Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Hiç biriniz, ben ona, babasından da, evladından da, bütün insanlardan da sevgili olmadıkça (kemâliyle) iman etmiş olmaz.” (1)
Aynı hadisin diğer bir rivayetinde, Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), konunun önemini belirtmek için yeminle başlıyor.
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, hiç biriniz, ben kendisine babasından da, evladından da daha sevgili olmadıkça (kemâliyle) iman etmiş olmaz.” (2)
Kâmil imanın şartlarından birisidir, yegâne hayat önderimiz ve biricik örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’i sevmek… Muvahhid mü’minler, Rasulullah (s.a.s.)’e karşı olan imanlarının gereği ortaya çıkan sevgi, kendilerini, baba ve annelerini, çocuklarını, mallarını ve diğer insanları sevdiklerinin çok daha üstünde bir sevgidir… Rasulullah (s.a.s.)’in sevgisine hiç bir şey tercih edilemez… Dünyalık hiç bir şey, Rasulullah (s.a.s.)’in sevgisine denk olamaz… Bu sevgi, mü’min müslümanların öz nefislerinden kendileri için daha evlâ olan, “âlemlere rahmet kılınan” (3) bir yüce şahsiyete karşı duyulan bir sevgidir…
Bu sevgi, Rabbimiz Allah’ın şu ayet-i kerime’de vasfını beyan buyurduğu eşsiz şahsiyete karşı duyulan sevgidir:
“Andolsun size içinizden, sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir.” (4)
Muvahhid mü’minlerin ve müttaki müslümanların imamı Rasulullah (s.a.s.)’in değerini şöyle beyan buyurur Rabbimiz Allah:
“Peygamber, mü’minler için kendi nefislerinden daha evlâdır ve O’nun zevceleri de, onların anneleridir…..”(5)
Ümmetini çok seven, mü’min müslümanlara çok şefkatli ve onların en küçük sıkıntısı bile kendisini çok üzen Rasulullah (s.a.s.), Rabbimizin bu fermanını, mü’minlere duyurduktan sonra onun izahını da beyan e-der…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Ben, bütün Mü’minlere kendi öz nefislerinden daha yakınım.” (6)
Bu konuda, Ümmetin her ferdini uyarmış, yetiştirmiş ve bu sevginin onların kalblerine iyice yerleşmesine itina göstermiş olan Rasulullah (s.a.s.), mü’minlerdeki Rasul sevgisine hiç bir sevginin denk olmaması için dikkatli davranmalarına hassasiyetle çalışmıştır… Çünkü bu sevgiye, dünyevî her hangi bir şeyin denk tutulması, iman noktasındaki olgunluğu engelleyici bir sed oluşturur… Böyle bir sed, mü’min için gerek kâmil iman bakımından, gerekse salih amel bakımından büyük bir noksanlıktır… Kâmil mü’min, ancak kâmil iman ve salih amel ile meydana gelir…
Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Ümmetinden olan mü’min müslümanların, imanlarının kâmil ve amellerinin salih olmasını istediğinden dolayı, onları dikkatli bir şekilde eğitmiş ve onlara öğretmişti… Her hangi bir noksanlık görünce hemen uyarmış ve o noksanlığı gidermeye çalışmış, yerinde ve zamanında müdahale etmişti…
Abdullah ibn Hişam (r.a.) şöyle demiş:
Biz, Rasulullah (s.a.s.)’in beraberinde bulunuyorduk. Rasulullah, Ömer ibn Hattab’ın elinden tutmuş hâldeydi.
Ömer (r.a.), O’na:
— Ya Rasulellah (s.a.s.), sen bana, muhakkak ki, nefsimden başka her şeyden daha sevimlisin, dedi.
Rasulullah (s.a.s.) da, O’na:
“Hayır (öyle söyleme)! Nefsim elinde bulunan (Allah)’a yemin edirim ki, ben sana, hayatından daha sevimli olmadıkça (imanın kemâle ermez).” buyurdu.
Bunun üzerine Ömer (r.a.) de, O’na:
— Şu anda Allah’a yemin ederim ki, sen bana, muhakkak nefsimden, yani canımdan da daha sevimlisin, dedi.
