HİDAYETE VESİLE OLMAK

Sehl İbn Sa’d (r.a.) şöyle dedi:

Rasulullah (s.a.s.), Hayber gününde (Fetih uzayınca):

“Müslümanların şu bayrağını, yarın bir kişiye vereceğim ki, Allah, Hayber Fethi’ni onun iki elinde müyesser kılacaktır. O, Allah’ı ve Allah’ın Rasulü’nü sever, Allah ve Rasulü de onu sever!” buyurdu.

Ravî, devamla dedi ki:

Bunun üzerine orada bulunan Sahabîler gecelerini, bayrak onlardan hangisine verilecek diye bir karışıklık ve ihtilaf içinde geçirdiler. Sabaha girdiklerinde insanların hepsi, bayrağın kendilerine verilmesini umarak Rasulullah’ın huzuruna gittiler.

Fakat Rasulullah:

“Ali b. Ebi Talib nerededir?” diye sordu.

— Ya Rasulellah (r.a.s.), O, iki gözünden şikayet ediyor, denildi.

Rasulullah (r.a.s.):

“O’na haber gönderin (gelsin).” buyurdu.

Akabinde Ali (r.a.) huzura getirildi. Rasulullah, Ali’nin gözlerine püskürdü ve dua etti. Ali, hemen iyileşti, hatta kendisinde hiç ağrı yokmuş gibi oldu. Rasulullah (s.a.s.), sancağı Ali’ye verdi.

Ali (r.a.):

— Ya Rasulellah (r.a.s.), Hayber Yahudîleriyle, onlar da bizim gibi (müslüman) oluncaya kadar savaşacak mıyız? diye sordu.

Rasulullah (r.a.s.):

“Ya Ali, yavaş yavaş ilerleyip onların açık ve geniş meydanlarına ininceye kadar içlerine girip sokul. Sonra onları İslâm’a davet et! Ve İslâm içinde üzerlerine vacib olan Allah haklarını onlara haber ver!

Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın, senin irşadınla birtek kişiyi hidayete erdirmesi, senin için kırmızı develere sahib olmandan daha hayırlıdır!” buyurdu. (1)

Muvahid ve müttaki mü’minlerin önderi Rasulullah (s.a.s.), Ashabıyla beraber Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza Yahudîlerini hâl edip bu fitneyi yok ettikten sonra, Yahudîlerin merkezi olan Hayber Kalelerine yöneldi… Allah’ın izniyle Hayber’in fethi gerçekleşti ve böylece fitne çıbanını başı olan Yahudîler, Hicaz bölgesinden uzaklaştırıldı… Kalanlar ise, şartlı kaldılar ve İslâm’ın gücü karşısında sus-pus oldular…

Hadisimiz, Hayber Kalesi Fethi sırasında gündeme gelmişti… Bu konuda en güvenilir siyer kaynağı olan İbn İshak (rh.a.) şöyle demektedir:

“Bana, Bureyde b. Süfyan b. Ferve el-Eslemî, babası Süfyan’dan, O da, Seleme b. Amr b. El-Ekva’den şöyle dediğini haber verdi:

Rasulullah (s.a.s.), Ebu Bekr es-Sıddık (r.a.)’ı bayrağıyla (ki İbn Hişam’ın dediğine göre bayrak beyaz idi) Hayber’in bazı kalelelerine doğru gönderdi. O da, savaştı ve bir fetih olmadığı hâlde geri döndü. O, çok gayret göstermişti. Sonra ertesi gün Ömer b. el-Hattab (r.a.)’ı gönderdi. O da, savaştı. Sonra çok çalıştığı hâlde bir fetih olmadan geri döndü.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.) dedi ki:

“Yarın elbette bayrağı bir adama vereceğim ki, O, Allah’ı ve O’nun Rasulü’nü sever. Allah, onun elleriyle fetheder. O, kaçacak değildir.”

