Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.
Bir gün Rasulullah (s.a.s.), meydanda oturuyordu. Yanına bir adam geldi ve: (Bu uzun olan hadisin bir bölümünde…)
Sonra o Zat (Cebrail, a.s.):
— İhsân nedir. diye sordu.
Rasulullah:
“Allah’ı sanki görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Eğer sen, Allah’ı görmüyorsan da, şübhesiz O, seni görmektedir.” buyurdu. (1)
Seyyid Şerif Cürcânî (rh.a.), “İhsân” kelimesi için şunları kaydeder:
“İhsan: Basiret nuru ile Rububiyyet hazretini müşâhede üzere kulluğu gerekli kılmaktır. Yani Hakk’ın sıfatının aynı olan sıfatlarıyla vasıflanmış olarak Hakk’ı görmektedir. Kişi, Hakk’ı yakinen görür, ama hakikaten göremez. Bunun içindir ki, Rasulullah (s.a.s.):
“Sanki sen, O’nu görüyormuşsun gibi…” diye buyurmuştur. Çünkü kişi, O’nu, sıfatlarının perdeleri arkasından görür. Hakikatı, gerçeğiyle göremez. Çünkü Allah Teâlâ, müşahede makamında değil, ruh makamındadır.
İhsân: Lügat bakımından, yapılması gereken hayrı yapmaktır (iyilik etmektir, iyi davranmaktır). Şeriatta ise, Allah’a, sanki sen O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen, O’nu görmüyorsun da, muhakkak ki O, seni görüyor.” (2)
İhsân konusunda, İmam Nevevî (rh.a.)’in de görüşlerini nakletmek, konunun daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır. Bu hayırlı faydadan dolayı İmam Nevevi’nin açıklamalarını kaydediyoruz.
İmam Nevevî, bu cümlelerin Hz. Peygamber (s.a.s.)’e mahsus olan, “Cevamiu’l-Kelim”, yani içinde pek çok kelimelerin mânâsını toplayan az sözlü, çok manâlı hadislerden biri olduğunu söylüyor ve sözüne şöyle devam ediyor:
“Çünkü bilfarz bizden birimiz Rabbi Teâlâ Hazretlerini, göre göre ibadet etmeğe kalksa gücünün yettiği kadar hüzû’, huşû göstermek, kendini çekip çevirmek ve o ibadeti en iyi şekilde tamamlamak için hâlinin içini dışına uydurmak gibi şeylerden hiç birini terk etmemeğe çalışır. İşte Rasulullah (s.a.s.):
“Bütün ibadet hâllerinde Allah’a, O’nu görerek yaptığın ibadet gibi ibadet eyle!” diyor.
Zira Allah’ı görerek o şekilde ibadeti tamamlamak, ancak Allah’ın gördüğünü bildiği içindi. Bu sebeble kul, o hâlde kusur etmeğe cesaret gösteremiyordu. Ayni mânâ, Allah’ı görmeme hâlinde de mevcuddur. Binaenaleyh muktezasınca amel etmek lazım gelir. Hasılı bu sözden maksad, ibadette samimi olmaya ve kulu huşû, huzû ve saireyi testekmil ifâ hususunda Rabbi Teâlâ hazretlerini murakabe etmeye teşviktir. Filvâki’ ehl-i hakikat olanlar, sulehâ (salih olanlar) ile düşüp kalkmayı mendub görmüşlerdir. Tâ ki bu hâl, onlardan utandığı ve hürmet ettiği için kendisine herhangi bir noksanlık gelmesine mâni olsun. Sulehâ ile düşüp kalkanın hâli böyle olursa, gizlisinde âşikârında Allah kendisiyle beraber olup yaptıklarını gören kimsenen hâli ne olur.” (3)
İyi, salih ve hayırlı muvahhid mü’minlerle dost olanlar, onlarla mesai birliği yapanlar, zamanla onlar gibi olmaya başlarlar… Süreli iyi ve salih dostlarla birlikte olanlar, onların güzel huylarına, iyi ve temiz ahlâkına bürünürler… Çünkü devamlı temiz ahlâklı kişilerin gözünün önünde olduğunun onlara karşı bir kusur işlememenin kaygısını çekip durumun farkına varan akıllı ve imanlı bir şahsiyet, her hareketine dikkat eder… Her durumda hâl ve hareketine çeki düzen verir… İçini ve dışını düzeltir, böylece o da, iyilerden ve salihlerden olur…
Bunun için Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:
“Ey iman edenler, Allah’dan sakının ve doğru (sadık)larla birlikte olun.” (4)
Rabbimiz Allah’ın bu emri doğrultusunda yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in şu buyruklarına dikkat edelim!..
