haram işlemiş sayılır. Bu ayet-i kerimenin metni de onların kendilerine yazık ettikleri ve haram işlediklerini bildirmektedir.[23]

İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu ayetin tefsirinde şöyle di­yor:

Bu ayetteki “öz nefislerine zulmedenler” ifadesinden ne murad edildiği hususunda, şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bununla, küfür diyarında müslüman olup, orada oturmaya devam ederek, İslâm diyarına hicret etmeyen kimseler kasdedilmiştir.

b) Bu ayet, korktukları için mü’minlere iman ettiklerini söyleyip, kendi kavimlerinin yanına geldiklerinde de kâfir olduklarını ortaya koyan ve Medine’ye hicret etmeyen bir grup münafık hakkında nâzil olmuştur. İşte bunun üzerine Canab-ı Hak, bu ayet ile, bu gibi kimselerin, münafıkları, küfürleri ve hicret etmeyişleri sebebi ile, kendi kendilerine zulmetmiş olduklarını beyan etmiştir.

Canâb-ı Hakkı’ın:

“Derler ki: “Ne işte idiniz? buyruğu ile ilgili olarak da şu izah yapılmıştır:

a) Bu, dinimizle ilgili meselelerde nerede idiniz? demektir.

b) Bu, Muhammed ile mi, yoksa O’nun düşmanları ile mi savaşıyordunuz? demektir.

Daha sonra Allah Teâlâ, Meleklerin, “Ne işte idiniz” sorusuna cevab olarak münafıkların, “Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (mustaz’aflar) idik, dediklerini beyan buyurmuştur.

Aslında cevab olarak onların, “Biz, şunda idik veya şunda değildik, demeleri gerekirdi (denilirse), buna karşı şöyle cevab verilir:

Ayetteki, “Ne işte idiniz?, ifadesi, hicret edebilecek güçte oldukları hâlde hicret etmedikleri için, onları dinî herhangi bir iyi işte olmamadan dolayı bir tevbih ve azarlamadır. Bundan dolayı onlar, azarlandıkları hususta özür beyan ederek ve hicret etmeye kadir olmadıklarını belirterek, “Biz, zayıf bırakılmışlar (mus­taz’aflar) idik” demişlerdi. Melekler ise, onların ileri sürdükleri mazereti kabul etmeyip, aksine bunun, onların yüzüne vurarak: “Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi? demişlerdir.

Melekler, bununla şunu kasdetmişlerdir:

“Sizler, Mekke’den çıkıp, dininizi acıkça yerine getireceğiniz beldelere hicret edebilirdiniz. Amma hicret, edemediğinizden değil, aksine buna kadir olduğunuz hâlde, kafirler içinde oturup kaldınız.”

İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onlara karşı tehdidi (va’î­dini) göstererek:

“İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o.” buyurmuştur.[24]

İslâm âlimlerince yapılan bu açıklamalardan apaçık anlaşıldığı gibi, egemen tağutların yönetiminde şirk ve küfür ile yönetilen Mekke’de, müslüman olduklarını söyleyen, fakat imanlarının gereğini yapmayanlar bulunmaktadır… İman ettiklerini beyan eden bu kişiler, Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat konusunda çok gevşek davranmış, İslâm Dâvâsı uğrunda hiçbir zorluğu ve çileye katlanmak istememiş, tağutların egemenliğindeki Mekke şirk devletinde rahat yaşamak istemişlerdir… Ve bu itaatsizliğin, bu gevşekliğin ve de bu ta­ğut­ların egemenliğinde rahat yaşamanın bedeli belli… Sonuç:

“İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o.”