Seleme der ki:

— Rasulullah (s.a.s.), Ali (r.a.)’ı çağırdı. O ise, göz ağrısına tutulmuştu. O’nun gözlerine üfledi, sonra şöyle dedi:

“İşte bu bayrağı al ve onunla git. O Allah, senin ellerinle Hayber’i fethedecektir.” (2)

Yegâne hayat önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in kalî ve fiilî mu’cizesinin gündeme geldiği hadisimizde, ayrıca Emiru’l-Mü’minin İmam Ali (r.a.)’ın da fazileti dile gelmiştir…

Rasulullah (s.a.s.)’in kalî mu’cizesi:

“Müslümanların şu bayrağını, yarın bir kişiye vereceğim ki, Allah, Hayber fethini Onun iki elinde müyesser kılacaktır…” haberidir…

Bu konuda güvenilir kaynak eserlerin verdiği haberler, Rasulullah (s.a.s.) Mu’cizesi’nin apaçık ortaya çıktığını beyan etmektedirler… Rasulullah (s.a.s.)’in bir gün önceden bildirdiği gibi, müslümanların bayrağı kendisine verilen İmam Ali (r.a.)’ın iki eliyle Hayber fethi gerçekleşmiştir…

Emirü’l-Mü’minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.) başta olmak üzere İslâm mücahidlerinin gösterdikleri kahramanlıklar neticesi, Allah’ın izniyle Hayber, fetih edilip İslâm topraklarına eklenmiştir… (3)

Rasulullah (s.a.s.)’in fiilî mu’cizesi ise, İmam Ali (r.a.)’ın hasta gözlerine tükrüğünden sürmesi ve dua etmesi sonucu, İmam Ali (r.a.)’ın gözlerinin hemen iyileşmesi, hatta kendisinde hiç bir ağrı kalmamasıdır…

Emirü’l-Mü’minin İmam Ali (r.a.)’ın fazileti de, Rasulullah (s.a.s.)’in şu mübarek sözleriyle dile gelmiştir:

“O, Allah’ı ve Allah’ın Rasulü’nü sever, Allah ve Rasulü de O’nu sever!”

Konumuzun daha iyi aydınlanması için, Sahih-i Müslim’de yer alan bir hadis-i şerifi nakletmekte fayda umarız…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Hayber günü Rasulullah (s.a.s.):

“Bu sancağı, mutlaka Allah ve Rasulü’nü seven bir adama vereceğim. Allah, onun elinde fethi müyesser kılacaktır.” buyurmuşlar.

Ömer b. Hattab (r.a.):

— Kumandan olmayı ancak o gün diledim, demiş. Sözüne şöyle devam etmiştir:

— Sancak için çağrılırım umuduyla ona uzandım. Fakat Rasulullah (s.a.s.), Ali b. Ebi Talib (r.a.)’i çağırdı, sancağı O’na verdi ve:

— Yürü! Allah, sana fethi müyesser kılıncaya kadar bakınma!” buyurdu.

Derken Ali (r.a.), biraz yürüdü, sonra durdu amma bakınmadı. Ve:

— Ya Rasulellah (r.a.s.), insanlarla ne üzerine savaşacağım? diye haykırdı.

“Onlarla, Allah’dan başka ilâh yoktur ve Muhammed Rasulullah’dır, diye şehadet getirinceye kadar savaş! Bunu yaptılar mı, kanlarını ve mallarını senden korudular demektir. Ancak hakkıyla olursa o, başka! Hesapları da Allah’a kalmıştır.” buyurdular. (4)

Hayber günü, müttakilerin önderi Rasulullah (s.a.s.)’in İmam Ali (r.a.)’a emirlerinden apaçık anlaşıldığına göre İslâm’ın gayesi, savaş değil, barıştır; öldürmek değil, diriltmektir, harab etmek değil, ihya etmektir… Barış ortamında da İslâm’ın gayesi budur, savaş meydanında da!…

Yegâne hayat nizamı olan İslâm, insanları yaradılış gayelerine, yani yalnız ve yalnız Allah’a ibadet etmeye davet eder, (5) Kulları, Rabbleri olan Allah ile buluşturmaya gayret eder… Kulları, kullara kul olmaktan kurtarıp, yalnız ve yalnız Rableri, İlâhları Allah’a kul olmalarını sağlamak ve yoldaki tüm engelleri kaldırmak İslâm’ın, dolayısıyla muvahhid mü’minlerin gayesidir… İslâm, insanların hidayet bulup Tevhid ile tanışarak katıksız iman ile ihya olmalarını hedeflemiştir… Bu hedefinden sapmadan her zaman ve her mekânda gayesi olan insanların hidayetine vesile olmayı icra etmek, her muvahhid mü’minin vazgeçilmez vazifesidir… Barış ortamında her türlü meşru tebliğ vasıtalarıyla bu vazifesini hakkıyla yapmaya çalışan muvahhid mü’minler, savaş ortamında da düşmanlarıyla karşı karşıya geldiğinde önce bu vazifesini yerine getirmeye çalışır… Elbette savaş ortamının el verdiği ölçüde bunu gerçekleştirmelidir… İmkânların el veriş ölçüsünde İslâm’dan yana uyarılan, kendilerine İslâm tebliğ edilen ve İslâm’a davet edilen düşman kitlesine karşı ihya vazifesi yapılmış, vacib olan uyarma gerçekleşmiştir…