Rasulullah (s.a.s.) de:
“İşte şimdi oldu ya Ömer (İmanın Kemâle erdi)!” buyurdu. (7)
Dünyada, Ümmetinden her muvahhid mü’mine karşı çok şefkatli olan önderimiz Rasulullah (s.a.s.), ahirette de:
“Ya Rabbi, Ümmetim, Ümmetim” diye şefaatçı olacaktır… (8)
“Şefaatu’l-Uzma” sahibi Rasulullah (s.a.s.)’i, Ümmetin erkekleri canlarından çok sevdikleri gibi, Ümmetin muvahhid mü’min kadınları da, canlarından çok sevmektedirler… Ümmetteki Önderlerine karşı olan bu sevgi, katıksız imanın lezzetinden gelmektedir…
Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:
Uhud günü, savaş meydanında herkes büyük bir karmaşa içinde endişeyle koşuşturuyordu.
Birden:
— Muhammed öldü, Muhammed (s.a.s.) öldü, dediler.
Bu çığlıklar, Medine sokaklarında yankılanmaya başladı.
Ensar’dan bir kadın (Dinaroğulları kadınlarından Sümeyra bintü Kays), evinden çıkarak savaş alanına ulaştı. Orada, kardeşi, babası, eşi ve oğlunun cesetleriyle karşılaştı.
Kadın:
— Peki, Rasulullah (s.a.s.) nerede? O, ne yapıyor? diye sordu.
Gözleri, dört bir yanda Rasulullah (s.a.s.)’ı arıyordu.
O’na:
— Dosdoğru ilerle, dediler.
Nihayet Rasulullah (s.a.s.)’ın yanına vardı. Mübarek Rasul’ün elbisesinden tuttu:
— Anam-babam sana fedâ olsun ya Rasulellah, sen, ölmedin ya!.. Hiç bir şey umurumda değildir! dedi.(9)
Rasulullah (s.a.s.)’e karşı sevgi ve hürmetlerini her söz ve her hâlleriyle ortaya koyan, insanlık âleminin en hayırlı nesli olan Ashab, Rasulullah (s.a.s.)’in ayağına bir dikenin bile batmasını, en küçük bir şekilde incinmesini bile istemez, buna tahammül edemeyeceklerini beyan etmişlerdi… İdam edilecekleri zaman da bile bu ihlâs üzere olan tavırlarını net beyan etmiş, bu inançlarında hiç bir taviz vermemişlerdi… Onların bu katıksız imanları, bu salih amelleri ve bu tavizsiz tavırları, kıyamete dek gelecek tüm İslâm Milleti’nin her ferdi için en güzel örnek idi…
Asr-ı Saadet’in Medine döneminde, hain ve zalim müşriklerin gerçekleştirdikleri en zalimane katliâmlardan biri olan “Reci olayı”‘ından sonra esir aldıkları Zeyd b. Desinne (r.a.)’ın kıssasında, Rasulullah (s.a.s.) sevgisinin en zirvesi gözler önüne serilmişti…
Mekkeli müşriklere satılan Zeyd b. Desinne (r.a.)’ın kıssası için İbn İshak, şunları kaydetmiştir:
Zeyd b. Desinne’ye gelince O’nu, Safvan b. Ümeyye satın aldı ki, babası Ümeyye b. Halef mukabilinde O’nu katletsin. Safvan b. Ümeyye O’nu, Nitâs denilen bir kölesi ile Ten’ime gönderdi. O’nu, katletmek için Harem’den çıkardılar. Kureyş’den bir grup toplandı. Onların içinde Ebu Süfyan b. Harb de vardı.
(Zeyd b. Desinne) katlolunmak için geldiği zaman Ebu Süfyan O’na, şöyle dedi:
— Ey Zeyd, Allah iyiliğini versin. Muhammed’in şimdi bizim yanımızda olup O’nun boynunu vurmamızı ve senin de ailenin yanında olmanı ister misin?
(Zeyd) dedi ki:
— Vallahi, Muhammed’in şimdi bulunduğu mekânda O’na eziyet veren bir dikenin isabet etmesini, benim ise, ailemin içinde oturur bulunmamı ne isterim, ne de severim.