Çünkü onlar, şirke, küfre tuğyana, zulme ve sömürüye karşı çıkıp, Allah’ı Rabb, İslâm’ı din ve Rasulullah (s.a.a.)’i önder kabul ederek, Allah ve Rasulüne itaat edip katıksız imanlarının gereğini yapan muvahhid mü’minlerin yanlarında yer almayıp, egemen tağutlar ve onların şirk yönetimlerini benimseyenlerin saffında kaldılar… Bu, öyle bir kalıştı ki onları, yanlarında kalanlara döndürdü… Hicret imkânları var iken, müşriklerden uzaklaşma, onlarla beraber bulunmama çareleri mevcudken onlar, buna gayret göstermediler… Böylece Allah düşmanı müşriklerle beraber kaldılar… Rahatlarını tercih ettiler… Allah yolunda, evlerinden, yurtlarından, bağ-bahçelerinden tica­retlerinden, servetlerinden ayrılanlar gibi davranmadılar ve acı bir azab ile kar­şılaştılar…

Semüre b. Cündüb (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) söyle buyurur:

“Müşriklerin mahallesinde oturmayın onlardan kadın almayın! Her kim onlarla oturur ve onlardan kadın alırsa, o da onlar gibidir.”[25]

Egemen zalim tağutlar tarafından işgal edilmiş İslâm topraklarındaki esaret altında bulunan müslümanlar, bu ayet-i ke­rimenin iniş sebebi olan olaydan ders almalıdırlar… Egemen tağutların gölgesi altında, onların hükümlerine tabi olarak rahat yaşamak, onların saffında yer alıp onlar gibi olmayı gerektirir… Onlara tabi olmadan, hükümleri gereği yaşamadan, arzularını yerine getirmeden ve onlara destek verip yardımcı olmadan as­la rahat yaşamak yoktur… Onların şirk egemenliğini reddedip, hükümlerini geçersiz kılarak, kendilerine karşı gelenler ra­hat yü­zü görebilir mi? Tağutların eğemenliğinde hayat yaşamak, on­ların emrine tabi olmak ve hükümlerine göre yaşamakla olur…

Rabbimiz Allah:

“Eğer onlara itaat ederseniz, elbette siz de müşrikler olursunuz.”[26]buyurur.

Şirk ve küfür, tek millettir!..

İslâm da tek millettir!..

Küfür milleti ile İslâm Milleti asla birbiriyle barışamaz ve karışmazlar… İslâm ile küfrü birbiriyle barıştırıp karıştırmak isteyenler, asla İslâm Milletin’den olamazlar… Çünkü İslâm, hak ile batılı birbirine karıştırmayı reddeder…

Rabbimiz Allah:

“Kendiniz bilip dururken hakkı batıla karıştırmayın ve (bildiğiniz) hakkı da gizlemeyin.”[27] buyuruyor.

Allah’ın hükümlerini geçersiz kılıp, ilâhlaştırdıkları hevaların­dan ortaya koydukları hükümleri egemenliklerinde bulunanlara uygulatan zalim egemen tağutların egemenliklerinde rahat yaşamak, Tevhid, iman ve İslâm’la asla uzlaşıp uyuşmaz!.. Böyle tağutların egemenliklerini destekleyerek, onların düzenlerini benimseyerek, onların sisteminde rahat yaşamayı tercih edenler, İslâm ile ilişkilerini zedelemiş ve iman etmişlerse, imanlarını sakatlamışlardır…

Muvahhid mü’minler, değil şirk ve küfrün egemenliğinde durmak, günah işlenen ve masiyet bulunan yerlerde bile durmamalıdırlar!..

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“O, size kitabda: ‘Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçin­ceya kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursu­nuz’ diye indirdi.”[28]

Said b. Cübeyr (rh.a.) der ki:

-Bir yerde masiyetler işlekenecek olursa, sen de oradan çık git!

Böyle dedikten sonra da:

“Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?” ( Nisa, 4/97) buyruğunu okudu.[29]

 



[1]    Bkz. Bakara, 2/257

[2]    Enbiya, 21/92.

[3]    Mü’minun, 23/52.

[4]    Bkz. Nas,114/1-3.

[5]    Bkz. Kehf, 18/110. Zariyat, 51/56.

[6]    Bkz. Mâide, 5/44.

[7]    Bkz. Âl-i İmrân, 3/103. Bakara, 2/143.