Bu konuda Ümmetin ihya imamlarından İmam Nevevî (rh.a.), üç kavil nakl eder:

a) Harbten evvel mutlak surette iznar (yani düşmanı haberdar etmek vacibdir. İmam Malik ve başkalarının kavilleri budur.

b) İnzâr mutlak surette vacib değildir.

c) Küffar, evvelce İslâm’a davet olunmamışlarsa, inzar vacib, olunmuşlarsa vacib değil, fakat müstehabtır.

Nevevî, birinci kavil zayıf bulmuş, ikincinin daha da zayıf, hatta batıl olduğunu söylemiş; üçüncü için, “Doğrusu budur.” demiştir. Nafî’, Hasan-ı Basrî, Sevrî, Leys, Ebu Sevr, İbn Münzir ve Cumhur-u Ulema’nın kavilleri de budur. (6)

Müslümanların bayrağı kendisine teslim edilen muvahhid mü’minler, bu emanete iyi sahib çıkmalı ve hakkını edâ etmelidirler… Gerek savaşta, gerekse barışta bu vazife ile vazifelendirilmiş olanlar, ümmetin temsilcileri olmuş olgun şahsiyetlerdir… Onlar, insanları öldürmekle değil, öncelikle diriltmeye, yani ihya etmeye ve hidayetlerine vesile olmaya memur kılınmışlardır… Allah ve Rasulü (s.a.s.)’i seven ve Allah ve Rasulü’nün kendisini sevdiği şahsiyetin vasfı, insanların hidayetine vesile olmasıdır… İslâm’ı, sapasağlam ve sarsılmaz akidesi ile, Allah’ın razı olduğu salih ameli ile kendi şahsında, aile çevresinde, yakın ve uzak çevrede gerçekleştiren muvahhid mü’min, İslâm dairesinin dışında bulunan insanlara İslâm’ı tebliğ etme, onlara örnek olmak ve onları İslâm’a davet etmek yetkisine sahib olmuş olur…

Bu konuda, Rasulullah (s.a.s.)’in övdüğü, “O, Allah’ı ve Allah’ın Rasulü’nü sever, Allah ve Rasulü de O’nu sever!” diye beyan buyurduğu Emiru’l-Mü’minin İmam Ali (r.a.) en güzel örneklerden biridir… Şahsıyla, şahsiyetiyle ve ailesiyle, katıksız imanı ve salih ameliyle, özü ve sözüyle, hâl ve hareketiyle en güzel örneklerden biridir…

Müttaki mü’minler için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar için ve çokça Allah’ı zikredenler için en güzel örnek olan Rasulullah (s.a.s.)’in, (7) “en hayırlı nesil” diye övdüğü Ashab neslinin en güzel örneklerinden biridir İmam Ali (r.a.)!…

Ve İmam Ali (r.a.)’a, yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.) tarafından verilen emir:

“Ya Ali (r.a.), yavaş yavaş ilerleyip onların açık ve geniş meydanlarına ininceye kadar içlerine girip sokul. Sonra onları İslâm’a davet et! Ve İslâm içinde üzerlerine vacib olan Allah hakkını onlara haber ver!

Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın senin irşadınla bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için kırmızı develere sahib olmandan daha hayırlıdır!….”