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Kişi, dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz, dost edindiği kişiye dikkat etsin!” (5)
Ebu Said el-Hudrî (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurur:
“Yalnız mü’minle arkadaş ol ve yemeğini ancak takvalı kişi yesin!” (6)
İyi, güzel, salih ve müttaki mü’min müslümanlarla beraber bulunan şahsiyetlerin durumu böyle olursa, ya bütün iyilik ve güzelliklerin kâmilinin yalnızca kendisine mahsus olan Âlemlerin Rabbî Allah ile beraber olanların durumu nasıl olur?..
Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Şübhesiz ki, Allah güzeldir, güzeli sever.” (7)
Salihler ve sadıklarla beraber bulunanlar, onların huzurunda kendisine, hâl ve hareketine dikkat edip, onlar gibi olmaya çalışanların ulaştığı yüce ahlâk mertebelerine dikkat edelim!… İyi ve güzel mü’min müslüman kullarla bulunmanın hayırlı sonucu, her akıllı ve imanlı kul tarafından takdirle karşılanır…
Nerede olursa olsun ve ne hâlde bulunursa bulunsun, kendisini yaratan, her şeyini bilen ve şahdamarından kendisine daha yakın olan (8) yegâne Rabbi Allah’ın huzurunda olduğunun farkına varan bir kişi, kendisine nasıl çeki düzen verdiğini bir düşünelim!..
Katıksız bir şekilde, hiç şüphe duymadan iman ettiği, tam teslim olup itaatta bulunduğu Rabbi Allah’ı huzurunda… Allah, onu görüyor, biliyor, duyuyor ve kalbinde gizlemiş olduğu her şeyinden haberdardır… Böyle bir hakikatın farkına varan muvahhid mü’min elbette ki, Rabbinin rızasını elde edecek ve O’nun gazablandırmayacak hâl ve harekette bulunur… Niyetini düzelttiği gibi, Rabbi Allah’dan utanarak her hâlini, istenilen kıvamda ve güzellikte sergilemeye çalışır… Çünkü muvahhid mü’min müslüman Rabbi Allah’dan gereği şekilde haya eden izzet sahibi bir şahsiyettir… Olgunluk budur ve olgunluğun devamı da, Allah’ın razı olduğu bir hâldir…
İmandan olan haya, (9) yani Allah’dan utanma duygusu, Allah’ın emirlerini koruma ve Allah’ın helâl-haram sınırlarına hürmet anlayışı, şu iki hadis-i şerifte net olarak beyan edilmiştir!..
Behz b. Hakim’in dedesi (r.a.)’dan.
Dedi ki:
— Ya Rasulellah (s.a.s.), avretlerimizden neyi örtüp, neyi bırakalım? dedim.
Rasulullah:
“Karından veya sahibi bulunduğun cariyeden başkasından avretini koru!” buyurdu.
Sonra:
— Ya Rasulellah (s.a.s.), insanlar, birbirine girmiş vaziyette olurlarsa? dedim.
Buyurdu ki:
“Avreti, hiç kimsenin görmemesine gücün yeterse kesinlikle gösterme!”
Sonra:
— Ya Rasulellah (s.a.s.), herhangi birimiz yalnız olunca? dedim.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Allah, kendisinden haya edilmeye insanlardan daha layıktır.” (10)
Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurdu:
“Allah’dan hakkıyla haya edin!”
Bunun üzerine:
— Ya Rasulellah (s.a.s.), Elhamdülillah haya ediyoruz, dedik.