[8]    Bkz. Fatiha, 1/5.

[9]    Âl-i İmrân, 3/103.

[10]   Sahih-i Müslim, Kitabu Fedailu’s-Sahabe, B.4, Hds.37.

Sünen-i Dârimî, Kitabu Fedaili’l-Kur’ân, B.4, Hds.3319-3320.

[11]   Tebarânî, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, Çev. İsmail Mutlu, İst. 1997, C.2, Sh.420, Hds.716.

İmam Hafız el- Munzirî, Hadislerle İslâm-Terğib ve Terhib, Çev. A. Muhtar Büyükçınar, Vdğ. İst. T.Y. C.1, Sh.97, Hd.2. (Taberânî, Kebir’de ceyyid bir isnadla rivayet etmiştir.) C.1, Sh.98, Hds.3. Bezzâr’dan.

İbn Hacer el-Askalânî, Terğib ve Terhib, Çev. Abdulvehhab Öztürk, İst. 1982, Sh.26, Hds.14. Taberânî ve Bezzâr’dan.

[12]   Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Hacc, B.19, Hds.147.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Menasık, B.84, Hds.3074.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Menasık, B.56, Hds.1905.

[13]   Enfal, 8/53.

[14]   Bkz. Kasas, 28/5-6. Nur, 24/ 55.

[15]   Enfal, 8/46.

[16]   Nur, 24/52.

[17]   Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Edeb, B. 57, Hds.94.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birr ve’s-Sılâ, B. 7, Hds.23-24.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birî ve’s-Sılâ, B.24, Hds.2000.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’d-Duâ, B.5, Hds.3849.

Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B.55, Hds.4910.

İmam Malik, Muvattâ, Kitabı, Hüsnü’l-Hulk, Hds.14-15

[18]   Bkz. Nur, 24/51.

[19]   Nisa, 4/97.

[20] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Tefsir, B, 92, Hdr. 118.

Kitabu’l-Fiten, B.12, Hdr. 35.

İmam Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed el-Vahidî, Esbâb-ı Nüzûl, Çev. Dr. Necati Te­tik – Necdet Çağıl, Erzurum, T.y., Sh.184.

İmam Suyutî, Esbâb-ı Nüzûl, Çev. İbrahim Seyfi Oymalı, İst. T.y. C.1, Sh.223.

Abdulfettah el-Kâdî, Esbâb-ı Nüzûl, Çev. Doç.Dr. Salih Akdemir, Ank. 1986, Sh.128.

[21]   İbn Hişam, İslâm Tarihi-Siret-i İbn Hişam Tercemesi, Çev. Hasan Ege, İst. 1985, C.2, Sh.379-380.

[22] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberî, Taberî Tefsiri, Çev. Hasan Kara­kaya – Kerim Aytekin, İst. 1986, C.3, Sh.81.

İmam Suyutî, A.g.e.‎, C.1, Sh.224.

Abdulfettah el- Kâdî, A.g.e.‎, Sh.127.

İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çev. Dr. Bekir Karlığa – Dr. Bedrettin Çetiner, İst. 1984, C.5, Shf.1875. İbn Ebu Hatim’den.

[23] İbn Kesir, A.g.e., C.5, Sh.1875

İmam el-Vahidî, A.g.e‎.,. Sh.183-184

[24] Fahruddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir – Mefâtihu’l-Gayb, Çev. Prof. Dr. Suat Yıl­dırım, Vdğ. Ank. 1990, C.8, Sh.269-270.

[25] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’s-Siyer, B.41, Hds.1655.

İbn Kesir, A.g.e‎., C.5, Sh.1875.

[26] En’âm, 6/121

İbn Kesir, A.g.e‎, C.5, Sh.1875. 121.

[27] Bakara, 2/42.

[28] Nisa, 4/140.

[29] İmam Kurtubî, el-Câmiu Li Ahkâmi’l-Kur’ân, Çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 1998, C.5, Sh.422.