Savaş meydanında bile olsa insanlara İslâm, gerçek vechesiyle anlatılmalı, tebliğ edilmeli, müslüman oldukları zaman hangi haklara kavuşacakları kendilerine apaçık beyan edilmelidir! Tabi ki, imkânlar dahilinde… Kendilerine İslâm anlatılan insanlar, İslâm’a davet edilerek, iman etmelerini sağlamalı ve hidayete ermelerine vesile olunmalıdır… Çünkü müşrik ve kâfir olan bir insanın hidayetine vesile olmak, arzulanan dünyalık şeylerden çok çok hayırlıdır!… Malum hadiste Rasulullah (s.a.s.), yemin ederek bu hakikatı beyan etmektedir… Kıtaldan, yani savaştan önce İslâm’ı diliyle ve hâliyle tebliğ ve insanları İslâm’a davet etmek, gerçek cihadın tâ kendisidir… Cihad, yalnızca savaş demek değildir… Cihad, Rabbimiz Allah ile yalnızca kendisine ibadet etsinler diye yarattığı insan kulları arasına konulmuş ve insan kullarını, Rabbleri Allah’dan ayıran tüm engelleri kaldırma cehd ve gayretidir… Düşmanlarla göğüs göğüse savaş, bu çalışmanın içinde en son baş vurulacak hâl çâresidir… Ve bu, mukaddes cihad çalışması içinde az bir yer işgal eder… Çünkü gaye, savaşmak değil, mes’eleyi barış içinde hâlletmek ve ülkelerden önce gönülleri fethetmektir!…

Puthâne hâline getirilmiş kalblerdeki putları, İbrahim (a.s.) gibi Tevhid baltasıyla paramparça etmek ve kalbleri şirkten, küfürden temizledikten sonra oraya imanın yerleşmesini sağlamak, bu Tevhidî harekete önayak olup Allah’ın izniyle başarıya ulaşmak, ne büyük bir cihaddır bir bilinebilse!…

Cihad, insanlarla Kelime-i Tevhid arasındaki tüm engelleri kaldırıp, insanların Kelime-i Tevhid ile tanışarak, kabul ederek iman etmelerini sağlamak olduğunu bir kez daha hatırlatalım… Allah yolunda cihaddan maksad budur!… Ülkeler fethetmek, ganimet servetleri ele geçirmek ve gücünü-kuvvetini göstermek, Allah yolunda cihadın hedeflerinden değildir… Ülkeler, oralara Allah’ın dini hakim olsun, fitneden eser kalmasın, (8)Allah’ın hükmüyle hükmolunup insanlar İslâm ile tanışsın, birbirlerine rablik ve kulluk yapmayıp hep beraber Allah’a kul olmaya çalışsınlar (9) diye fethedilir…

Egemenliğin kayıtsız şartsız Allah’a aid olması için cihad edilir… Hüküm, yani egemenlik, kayıtsız şartsız Allah’a aid olup, (10) Allah, hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz… (11) Müstekbir zorba tağutlar, bu egemenlik hakkını zorla gasbettikleri zamanda ve mekânda, onlara karşı cihad edilip, gasbettikleri egemenlik hakkı onlardan alınır… Müstekbir tağutlar, egemenlik makamından alaşağı edilir… Çünkü egemenlik, yalnız ve yalnız Allah’a aiddir!…

İster müstekbir tağut olsun, isterse müstaz’af mazlum olsun, bütün insanlar, İslâm tebliğinin ve İslâm’a davetin muhatablarıdırlar…

Yegâne Rabbimiz Allah (Azze ve Celle), o çağın azgın müstekbir tağutu olan Fir’avn’a, en değerli iki kulunu, Musa (a.s.) ile Harun (a.s.)’ı elçi olarak gönderirken şöyle buyuruyordu:

“Seni, kendim için seçtim.

Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve Beni zikretmede gevşek davranmayın.

İkiniz Fir’avn’a gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır.

Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki o, öğüt alıp düşünür, ya da içi titrer-korkar.” (12)

“Fir’avn’a git, çünkü o, azdı.

Ona de ki: ‘Temizlenme isteğin var mı?

Seni, Rabbine yönelteyim, böylece (O’ndan) korkmuş olursun.” (13)

Rabbimiz Allah, yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), şöyle söylemesini buyurmuştur:

“De ki: ‘Ey insanlar, Ben, Allah’ın sizin hepinize gönderdiği bir peygamberiyim. Ki, göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî Peygamberine iman edin. O da, Allah’a ve O’nun sözlerine inanmaktadır. O’na iman edin ki, hidayete ermiş olursunuz.” (14)

Cihad, muhatabların İslâm’ı duymaları, anlamaları, idrak edip inanmaları için yapılır… Eğer inanmazlarsa, en azından İslâm’ın tebliğine engel olmamaları için onlarla Allah yolunda mücahede yapılır…

Dikkat edilecek olunursa Rasulullah (s.a.s.), İmam Ali (r.a.)’a verdiği emirde bu gerçek apaçık ortaya çıkmıştır…

“Onlarla, Allah’dan başka ilâh yoktur ve Muhammed Rasulullah’dır, diye şehadet getirinceye kadar savaş! Bunu yaptılar mı kanlarını ve mallarını senden korudular demektir. Ancak hakkıyla olursa o, başka! Hesabları da Allah’a kalmıştır.”