Ebu Süfyan, şöyle diyordu:
— Muhammed’in Ashabının, Muhammed’i sevmesi gibi insanlardan hiç bir kimseyi görmedim!..
Sonra Nitâs, O’nu katletti. (Allah, O’ndan razı olsun). (10)
İnsanın fıtrî yapısında olan hâllerinden birisi de, her neyi seviyor ve arzuluyorsa, onunla beraber olur… Gönül âleminde ve hayal âleminde beraber olduğuna, madde âleminde kavuşmak ister… Sevdiği, arzulayıp hürmet duyduğu ile madde âleminde beraber olan, manevî âlemde de beraber olmak ister… Bu sevgi ve beraber olmak arzusu, daimî bir beraberliği gündeme getirir…
Bu hakikat çerçevesinde Rasulullah (s.a.s.) sevgisi gündeme gelecek olursa, Rasulullah (s.a.s.)’i gerçekten sevenler, O’nunla beraber olurlar sonucu elde edilir… Rasulullah (s.a.s.) hayatta iken, O’na iman edip, O’nu görüp O’na tabi olan ve Sünneti üzere yaşayan mü’min müslümanların O’nunla beraber olduğu gibi, O’ndan sonra gelip O’na iman ederek Sünneti üzere yaşayan mü’min müslümanlar O’nunla beraberdirler… Bütün mü’min müslümanlar, katıksız imanlarının gereği olan Rasulullah (s.a.s.)’i sevmek vazifelerini, O’na inanmak ve Sünneti üzere yaşamak gerçeği ile gündeme getirirler… Gerçekten sevmek sevdiğine tabi olmak ile gerçekleşir… Seven, sevdiğine bağlanmak, onun istediği gibi olmak, onun hoşuna giden sözlerde ve hareketlerde bulunmak ile sevdiğini memnun eder ve onun sevgisini kazanarak kendisini razı kılar… Birisine karşı sevgi iddiasında bulunan, bu şartlara uymak zorundadır…
Sevdiğini iddia ettiği kişiyi üzen, onun hoşuna gitmeyen söz ve harekette bulunarak onun nefretini kazanan, onu memnun ve razı edeceği yerde, onu huzursuz ve mutsuz kılan kişinin iddiası bomboştur… O, sevdiğini iddia ettiği kişiye karşı sevgi duyguları değil, düşmanlık ve kin beslemektedir!.. Böyle bir karekterde olan kişi, elbette normal bir kişiliğe sahib olmayan birisidir… Bunun aklında, zekasında, fikir ve duygularında çok ciddî rahatsızlıklar bulunmaktadır…
Kişi, gerçek bir sevgiyle sevdiği ve hürmet duyduğu sevgilisine karşı, her zaman ve her yerde sevgi ve hürmet duygularıyla dopdoludur… Sevdiğinin hoşlandığı şekilde davranır ve ona layık olmağa çalışır… Bundan dolayı sevdiğiyle beraberdir…
Abdullah b. Mes’ud (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.)’in huzuruna bir adam geldi de:
— Ya Rasulellah (s.a.s.), henüz kendilerine katılmamış olduğu bir kavmi, bir zümreyi seven bir kimse hakkında nasıl bir hüküm söylersiniz? diye sordu.
Rasulullah (s.a.s.):
“Kişi, sevdiği ile beraberdir!” buyurdu. (11)
Aynı konuda şu hadisi de Enes b. Malik (r.a.) rivayet eder:
Bir adam, Rasulullah (s.a.s.)’e:
— Ya Rasulellah (s.a.s.), kıyamet ne zaman (olacak)? diye sordu.
O’da:
“Sen, onun için ne hazırladın?” buyurdu.
O zat:
— Ben, kıyamet için çok namaz, çok oruç ve çok sadaka hazırlamadım. Lâkin ben, Allah’ı ve Rasulü’nü seviyorum, dedi.