Buyurdu ki:
“O (sizin anladığınız haya) değil! Fakat Allah’dan hakkıyla haya etmek, başı ve başın topladığı uzuvları, karnı ve onun ihtiva ettiği uzuvları korumaklığın, ölümü ve (toprak altında) çürümeyi hatırından çıkarmamaklığındır. Ahireti isteyen, dünyanın süsünü bırakır. Kim bunu yaparsa, gerçekten haya etmiş, yani Allah’dan hakkıyla haya etmiş olur.” (11)
İşte ihsân üzere yaşamanın ilkeleri… Her yerde ve her hâlde, Âlemlerin Rabbi Allah’ın huzurunda olduğunu bilmek ve Allah’ın gözetiminde bulunduğunun farkında olmak!.. Bundan dolayı, küçüğünden büyüğüne tüm kötülüklerden kendini alıkoymak, günah ve suçlardan sakınmak, böylece olgun mü’min müslüman şahsiyetini kazanmak!.. Her hangi bir günah ve yanlışlık yapıldığında hemen tevbe edip kendini düzeltmek, hatalarda ısrar etmemek, muhsin mü’minlerin vasıflarındandır!..
Ebu Zerr Cündeb b. Cünade (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Her ne hâlde olursan ol, Allah’dan kork (takva üzere ol). Seyyienin (kötülüğün) ardından hasene (iyilik) işle ki, seyyieyi silsin! İnsanlarla güzel ahlâk ile muamele et!” (12)
Gaflet, cehalet veya unutmak sonucu bir kötülük, bir yanlışlık yapılmışsa, onun peşi sıra hemen bir iyilik ve yanlışlığı gideren bir doğruluk yapılmakla, o kötülüğün ve yanlışlığın giderilmesine çalışmak gerekir…
Rabbimiz Allah’ın buyurduğu gibi:
“Şübhesiz iyilikler, kötülükleri giderir.” (13) Nasihat alabilecek olgunlukta olanlara, bu nasihat kâfi gelir… Muvahhid mü’minler, Rabbleri Allah’ın rızasına taliptirler… Bu rızayı elde etmek için ne gerekiyorsa, meşru çerçevede yerine getirirler… Allah rızasını elde etmenin en önemli ölçüsü, ihsân üzere yaşamaktır, yani Allah’ı görüyormuş gibi hareket etmektir… Hangi meslek ehli olursa olsun, iş hayatında, ev hayatında ve yalnız başına kaldığında, Âlemlerin Rabbi Allah’ın gözetiminde olduğunu unutmamalı… Toplumsal hayatında ve ferdî hayatında, Allah (Azze ve Celle) ne emretmiş ise, o şekilde davranması, Allah’ın farkına varmasıyla gerçekleşir… Allah, kendisini yaratmış ve nasıl hareket etmesi gereğini yalnızca bilen Allah’adır… Hangi akideyi benimser ve hangi tavırda bulunursa, huzurlu olacağını, bununla beraber Allah’ın rızasını kazanacağını beyan buyuran Rabbimiz Allah, insan kullarının İslâm sınırlarının çerçevesinde bulunmalarını emreder… Yegâne Rabbimizin kanunları olan yegâne hayat nizamı İslâm, insan kullarının tabî olması gereken tek ve eşsiz fıtrat nizamıdır…
Rabbimiz Allah’ın rızası, İslâm’a tam teslimiyetle uymak ile gerçekleşir… “Nerede olursan ol, Allah’dan kork!” emri, her nerede olursan ol, Allah’ın emirleri üzere ol, O’nun emrettiği gibi hereket et demektir… Çünkü Allah, her anında seni bilmekte ve görmektedir… Ona göre düşün ve ona göre davran!..
Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:
“Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden bir çok erkek ve kadın türeten-yayan Rabbinizden korkup sakının. Ve (yine) kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah’dan ve akrabalık (bağını koparmak)tan sakının. Şübhesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (14)
Rabbimiz Allah’ın yanında insan kullarının değeri, ancak ve ancak katıksız imanları ile imanın gereği olan takvalarıdır… Allah’ın katındaki bu değer ölçüsü, olgun muvahhid mü’minlerin yanında da geçerli olan tek ölçüdür… Kâmil mü’min müslümanlar da, insanları değerlendirirken iman ve takva ölçüsünü kullanırlar… Ve insanlara iman ve takva ölçüsü ile değer verirler… Bu ölçünün dışında hiç bir değer ölçüleri yoktur mü’min müslümanların… Bu ölçünün dışında bir ölçüyü gündeme getirmek, bir sapma ve saptırmadan başka bir şey değildir…
Bu İslâmî ölçü değişecek olursa, yani katıksız iman ölçü olmaktan çıkarsa, şirke saygı ve müşrike karşı hoş görü gündeme gelir… Nitekim günümüzde İslâm ölçüsünü, kendi heveslerinden veya menfaatlarından kaynaklanan ölçü ile değiştirenler ve kendi ölçülerini esas alanlar, şirk ideolojilerine karşı saygı duruşuna dururken, müşriklere karşı hoşgörülerini sunmaktadırlar…
Halbuki Rabbimiz Allah, müşrikler için şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler, müşrikler ancak necistir (bir pisliktir)ler. Öyleyse bu yıllardan sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar…” (15)
Rabbimiz Allah’ın razı olduğu ve sevdiği vasıf, “mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise, güçlü ve onurlu.” tavırdır. (16) Eğer İslâmî ölçü değişirse, bu ilkede tersine döner… Ve şu bir hakikattir ki, İslâm ölçüsünü, kendi heva ölçülerine fedâ edenler, bu ilkeyi tersine çevirmiş, mü’minlere karşı sert ve kindâr, kâfirlere karşı hoşgörülü olmaya başlamış olup işgalci tağutların en sağlam desdekleyicisi hâline gelmişlerdir…
İnsanları değerlendirme ölçüsü iman ve takvanın dışında müteâlâ edilecek olursa insan, korkunç bir hatanın içine düşer, hatta dininden bir çok şeyi kaybeder…
İbn Mes’ud (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Kim zengine, zenginliğinden dolayı tevazu gösterirse, dinin üçte biri gider.” (17)
Tevazu, ancak Allah’ın emrettiği şekilde ve Allah için yapılır… Herhangi bir dünya menfaatı için tevazu göstermek söz konusu olamaz… Böyle bir davranış, ancak zillet hâli ve dalkavuklukdan başka bir şey değildir… Tevazunun ölçüsü, yalnızca Allah için olmalı iken, bu ölçü değiştirilir de, dünya menfaati hâline getirilecek olursa, elbette sosyal bir felaket ortaya çıkar…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Bir kimse, Allah için tevazu gösterirse Allah, onu ancak yükseltir.” (18)
Muvahhid mü’min müslümanların değer ölçüsü, Rabbimiz Allah’ın buyurduğu ve Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)_ beyan ettiği ölçüdür… Bu ölçünün dışında, bu değerlendirmenin üstünde hiç bir ölçü ve değerlendirme kabul değildir ve mü’min müslümanlar tarafından reddolunmuştur…
İnsanlar, servet, şöhret ve sosyal mevkileri ne olursa olsun, kendileri iman ve takva ölçüsü ile değerlendirilirler… İslâm’ın bu değer ölçüsüne göre kıymet kazanırlar… Yoksa onların ırkları, kavimleri, bölgeleri, sosyal mevkileri, servet ve şöhretlerinin herhangi bir değeri olmaz, eğer katıksız iman ve gerçek takva yok ise!.. Eğer iman ve takvayı elde etmişler ve Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği imkânları, helâl yollardan kazanıp yine Allah için helâl yolda sarfediyorlar ise onlar, gerçek bir olgunluğa ulaşmış, kıymetli şahsiyetlerdir…
Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:
“Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.” (19)
Bu gerçeğin beyanından sonra gizlide ve açıkta Allah’dan korkmak, yani ihsân üzere olmak, müttaki yaşamak konusuna devam edelim…
Sevban (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Ümmetimden bir takım kimseleri bilirim ki onlar, kıyamet günü Tihame dağları emsali (çok) ve bembeyaz (tertemiz) sevablar getirirler de Allah (Azze ve Celle), o sevabları saçılmış toz eder (mahveder, kabul etmez).”
Sevban (r.a.):
— Ya Rasulellah (s.a.s.), bilmeyerek onlardan olmamamız için bize onların sıfatlarını söyle ve bize onların durumunu açıkla, dedi.