Rasulullah (s.a.s.)’in bu beyanı, insanları kılıç zoruyla İslâm’ı kabule mecbur edeceksin anlamına gelmez… Bu beyan, düşman cephesinde yer alan müşrik ve kâfirler, ya müslüman olmak veya İslâm tebliğinin önünde sed teşkil etmemek arasında tercih yapmalarının gereğini gündeme getirmektedir… Ya müslüman olacak ve kurtulacaklar, ya da İslâm’ın üstünlüğüne boyun büküp elleriyle cizye vererek İslâm ülkesinin vatandaşları olup İslâm’ın tebliğini engellemeyecekler… İster kitablı, isterse kitabsız hiç bir gayr-ı müslim’e kılıç zoru ile İslâm kabul ettirilmeye çalışılmaz… İslâm, kendilerine açıkca izah edilir. Kabul ederlerse, mü’min müslümanlardan olurlar…Kabul etmezler ise, ehl-i zimmet olarak İslâm ülkesinin vatandaşı sıfatını alırlar….

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:

“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şübhesiz doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır, bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.”(15)

Dine, yani Allah’ın katında yalnız ve yalnız din olan, din olarak kabul edilen İslâm’a, (16) girmek için kimse zorlanmaz ama İslâm’ı kabul edip müslümanlardan olan kişiye, dinin gereklerini yapması için mecbur tutulur… Yapılması emredilenin yaptırılması, yasaklardan vazgeçip onlara yaklaşmaması, Hududullah’ı çiğnememesi için önlem alınması, eğer herhangi bir suç işlemiş ise, o suça karşılık Allah ve Rasulullah (s.a.s.)’in emrettiği cezanın uygulanması gerekir… Bu durum, en tabiî ve en fitrî olan bir durumdur…

Kitab Ehli olanlar, İslâm ile insanlar arasına girmez, İslâm’ın tebliğ edilmesini engellemez ve cizye vermeyi kabul edip İslâm ülkesinin vatandaşları olurlarsa, onlarla savaşılmaz… Savaş, yeryüzünde çıkarılan ve devam ettirilen fitneyi yok etmek için yapılır…

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:

“Kendilerine kitab verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Rasulü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini (İslâm’ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.” (17)

Âlemlerin yegâne Rabbi Allah’ın Rabb, İlâh ve Melik tanımayan, iman etmeyen ve heva-u hevesini ilâh edinerek Allah’a şirk koşan kişiler, en korkunç zulmü işlemişlerdir… Çünkü Allah’a şirk koşmuşlardır… Şirk, tek başına korkunç büyüklükte zulmün ve fitnenin tâ kendisidir… (18)

Rasulullah (s.a.s), gerek müşrik ve kitabsız gayr-ı müslimleri, gerekse Ehl-i Kitab olan gayr-ı müslimleri, İslâm’a davet ederken zor kullanmamış, onlara gerçekleri açıkca beyan edip iman edip itaat ettikleri takdirde kurtulacaklarını beyan buyurmuştur… Kendisi zor kullanmadığı bir gerçek olduğu hâlde, zorba müstekbir müşriklerden çok eziyet ve işkence görmüştür…

Benu Malik b. Kinane’den bir adamdan.

— Rasulullah (s.a.s.)’i Zü’l-Mecaz çarşısında dolaşırken ve şöyle derken gördüm:

“Ey insanlar, Lâ ilâhe İllallah, beyin de felaha erin!”

Ebu Cehil ise, öte yandan O’nun yüzüne toprak atıp şöyle diyordu:

— Ey insanlar, bu adam, sakın sizi dininizden etmesin! O, sizden dininizi bırakmanızı, Lât ve Uzza’yı bırakmanızı istiyor!