Rasulullah (s.a.s.):
“Sen, sevdiklerinle beraber olacaksın.” buyurdu. (12)
Sevgi iddiasında sadık olanlar, sevdiklerinin meşrû olan davetine icabet ederler… Sevdiğinin meşru davetine icabet etmek, gerçek bir sevginin göstergesi ve bu konudaki samimiyetin isbatıdır…
Allah’ı ve Rasulü’nü sevdiğinin, hem de her şeyden daha çok sevdiğini beyan eden bir kişi bu beyanını, Allah’ın ve Rasulullah (s.a.s.)’in çağrısına kulak vermek ve davetlerine icabet etmekle ispatlar… Böylelikle bu konudaki ihlâsını ortaya koymuş olur…
Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:
“Ey İman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasulü’ne icabet edin ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O’na döndürülüp toplanacaksınız.” (13)
Allah ve Rasulü’nü sevmek, Allah ve Rasulü’nün emirlerine tabi olmakla gerçekleşir… Allah’ın hükümlerine rıza gösteren ve Rasulullah (s.a.a.)’in Sünnetine tabi olan mü’min müslüman, sevgisini isbat etmiştir… Allah’ın ve Rasulullah (s.a.s.)’in hükmüne tabi olmak, mü’min müslümanın nefsî isteklerin aleyhine bile olsa, kendisinde Allah ve Rasulü’nün sevgisi olduktan sonra buna rahatlıkla katlanır… Çünkü nefsine ve vesveseci, apaçık düşmanı olan şeytanın hilesine kanıp suç işlemişse, bundan dolayı Allah’ın ve Rasulullah (s.a.s.)’in uygun gördüğü cezayı hak etmiştir… Madem ki, bu ceza, Allah’dan ve O’nun Rasulü (s.a.s.)’den geliyordu, mü’min müslümanın başı ve gözü üstüneydi… Çünkü o, Allah’ı ve Rasulü’nü seviyordu… Çünkü o, sevdiklerine karşı sadık idi ve bir suç işleyip cezayı hak etmişti… Bundan dolayı cezaya razı idi… Çünkü kesinlikle ona zulmedilmemiş, o, gerçekten hak ettiği karşılığı bulmuştu… Âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim Allah (Azze ve Celle), hiç bir zaman, hiç bir kuluna zulmedici değildir… Rabbimiz Allah’ı tenzih ederiz… Kullar, işlediklerinin karşılığını bulurlar…
Şöyle buyurur Rabbimiz Allah (Azze ve Celle):
“…. Rabbin, hiç kimseye zulmetmez.” (14)
“Demek ki, Allah, onlara zulmetmiyordu, ancak onlar, kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (15)
“Şübhesiz Allah, insanlar hiç bir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar.” (16)
“Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) çoğunu da affeder.” (17)
İşte hakikat budur!..
Bundan dolayı muvahhid mü’min müslümanlar hakikatın farkındadır ve işlediklerinin karşılığını buldukları için razı olur, kabul ederler… Bu ceza, onların Allah’a ve Rasulullah (s.a.s.)’e karşı olan aşırı sevgilerinden herhangi bir sarsılma yapmaz ve noksanlık meydana getirmez… Ayrıca imandaki sağlamlık ve samimiyet, günah işleyip tevbe etmek, bununla beraber dünyevî ceza çekmek ile zedelenmez… Günahtan tevbe ve günahtan dolayı İslâm’ın bütün kurum ve kuruluşlarıyla hakim olduğu İslâm ülkesinde çekilecek cezaya rıza göstermek, katıksız imandaki ihlasın bir göstergesidir…
Bu sevginin bir örneğini, asırların en hayırlısı olan Asr-ı Saadet’te, nesillerin en hayırlısı olan Ashab içinde meydana geliş hâliyle, Emiru’l-Mü’minin İmam Ömer İbnu’l-Hattab (r.a.) anlatmaktadır:
Rasulullah (s.a.s.) zamanında Abdullah isminde bir adam vardı. İnsanlar tarafından Himar lakabıyla lakablandırıldı. Bu Zat, Rasulullah’ı ara sıra güldürürdü. Rasulullah, bu adama, şarab içtiği için değnekleme cezası uygulamıştı.
Bir gün bu Abdullah, yine huzura getirildi. Rasulullah, deyneklenmesini emretti. O da, deyneklendi.