Rasul-i Ekrem (s.a.s.):
“Bilmiş olunuz ki, onlar, sizin (din) kardeşleriniz ve sizin cinsinizden (bir takım insanlar) dır. Sizin aldığınız gibi onlar, geceden (ibadet nasibini) de alırlar. Ve lâkin onlar, Allah’ın yasak kıldığı şeylerle tenha yerde başbaşa kaldıkları zaman, o yasakların sınırlarını çiğnerler.” (20)
Hadiste beyan edilen kişiler, ibadetlerine dikkat eden, hatta gece namazlarını edâ eden müslümanlardır… Onlar, insanların kendilerine şahid oldukları yerlerde hâl, hareket ve ibadetlerine dikkat ederler… Çünkü toplum içinde yaşamaktadırlar… Onların üzerlerinde toplumun baskısı ve gözetlemesi vardır… Bundan dolayı kendilerini Allah’ın yasakladığı, yani haram kıldığı şeylerden alıkor, onlara yaklaşmaz ve Allah’ın sınırlarını korumaya çalışırlar… Toplumun ve çevrenin baskısı üzerlerinden kalktığı, insandan şahidin bulunmadığı bir yerde ve zamanda, Allah’ın yasakladığı sınırları çiğner, haram kılınan şeyleri işlerler… Bunların, daha önce işlediklerinden hasıl olan sevapdan hiç bir fayda görmezler… Çünkü onlar, o sevablı işleri Allah için yapmamış, toplumda iyi tanınmak, güzel görünmek için yapmışlardır… İnsanların gözlerinin ve kulaklarının ulaşamadığı tenha yerlerde, Allah’ı hiç hesaba katmadan, kendisine şahid olan melekleri hiç düşünmeden haram işlemiş, yasak sınırını aşmışlardı… Halbuki eğer her yerde ve her zamanda Allah’ın farkına varıp, O’nu görüyormuş gibi davransaydı, Tihame dağları gibi çok olan sevablarısaçılmış toz haline gelmez ve Allah nezdinde kabul görürdü… Açıkda da, gizlide de kendisinin Allah tarafından görüldüğünü, bilindiğini, duyulduğunu bilmiş, inanmış ve idrak etmiş olsaydı, elbette toplumun gözü önünde kendisine nasıl çeki düzen veriyor idiyse, tenha yerlerde de öylece davranırdı… Çünkü her hâlinde Allah’ın huzurundadır… O, Allah’ı görmüyorsa da Allah, onu görüyor…
Muvahhid mü’min müslümanlar, toplumun içinde de, tenha yerlerde de, Rabbleri Allah’ın huzurunda olduklarını bilir, inanır ve ona göre davranırlar…
Rabbimiz Allah, Lokman (a.s.)’ın oğluna nasihatını şöyle beyan buyurur:
“(Lokman dedi ki:) Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasında, ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile Allah, onu getirir (açığa çıkarır). Şübhesiz Allah, Lâtif olandır, (her şeyden) haberdardır.” (21)
Allah’a hiç bir şey gizli kalmaz. Allah, gizli, açık, zahir, batın her şeyin en küçük biriminden haberdardır… Çünkü O, yaratmıştır ve hiç bir eşi-benzeri olmamak üzere mülk, sadece ve sadece O’na aiddir…
“Şübhesiz, yerde ve gökte Allah’a hiç bir şey gizli kalmaz.” (22)
“Mülk elinde bulunan (Allah) ne yücedir. O, her şeye güç yetirendir.” (23)
Böyle buyurur Rabbimiz Allah… İnsan kullarını bilgilendirmek ve onları uyarmak içinde şöyle buyurur:
“Allah’ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musunuz? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O’dur, beşin altıncısıda mutlaka O’dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şübhesiz Allah, her şeyi bilendir.” (24)
“Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah’dan korkup sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa, işte onlar, felah (kuruluşu) bulanlardır.” (25)
Madem ki, katıksız bir şekilde iman ediyoruz ki, Rabbimiz Allah’a hiç bir şey gizli kalmaz, o hâlde nasıl olur, bir mü’min müslüman toplumdan ve çevreden uzak bir tenhada kaldığında kendisini yalnız hisseder, kimse görmüyor zannına kapılıp Allah’ın yasak sınırlarını çiğner?.. Hele hele meleklere iman ettiğini söyleyip, ondan hiç ayrılmayan meleklerin varlığından haberdar olan kişi, bu duruma nasıl düşer?.. Böyle bir duruma düşmek, ya imanın zayıflığından, ya da kalbte bir hastalığın bulunuşundandır… Kâmil mânâdaki iman, tenhada bile olsa, sahibini uyarır ve Allah’ın haram sınırlarını çiğnemez, onu sapasağlam korur… Allah’dan korkan müttaki mü’minin hâli budur…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Yedi sınıf insan vardır ki, Allah, kendi gölgesinden başka gölge bulunmayan kıyamet gününde bunları, kendi Arşının gölgesinde gölgelendirir:
(………)
(Bunlardan biri de) İctimâî mevki sahibi ve güzelliği olan bir kadın tarafından çağrılıp da kadınlığını kendisine arz ettiğinde:
— Ben, Allah’dan korkarım, cevabıyla karşılık veren er kişi.” (26)
Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in beyan buyurduğu bu örnek, gerçek ve katıksız bir iman örneğidir… Muvahhid mü’min müslüman, nefsinin arzuladığı tüm imkânlar ortada iken, tenhada bulunmasına rağmen yalnızca Allah’dan korktuğu için, Allah’ın haram kıldığı sınırı aşmamış, çiğnememiş ve sapasağlam korumuştur… Yegâne Rabbi Allah’ın kendisini gördüğünün farkına varmış ve harama yaklaşmamıştır…
Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Ya Aişe, (günah sayılan) amellerin küçümsenenlerinden (de) sakın. Çünkü şübhesiz, onlar için (de) Allah (tarafın)dan bir araştırıcı (Melek) vardır.” (27)
İnsanın üzerinde gözcü bekçiler olan Melekler insanın yanından ayrılmaz ve onunla beraber olup kendisi için en iyi şahidlerdendir…
Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:
“Onun sağında ve solunda oturan iki tesbit edici ve yazıcı, tesbit edip yazarken,
O, söz olarak (herhangi bir şey) söylemezki, mutlaka yanında hazır bir kaydedici gözetleyici vardır.” (28)
“Oysa gerçekten sizin üzerinizde koruyucular var.
Şerefli üstün yazıcılar (Kiramen Katibin)
Her yapmakta olduğunuzu bilirler.” (29)
İbn Ömer (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Önderimiz Rasulullah (s.a.s.):
“Çıplaklaşmaktan sakınınız! Çünkü beraberinizde, ancak abdest bozma anında ve kişi karısına yaklaştığı zaman sizden ayrılan varlıklar (Melekler) vardır. Onlardan haya ediniz ve onlara karşı saygılı olunuz.” (30)
Allah’a ve Meleklerine gereği üzere katıksız bir şekilde iman eden mü’min müslümanlar, bütün bu hakikatlerin farkında ve şuurunda olmalıdır… Bu farkında ve şuurunda olmak, kâmil imanın varlığına delil, kişinin gerçek mü’min müslüman oluşunun göstergesidir…
Rabbimiz Allah, insanın her şeyini mutlaka görüyor ve biliyor… Melekler, Allah’ın izni ve emriyle görüyor, biliyor ve şahid oluyorlar… Şahid olan Melekler, ayrıca görüp duyduklarını yazı ile kayıd altına alıyorlar… Bu defterler, ahirette insanın eline verilecek ve her şey, hiç bir noksanlık olmadan yazılı olarak görülecektir…
Rabbimiz şöyle buyurur:
“Biz, her insanın kuşunu (işlediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna doladık. Kıyamet gününde, onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitab çıkarırız.
‘Kendi kitabını oku! Bu gün nefsin, hesab sorucu olarak sana yeter.” (31)
“Onlar, Senin Rabb’ine sıra sıra sunulmuşlardır. Andolsun, siz, ilk defa yarattığımız gibi Bize gelmiş oldunuz. Hayır, Bizim size bir kavuşma zamanı tesbit etmediğimizi sanmıştınız değil mi?
(Önlerine) kitab konulmuştur. Artık suçlu günahkârların, onda olanlardan dolayı dehşetle korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: ‘Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük-büyük bırakmayıp her şeyi sayıp döküyor?’ Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin, hiç kimseye zulmetmez.” (32)
O gün insana, vücudunun organları şahidlik edecekler… Yani insan, kendi kendisinin şahidi olacaktır… Bundan dolayı hiç bir özürü olmayacak ve kaçıp sığınacağı hiç bir yer de bulamayacaktır… Hiç kimseye zulmedilmez ve kim neyi hak etmiş ise, hak ettiği kendisine tastamam verilecektir…
Rabbimiz Allah (c.c.), şöyle buyurur:
“Allah’ın düşmanlarının bir araya getirilip toplanacakları gün, işte onlar, ateşe bölükler hâlinde sürüklenirler.
Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhinde şahidlik edecektir.