Fakat Rasulullah (s.a.s.), ona hiç aldırmadan (görevine devam ediyordu.) (19)

Ebu Süfyan’ın İbn Abbas (r.a.)’a anlattığı olayda yer alan Rasulullah (s.a.s.)’ın Bizans imparatoru Herakliyus’a gönderdiği İslâm’a davet mektubunda şunları buyuruyordu:

“Bismillahi’r-Rahmani’r-Rahim.

Allah’ın kulu ve Rasulü Muhammed’den Rum’un büyüğü Hırakl’e:

Hidayete tâbi olanlara selâm olsun!

Bundan sonra:

— Ben, seni İslâm davetine, yani müslümanlığa davet ediyorum. İslâm’a gir ki, selâmette bulunasın. Müslüman ol ki, Allah, senin ecrini iki kat versin! Eğer bu davetimi kabul etmezsen, Hristiyan çiftçilerin günahı senin boynuna olsun.

“Ey Kitab Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (Tevhide) gelin. Allah’dan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı rabbler edinmeyelim. Eğer yine yüz çevirirlerse deyin ki: ‘Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.” (Âl-i İmrân, 3/64)(20)

İnsanlarla savaşmak, ya Tevhidin kabulu, namazın kılınışı ve zekatın verilişi ile sonuçlanır, ya da İslâm’ın üstünlüğünü kabul edip teslim olarak cizye vermek ile sonuçlanır… Rasulullah (s.a.s.), bunun ile emrolunduğunu beyan eder.

İbn Ömer (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Önderimiz Rasulullah (s.a.s.):

“Allah’dan başka hak ilâh olmadığına ve Muhammed’in Rasulullah olduğuna şehadet, namazı ikame, zekatı edâ edinceye kadar insanlarla harb etmekliğim bana emrolundu. Onlar, bu işleri yapınca –müslümanlık hakkının gereği (olan haddler) müstesna– İslâm hakkı olmak üzere canlarını ve mallarını benim elimden kurtarırlar. (Batınlarından dolayı olan) hesaplarına gelince, o (hesabı görmek), Allah’a aiddir.” (21)

Gaye, insan öldürmek değil, onu ihya etmek ve doğrusunu gösterip seçme hürriyetine dokunmamaktır… İslâm’ı veya İslâm dışı olan herhangi bir ideolojiyi seçmede serbest olduğunu kendisine duyurmak gerek… Ya İslâm’ı yalnız ve yalnız din olarak seçer, ya da başka bir inancı benimsemiş ise, İslâm’ın üstünlüğünü kabul edip boyun büker… Bir üçüncü hâl, İslâm’ın tebliğ edilmesi ve insanların Allah’a davet edilmesi yolunun üzerinde barikat kurmaktan başka bir şey değildir… Tüm imkânlar kullanılarak, bu barikatın bertaraf edilmesi için çalışmak, Allah yolunda cihad etmektir… Bu cihad, mal ile olur, can ile olur, el ile olur ve dil ile olur… (22) Hangi metod daha etkili ise, onunla cihad edilir!…

İbn Abbas (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.), Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken O’na hitaben şöyle buyurmuştu:

“Sen, Kitab Ehli olan bir kavim üzerine vali gidiyorsun. Onlara vardığın zaman kendilerini, Lâ ilâhe illallah ve enne Muhammede’r-Rasulullah dûsturuna şehadet etmelerine çağır.” (23)

Bu çağrı, ilim ile gerçekleşir… Önce bilmek, idrak etmek, şuurlu bir şekilde inanmak, inandığı gibi yaşamak ve daha sonra hâliyle, diliyle insanları İslâm’a çağırmak gerekir… Cahilden davetci olmayacağı için, davetci olan kişi, gerekli olan ilim ile kuşanmalıdır… Önce Tevhide davet, sonra amel etmeye!… Önce iman, sonra amel!… Önce her türlü şirk ve küfrü reddetmek, sonra namaz kılmak ve zekat vermek!…

Bir kişinin hidayetine vesile olmak, önce katıksız bir şekilde iman etmesini sağlamak, sonra salih amele yönelen ibadet ehli kul olmayı gerçekleştirmek demektir… İçine şirk karışmış, küfür bulaşmış bir iman ile yapılan amellerin makbul olmadığı, ne kadar çok olursa olsun hepsinin zayi olduğunu Rabbimiz Allah beyan buyururlar:

“Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): ‘Eğer şirk koşacak olursan, şübhesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın.”(24)

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in, savaş sırasındaki uygulamaları ve savaşa gönderdiği İslâm mücahidlerine yaptığı tavsiye, verdiği emir de, insanları öldürmek değil, onları ihya etmek üzere idi… Onların hidayetine vesile olmak, savaşın hedefini teşkil ediyordu….