Topluluktan biri:
— Ya Allah, adama lânet et, içki yüzünden ne kadar da çok huzura getiriliyor, dedi.
Bunun üzerine Rasulullah:
“O’na lânet etmeyiniz. Vallahi, kesin olarak bilmişimdir ki, bu zat, muhakkak Allah’ı ve Rasulü’nü sevmektedir.” buyurdu. (18)
Anam-babam O’na fedâ olsun, canımdan daha çok sevdiğim, dünyada ve ahirette önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Ümmetinden mü’min müslüman her ferd için bu kadar şefkatli, bu kadar merhametli ve bu kadar muhabbetlidir…
Gerçek bir sevgi, sevdiğinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekle gerçekleşir… Elbette bu sevgi ve nefret, meşru, yani İslâm hükümleri çerçevesinde olmalıdır… Meşru demek, İslâm’a uygun olan demektir… Dolayısıyla gayr-ı meşru, İslâm’a, yani Allah’ın ve Rasulullah (s.a.s.)’in hükümlerine aykırı olan demektir… Meşru ve gayr-ı meşru kelimelerinin çağdaş toplumda yanlış kullanılması, hakikatı değiştirmez!..
Yegâne önder Rasulullah (s.a.s.)’i seven her mü’min müslüman, O’nun sevdiğini sever ve O’nun sevmediklerine karşı kesinlikle sevgi beslemez, onlara meyletmez… Bu kesin tavır, o muvahhid mü’minin önderi ve örneği Rasulullah (s.a.s.)’e karşı olan gerçek sevgisinden kaynaklanır…
Bu konudaki örneklerden birisini Ebu Eyyûb Halid b. Zeyd (r.a.) anlatır… Ebu Eyyûb el-Ensarî (r.a.) şöyle demiştir:
Rasulullah (s.a.s.)’e bir yiyecek getirildiği vakit ondan yer, fazlasını da bana gönderirdi. Bir gün bana, (bir yemek) fazla göndermişti ki, ondan yememişti. Çünkü içerisinde sarmısak vardı.
Kendilerine:
— Bu haram mıdır? diye sordum.
“Hayır, lâkin ben, kokusundan dolayı ondan hoşlanmıyorum.” buyurdu.
Ebu Eyyûb:
— Öyleyse senin hoşlanmadığından, ben de hoşlanmıyorum, demiş. (19)
Anamız, babamız, evladımız, eşimiz, mallarımız, tüm insanlardan ve canımızdan çok sevdiğimiz önderimiz Rasulullah (s.a.s.), sevdiklerinin Ümmetinden olan mü’min müslümanlar tarafından sevilmesini emreder… Onları sevmenin, kendisini sevmek olduğunu beyan buyurur!..
Abdullah b. Muğaffel (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurmaktadır Rasulullah (s.a.s.):
“Ashabım hakkında Allah’dan korkun, Allah’dan korkun! Benden sonra onları hedef almayınız. Onları seven, beni sevdiğinden sever. Onlara buğzeden, bana buğzettiğinden buğzeder. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur, Bana eziyet eden, Allah’a eziyet etmiş olur ve Allah’a eziyet edeni de, Allah, hemen cezalandırır.” (20)
İbn Abbas (r.a.) da, şu hadisi rivayet eder:
Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurur:
“Sizi nimetleriyle beslediği için Allah’ı seviniz, Allah sevgisiyle beni seviniz ve benim sevgimle Ehl-i Beytimi seviniz.” (21)
Yegâne Rabbimiz Allah’a ve yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’e karşı başkaldırıp tuğyan eden isyankâr tağutları sevmemek, imanımız ve Allah’a ve Rasulullah (s.a.s.)’e karşı olan sevgimizin bir gereğidir… Bu tağutlara karşı zerre kadar bir sevgi ve meyil, mü’min müslümanın kalbinde ve beyninde yer alamaz… Bu tağutlar, ister mü’min müslümanarın kan bağıyla en yakınları bile olsa, hiç bir değişme olmaz… Allah’a ve Rasulullah (s.a.s.)’e karşı düşman olanların, akraba olarak yakınlıkları veya uzaklıkları arasında hiç bir fark yoktur… Muvahhid mü’minlerin katıksız imanlarından kaynaklanan tavizsiz tavırları, bütün tağutlara karşı aynıdır ve nettir… Çünkü muvahhid mü’minler, Allah’ın dostları ve taraftarıdır… Tağutlar ise, şeytanın dostları ve taraftarıdır… Allah dostlarında, şeytanın dostlarına kesinlikle herhangi bir sevgi, saygı ve eğilim bulunamaz… Aksine onlarla mücadele etmeleri, Rabbleri Allah tarafından emredilmiştir:
“İman edenler, Allah yolunda savaşırlar, küfredenler de tağutun yolunda savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şübhesiz şeytanın hileli düzeni pek zayıftır.”(22)
Allah’a ve Rasulü’ne iman etmeyi reddeden, Allah’a ve Rasulü’ne dost olmayıp düşman kesilen, Allah’ın hükümlerine karşı savaşan ve kendi hükümlerini egemen kılan yeryüzünün tağutlarına karşı, mü’min müslümanların tavırları, elbette ki, dostluk tavrı olamaz!.. Allah’a ve Rasulü’ne dost olana dost olmak, düşman olana, düşman olmak, mü’min müslümanın imanından kaynaklanan ve kendisine kulluk vazifesi olan bir vazifedir…
Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), “Allah için sevmek ve Allah için buğzetmeyi en faziletli amel” olarak beyan etmiştir… (23)
Bundan dolayı Rabbimiz Allah, şöyle buyurur:
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir topluluk (kavim) bulamazsın ki, Allah’a ve Rasulü’ne başkaldıran kimselerle bir sevgi (bir dostluk) bağı kurmuş olsunlar. Bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalblerine imanın yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır, orada süresiz olarak kalacaktır, Allah, onlardan razı olmuş, onlar da, O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin, şübhesiz Allah’ın fırkası olanlar, felah (umudlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların tâ kendileridir.”(24)
Rasulullah (s.a.s.), ümmetinden kendisini çok seven mü’min müslümanların bulunduğunu haber vererek, vasıflarını beyan buyurmuştur…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Ümmetimden beni en çok seven bazıları, benden sonra gelecek bir takım insanlardır. Bunlardan her biri, ailesini ve malını fedâ ederek beni görmüş olmayı arzu edecektir.” (25)
Elbette ki, bu aşırı görmek arzusu, yalnızca Rasulullah (s.a.s.)’in yüzünü görmek değildir… Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’i hem görmek, hem de O’na iman ederek itaat etmek arzusu demektir… Yoksa sadece O’nu görmek olmuş olsa idi, O’nu, müşrikler de, münafıklar da, kâfirler de ve mürtedler de görmüştü, görüyorlardı… Amma O’nu gördükleri, doğru olduğuna şahid oldukları ve bunca mucizeler onların gözlerinin önünde cereyan ettiği hâlde, Rasulullah (s.a.s.)’e inanmıyor, O’nu yalanlayıp düşman oluyorlardı…
Ümmetinden mü’min müslümanların Rasulullah (s.a.s.)’i görmeyi arzuladıkları gibi, Rasulullah (s.a.s.) de, kendinden sonra gelecek olan muvahhid mü’min müslüman kardeşlerini görmeyi çok arzu etmiştir… Bu arzu, yegâne önder ile O’na tabi olup itaat eden Ümmeti arasında gerçeleşen sevgiden kaynaklanmaktadır…
Bu olayı, Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle anlatır:
Rasulullah (s.a.s.), Kabristana (Cennetu’l-Bakiyye) gelerek:
“Selâm size ey mü’minler diyarı, İnşaallah, biz de size katılacağız. Din kardeşlerimizi görmüş olmayı çok arzu ederdim.” buyurmuş.
Ashab:
— Biz, senin din kardeşleriniz değil miyiz ya Rasulellah (s.a.s.)? demişler.
Rasulullah (s.a.s.):
“Siz, benim Ashabımsınız. Kardeşlerimizse, henüz gelmiyenlerdir.” buyurmuşlar.