Kendi derilerine dediler ki: ‘Niye aleyhimizde şahidlik ettiniz?’ Dediler ki: ‘Her şeye nutku verip konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O, yarattı ve O’na döndürülüyorsunuz.
Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinize şahidlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine, yaptıklarınızın bir çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.
İşte bu, sizin zannınız, Rabbiniz hakkında beslediğiniz zannınız. Sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayan kimseler olarak sabahladınız.” (33)
“Bu gün Biz, onların ağızlarını mühürleriz, (günahdan ve sevabdan yana) kazandıklarını, elleri Bize söylemekte, ayakları (aleyhlerinde) şahidlik etmektedir.” (34)
“O gün, kendi dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerinde yaptıklarına dair şahidlikte bulunacaklardır.
O gün Allah, hak ettikleri cezayı noksansız verecektir ve onlar da, Allah’ın hiç şübhesiz hak olduğunu bileceklerdir.” (35)
Bu konuda, Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“(………..)
Kul:
—Ya Rabbi, ben Sana, Senin Kitabına ve Peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim, diyecek ve olanca gücüyle hayır senasında bulunacak.
Teâlâ Hazretleri:
— Öyle ise, şuraya! buyuracaktır.
Sonra kendisine:
— Şimdi sana şahidimizi göndereceğiz, denilecektir.
Kul, kendi kendine:
— Acaba bana şahidlik yapacak bu zat kimdir? diye düşünecek.
Fakat ağzına mühür vurulacak, uyluğuna, etine ve kemiğine:
— Konuş! denilecek.
Artık uyluğu, eti ve kemiği, onun amelini söyleyecektir. Bu, ona kendi namına bir özür bırakmamak içindir. İşte bu, münafıktır. Allah’ın hışmına uğrayacak olan da budur.” (36)
İnsanın vücud organları kendisine şahid olduğu gibi, ayrıca yeryüzü de kendisi için adil bir şahid olacaktır… Yer, gözüyle gördüğünü, kulağıyla duyduğunu ve bunları idrak eden canlı adil bir şahidin şehadeti gibi, insan için şahidlik yapacaktır!..
Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:
“O gün (yer), haberlerini anlatacaktır.
Çünkü Senin Rabbin, ona vahyetmiştir.” (37)
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.):
“O gün (yer), haberlerini anlatacaktır.” (Zilzal, 99/4) ayetini okudu ve:
“Yeryüzünün haberleri nedir bilir misiniz?” dedi.
Ashab:
— Allah ve Rasulü daha iyi bilir! dediler.
(Rasulullah) buyurdu ki:
” Yeryüzünün haberleri, erkek ve kadın her kul hakkında, sırtında işledikleri işlere dair şehadet etmesi, falan ve falan günde şöyle ve şöyle yaptı, demesidir.”
Rasul-i Ekrem (s.a.s.):
“İşte yeryüzünün haber vermesi bu, vazifesi bu, haberleri de bundan ibarettir.” buyurdu. (38)
“Allah, herşeye şahid olandır.” (39)
Allah’ın izniyle canlı ve cansız varlıkların tümü insan için birer gözetleyici şahiddirler… Allah’ı görüyormuş gibi hâl ve harekette, yani ibadette bulunan insan, iyi bilmeli ki, diğer varlıklar da, hatta kendisi kendisine şahiddir…
Rabbimiz Allah, bütün bu hakikatları beyan ettikten ve Rasulullah (s.a.s.), bize anlattıktan sonra, artık kimin özürü olabilir?..
“…… Artık ey basiret sahibleri, ibret alın!” (40)
Yegâne hayat nizamı olan İslâm’da, muvahhid mü’min müslümanların eğitilmesi iki ana esasa dayalıdır:
1) İhlas
2) İhsân.
İhlas, iç âlemin eğitimini gerçekleştirirken, ihsân, dış âleminin eğitimini tamamlamaktadır… Maddî ve mânevî eğitim, ihlas ve ihsân ile gerçekleştirilir… Bu da, Kur’ân’a ve Sünnet’e tabi olmak, Kur’ân ve Sünnet’e tabi olup gereği gibi yaşayanları örnek edinerek onlar gibi olmaya çalışmakla olgunluğa erilir…
Muvahhid mü’min müslümanlardan olan adil İmamın yönetimindeki İslâm Devleti’nin iktidar olduğu ve egemenliğin kayıtsız-şartsız Allah’a aid kılındığı “Daru’l-İslâm”‘da, yani İslâm ülkesinde insan eğitimi, ihlas ve ihsânla gerçekleştirilir… Yediden yetmişe, kadını ve erkeği ile Ümmetin her ferdi, bu şekilde yetiştirilir… İzzet ve şeref sahbi İslâm Milleti, böyle tertemiz şahsiyetlerden oluşur!..