Süleyman b. Büreyde’nin babasından rivayetine göre:

Rasulullah (s.a.s.), bir orduya veya müfrezeye kumandan tayin ettiği zaman, kendisine hasseten Allah’ın takvasını, beraberindeki müslümanlara da hayır tavsiye eder, sonra şöyle buyururdu:

“Allah yolunda Besmele ile ğaza edin! Allah’a küfredenlerle çarpışın! Ğaza edin amma ganimete hiyanette bulunmayın! Gadir etmeyin, ölenlerin burnunu, kulağını kesmeyin! Çocukları öldürmeyin! Müşriklerden olan düşmanınla karşılaştığın zaman onları, üç şeye (veya üç şıktan birini) davet et! Bunların hangisinde sana icabete derlerse onu, kabul et ve kendilerini bırak! Sonra:

Onları, İslâm’a davet et! Şayet sana icabet ederlerse onu, kabul et ve kendilerini (serbest) bırak!” (25)

Bütün bu gerçeklerden net olarak anlaşılan odur ki, muvahhid mü’minlerin vazifesi, insanların yaradılış gayelerine uygun hidayet bulmasına yardımcı olup, onların bu hayırlı işlerini kolay yapmaları için destek vermektir…

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle), Rasulullah (s.a.s.)’e ve O’nun sıfatında tüm mü’min muvahhid kullarına hitab etmektedir:

“Ey bürünüp örtünen,

Kalk (ve) bundan böyle uyarıp korkut!” (26)

Fıtrî korkunun, dehşetin, kaygının, kuşkunun ve güvensizliğin kendisini bürüdüğü muvahhid mü’minlerin bu hitabdan sonra, müttakilerin önderi Rasulullah (s.a.s.)’in silkinip kalktığı ve yalnızca Rabbi Allah’a dayandığı gibi, (27) kendisini bürüyeni atıp, silkinip kalkacak, çevresinden başlamak kaydıyla insanları uyaracaktır!…

Yeryüzünün varisleri olan muvahhid mü’minler, veraset hakları gasbolunmuş ve ülkeleri kitablı, ya da kitabsız müstekbir tağutlar tarafından işgal olunmuş, esaret altında oldukları hâlde bu uyarma vazifelerine devam etmelidirler!…

Öncelikle egemen tağutlar tarafından aldatılmış gafil müslümanları uyaracak, onlardaki bu derin gafletin yok olmasını, onun yerine peşinden uyku gelmeyecek bir uyanıklığın oluşmasına var güçleriyle çalışacaklar… Müstekbir tağutlar tarafından işgal edildiklerinin farkında olmayan ve insan yerine konulmadığı ülkesinde hâlâ kendisini ev sahibi gibi görenlerin uyandırılması lazımdır… Çünkü onlar, korkunç bir felaketin içinde veya eşiğinde olduğu hâlde, evi yandığı ve alevlerin her tarafı sardığı hâlde derin uykuya dalıp toz pembe rüyalar görenlerin durumuna benzerler… Onları uyandırmak, her ne kadar hoşlarına gitmeyecek ve o rüyanın zevkinden mahrum olmamak için uyanmak istemeyeceklerse de, uyandırmak lazım!… İçine düşürüldükleri korkunç durumu kendilerine bildirmek ve gözlerini açmalarına vesile olmak lazımdır!…

Bu konuda, Peygamberlerin varisleri olan âlim mü’minlere (28) çok iş düşmektedir… Birinci derecede mes’ul olanlar, olayın şuurunda olan kişilerdirler… Onlar ve onlarla beraber muvahhid mü’minler, bu ihya hareketinde Peygamberlerin (Allah’ın salat ve selâmı cümlesinin üzerine olsun) takibcileridirler… Gerek mü’min müslümanların uyandırılması, gerekse gayr-ı müslimlere İslâm’ın tebliği edilmesi konusunda Peygamberleri, hasseten Rasulullah (s.a.s.)’i takib etmeli, O’nun gibi hareket etmelidirler…

Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“Sen, öğüt verip hatırlat, çünkü gerçekten öğütle hatırlatma, mü’minlere yarar sağlar.” (29)