Bunun üzerine Ashab:
— Ümmetinden henüz (saha-i cihana) gelmeyenleri nasıl tanıyacaksın ya Rasulellah (s.a.s.)? demişler.
Rasulullah (s.a.s.):
“Ne dersin, bir adamın yağız ve doru at sürüsü içinde sakar ve sekir bir takım atlar olsa, o adam atları tanımaz mı?” buyurmuş.
Ashab:
— Hay hay, tanır, ya Rasulellah (s.a.s.), demişler.
(Rasulullah, (s.a.s.):
“İşte onlar da, abdestten dolayı böyle sakar ve sekir gelecekler. Ben Havuz’a, onlardan önce varacağım.
Dikkat edin ki, bir takım adamlar, benim Havuzumun başından kayıp develerin kovulduğu gibi kovulacaklar.
Ben, onlara:
— Hey, beri gelin, diye nidâ edeceğim.
Bunun üzerine bana:
— Onlar, senden sonra hakikaten (dinde) tebdilât yaptılar, denilecek.
Ben de:
— (Öyleyse) uzak olsunlar, uzak olsunlar, diyeceğim.” buyurmuşlar. (26)
Rasulellah (s.a.s.)’e karşı olan sevginin, O’na iman etmek ve itaat etmekle ispatlanacağını beyan etmiştik… Âdem (a.s.)’dan Rasulullah (s.a.s.)’e kadar bütün Peygamberlerin vazifesi, içinde bulundukları toplumu ve tüm insanlığı, tağuta kul olmayı redde ve yalnızca Allah’a kul olmaya davet etmektir… Ve Allah (Azze ve Celle), Peygamberleri seçip vazifelendirmiştir ki, diğer insanlar, onlara iman ile itaat etsinler… Onların beyan ettikleri gibi inanıp yaşasınlar…
İşte Rabbimiz Allah (c.c.)’nin buyrukları:
“Andolsun, biz, her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik….” (27)
“Senden önce hiç bir Rasul göndermedik ki, Ona, şunu vahyetmiş olmayalım: ‘Benden başka ilâh yoktur, öyleyse bana itaat edin.” (28)
“Biz, Rasullerimizden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka hiç bir şeyle göndermedik…” (29)
Bu ayetlerden apaçık anlaşıldığı gibi, Rasullere iman, onlara itaat etmekle olur… Rasulullah (s.a.s)’e iman ettiği iddiasında bulunanlar, bu iddialarını ancak Rasulullah’a itaat etmekle ispatlayabilirler… Yoksa Rasulullah (s.a.s.)’e iman ettiklerini sadece kuru bir laf olarak beyan ettikten sonra, hayatını başkalarının ilkelerine göre yönlendirip onlara itaat edenlerin sözlerine ne kadar itibar olunur?..
Bütün Peygamberlerin (Allah’ın salat ve selâmı üzerlerine olsun) ve en souncusu olan Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’in gönderilişin tek vazifesi vardır:
Allah’dan başka hiç bir ilâh, rabb ve melik olmadığını insanlara bildirip öğretmek, insanları tağuta kul olmaktan kurtarıp, Allah’a kul olmalarını sağlamak ve yalnızca Allah’a inanıp itaat etmek, bundan dolayı kendilerine de itaat kolunmayı sağlamak!.. Çünkü Allah’ın Peygamberlerine itaat, Allah’a iman ile itaat etmenin tabiî sonucu ve gereğidir… Katıksız iman ve kabul görülen amelin gereği budur…
Bu gerçeği Rabbimiz Allah (c.c.), şu ayetlerinde beyan buyurur:
“Hayır, öyle değil, Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”(30)
“Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte, kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.’(31)
Rasulullah (s.a.s.)’e itaat, yani O’nun Sünneti üzere yaşamak, Allah’a itaat, Rasulullah (s.a.s.)’e isyan, Allah’a isyandır… Bunu, Allah ve Rasulü (s.a.s.) beyan buyurmaktadırlar…
Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:
“Kim Peygamber itaat ederse, gerçekten Allah’a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz seni, onların üzerine koruyucu göndermedik.” (32)
Abdullah b. Ömer (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse, Allah’a isyan etmiş olur.” (33)
Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’e itaat, mü’min müslümanların hayatlarının her biriminde ve her safhasında olmalıdır… Böyle olursa, iman kâmilleşir, mü’min de kâmil mü’min olur… Yoksa hayatının bir kısmında Rasulullah (s.a.s.)’e tabi olup itaat eden, bir kısmın da ise tağut liderlere tabi olup itaat eden kişiler, seküler bir düşünceyi kabullenmişlerdir ki, bu ideoloji, gayr-ı İslâmî bir beşerî ideolojidir. Böyle davrananlar, imanlarını zedelemiş, amellerini sakatlamışlardır…
Rabbimiz Allah, kendisine ve Rasulü (s.a.s.)’ne itaat edenleri şu şekilde mükafatlandırmıştır:
“Kim Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar.”(34)
Bu ayet-i kerimenin esbab-ı nüzûlü hakkında, temel eserlerde şu olay anlatılır…
Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha) şöyle demiştir:
Adamın biri, Rasulullah (s.a.s.)’e gelip de dedi ki:
— Ey Allah’ın Rasulü, şübhesiz sen, bana canımdan, ailemden ve çocuğumdan daha sevgilisin. Ben, gerçekten evde bulunur ve seni hatırlarım da bu ayrılığa katlanamam, sonunda sana gelip yüzüne bakarım. Benim ve senin ölümümüzü hatırladığımda bildim ki sen, cennete girdiğin zaman Peygamberlerle beraber yüksek makamlara yükseltileceksin. Ben, cennete girdiğim de ise, korkarım seni göremeyeceğim.
Rasulullah (s.a.s.), hiç bir cevab vermedi. Nihayet Cebrail (a.s.) bu ayeti indirdi. (35)
Hayatını yalnızca Allah ve Rasulullah (s.a.s.)’in emirlerine göre düzenleyen, Allah ve Rasulü’ne itaat edip başka hiç bir güce, hiç bir makama, hiç bir ferde ve gruba itaat etmeyen, mü’min müslümanın cennette yüceldiği makamı, Rasulullah (s.a.s.), beyan eder…
Ebu Said el-Hudrî (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurur:
“Cennet ahalisi cennette, kendilerinden yüksekte gurfeler ehli denilen bir takım köşklerinin sahiblerini (aralarındaki uzaklık farkından dolayı) güçlükle görebilirler. Nitekim gündüz doğu veya batı ufkunda ışıklı kalan parlak yıldızı, aradaki mesafe uzaklığından dolayı dikkatle bakanlar seçebilirler.”
Sahabîler:
— Ya Rasulellah (s.a.s.), o yüksek köşkler, Peygamberlerin mevzilleri midir? Başkaları oralara erişemez mi? diye sordular.
Rasulullah (s.a.s.):
“Evet, o köşkler, peygamberlerin köşkleridir. Fakat (Allah, başkalarına da ihsan edebilir.) Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim (o başkaları) öyle erlerdir ki, onlar, Allah’a iman ve Rasulleri (hakkıyla) tasdik etmişlerdir.” buyurdu. (36)
Rabbimiz Allah, kendisine ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat edilmesini, dolayısıyla muvahhid mü’minlerden Allah ve Rasulü’ne itaat eden Ulu’l-emr’e itaat edilmesini emreder… Herhangi bir anlaşmazlıkta, o meselenin hükmünün Allah ve Rasulü’ne döndürülmesini buyurur… Bu hareketi, ancak gerçekten iman edenler, Allah’a ve ahirete şüphesiz inananların yapacağını beyan eder… Elbette bu, en hayırlı ve sonuç itibariyle en güzeldir… (37)
Rabbimiz Allah, rahmete kavuşturulmanın sebenini şöyle beyan buyurur:
“Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve peygamber’e itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz.” (38)
Ve yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’i, her şeyden,hatta canlarından daha çok seven, iman eden ve itaatte bulunan muvahhid mü’min müslümanlar, Rabbleri Allah’a şu dilekte bulunuyorlar:
“Rabbimiz, biz, indirdiğine inandık ve Rasule uyduk. Böylece bizi şahidlerle beraber yaz.” (39)
Bu, böyledir!..