İslâm toplumunun hangi biriminde görevli olursa olsa, nerede bulunursa bulunsun, ister kadın, ister erkek olsun, bütün mü’min müslümanlar, imanları ve aldıkları İslâmî eğitim gereği, Allah’ı görüyormuş gibi davranırlar… En azından davranmaya gayret ederler… “Allah, her şeye şahid olduğu gibi, canlı ve cansızların tümü insan için Allah’ın izniyle birer adil şahiddirler… Bunca dosdoğru şahidlerin huzurunda, onların hak olduğunun şuur ve idrakinde olan mü’min müslüman şahsiyet, nasıl olur ki, günah işler, nasıl olur ki, isyan eder?!..
Kâmil iman ve salih amel sahibi, şuurlu mü’min müslüman şahsiyet, bu konuda çok hassas ve çok dikkatli olur…
Allah’ın kanunu olan İslâm hükümlerinin yürürlükte olduğu İslâm ülkesinde olsun, müstekbir işgalcı güçlerin tağutî yönetimlerinde olan işgal edilmiş İslâm topraklarında olsun, hangi hâlde olursa olsun, mü’min müslümanlar birbirlerinin gözetleyicisi, denetleyicisi ve aynası olmaya gayret ederler… İster özgür oldukları İslâm ülkesinde, ister esir oldukları işgal altındaki dönemlerinde, her hâllerinde cemaat olmaya tüm gayretleriyle çalışırlar… Cemaat olarak yaşamak, ihlas ve ihsân üzere bulunmanın, İslâm eğitimiyle eğitilmenin vazgeçilmez şartıdır…
Nu’man b. Beşir (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cemaat rahmet, bölücülük ise azabdır.” (41)
Cemaat hâlinde olmak ve o hâlde iken üzerine düşeni yapmak, mü’min müslümanlar için rahmetin tâ kendisidir… Fırkalaşmak, yani grup grup olmaları, kendileri için büyük azabtır… İhlas ve ihsân üzere olan mü’min müslümanlardan oluşan İslâm Cemaati, dünyanın neresinde olursa olsun, Rabbimiz Allah tarafından yardım görmüş ve gören bir Cemaattir…
İbn Abbas (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah’ın (yardım) eli, cemaatle beraberdir.” (42)
Aynı konuda diğer bir hadis’de, İbn Ömer (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Allah, benim ümmetimi –veya Muhammed’in ümmeti buyurdu– dalalette (sapıklıkta) bir araya getirmeyecektir. Ve Allah’ın yardım eli, cemaatin üzerindedir. Her kim, (cemaatten kavlen veya filen veya itikaden) ayrılırsa, şübhesiz cehenneme ayrılır.” (43)
Rabbimiz Allah, mü’min müslüman kullarının birlikte yaşamalarını, dağılıp parçalanmamalarını emretmiştir…
“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın…..” (44)
“Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şübhesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (45)
Temim ed-Darî’nin naklettiği Emiru’l-Mü’minin İmam Ömer b. Hattab (r.a.)’ın beyanıyla:
“İslâm, İslâm olmaz, cemaat olmayınca; cemaat, cemaat olmaz, emiri olmayınca; emir de emir olmaz, kendisine itaat olunmayınca.” (46)
Mü’min müslümanlar, adil, müttaki, Allah’a ve Rasulü’ne itaat eden, Tevhid akidesi sağlam, yani katıksız iman sahibi emirlerin etrafında cemaat olur, itaat edecek olurlarsa, birbirini gözetir, kollar ve korurlar… Açıkta ve gizlide Allah’dan korkar, Allah’ı görüyormuşcasına ibadetlerine devam ederler… Bu konuda, birbirilerini ikaz eder, şeytanın hilelerini sezer, tuzaklarını beraber bozar, engelleri beraber aşarlar… Böylece ihlas ve ihsân üzere yaşamaya devam ederler…
Bu, böyledir!..