“Allah ile beraber başka bir ilâh (ı ortak) kılmayın. Gerçekten Sizi, O’ndan yana açıkca uyarıyorum.” (30)

Gerek mü’min müslümanlara faydalı öğüt verip uyarmak, gerekse gayr-ı müslimleri İslâm’a davet etmek konusunda uyarmak için takib edilecek metod, Rabbanî din olan İslâm’ın kendine has olan Rabbanî metodu olmalıdır… Meşrû hedefe gidecek yolun da meşru, yani İslâm’a uyması gerekir… Meşru bir hedefe, gayr-ı meşru yollardan gitmeye ruhsat yoktur… Zaruret ve ikrah-ı mülci hâlleri müstesnadır… Zaruret ve ikrah-ı mülci hâlinin İslâm’daki durumu da çok iyi bilinmeli, iyi niyet ile kötü amel işlenmemelidir…

Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğüt ile çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şübhesiz senin Rabbin, yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (31)

“Allah’ı çağıran, salih amellerde bulunan ve: ‘Gerçekten ben müslümanlardanım, diyenden daha güzel sözlü kimdir?

İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır. O zaman (görürsün ki,) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost (un) oluvermiştir…

Buna da, sabredenlerden başkası kavuşamaz ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşa-maz.” (32)

Müstaz’af Mazlum mü’min müslümanların derin gaflet uykusundan uyarmak, onları bilgilendirmek, şuurlandırmak ve kendilerine kulluk vazifelerini hatırlatıp eğitmek kolay bir iş değildir… Azimet isteyen ve sabır gerektiren işlerdendir… Ayrıca gerek şeytan ve gerekse şeytanlaşmış insanlar tarafından Rabbleri Allah’dan koparılan insanları, tekrar Allah ile tanıştırmak, egemen tağutlara kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul olmalarını sağlamak ve hidayetlerine vesile olmak çalışması içinde bulunmak için kuvvetli bir imana ve yüksek bir dirence ihtiyaç vardır…

Yegâne Rabbimiz Allah’dan gereği gibi sakınan müttakiler, müslüman olarak ölmek üzere gayret eden, Allah’ın ipine sımsıkı yapışıp ayrılığa düşmeyen, mü’minler,(33) insanların hidayetine vesile olmak vazifelerini asla ihmal edemezler… Hatta bu konuda tam teşekkülü müesseseler oluşturmak, onların üzerine anın vacibi durumundadır… Tebliğ, davet ve irşad müessesesi oluştursalar dahi, ferd ferd her mü’min müslüman imkânlar dahilinde bu vazifesini devam ettirmeyi elden bırakmamalıdır.

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

“Sizden hayra çağıran, iyiliği (ma’rufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır. Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır.”(34)

Bir kişinin hidayetine vesile olmak üzere çalışan mü’minler, bu çalışmanın, dünya ve içindekilerden daha hayırlı olduğu inancı ile işe sarılmalıdırlar. Dünya hayatının saadeti, insanlık âleminin kurtuluş ve selâmetinin yolu budur!..

Mü’min muvahhidler, hangi dilden, hangi renkten, hangi bölge ve hangi ırktan olursa olsun tüm insanların, katıksız bir imanla inanmaları ve salih amel üzere olan, gerçekten Allah’a kul olmuş kişiler hâline gelmeleri için var güçlerince gayret etmelidirler… Ancak böyle bir niyet, gayret ve sabır, onları mazeret sahibi kılabilir…

Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:

“Onlardan bir topluluk: ‘Allah’ın kendilerini helâk etmek veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dediğinde: ‘Rabbimize mazeret (beyan etmek) için ve bir ihtimal sakınabilirler diye’ dediler.”(35)

Mü’min müslümanlar, yeryüzünde kim olursa olsun suçsuz yere, her hangi bir fesad çıkarmadığı hâlde bir insanın öldürülmesinin, bütün insanlığın öldürülmesi; bir insanın hidayeti bulması, ihya olması ve öldürülmekten kurtulmasının bütün insanların diriltilip kurtulması gibi kabul eder, böyle inanırlar… (36)

Mü’min müslümanlar, bu inanç ile çalışır, bu inanç ile hareket eder ve bir kişinin hidayetine vesile olurlarsa, onlar için en büyük mutluluk olduğu inancını taşırlar…

Bu, böyledir!…