El-Ma’rur İbn Suveyd şöyle anlatıyor:
Ben, Rebeze köyünde Ebu Zerr’e kavuştum. Toplamı bir hullelik, yani bir rida ile bir izardan ibaret bir takımlık kumaşın yarısı kendisinin, yarısı kölesinin sırtında bulunuyordu. Ben kedisine, böyle birer yarı parçanın her ikisinin sırtında ayrı ayrı bulunmasının sebebini sordum.
Bunun üzerine Ebu Zerr (r.a.), şöyle anlattı:
— Ben, bir kerre bir adamla söğüştüm de onu annesinden dolayı ayıpladım.
Rasulullah (s.a.s.), bana:
“Ya Eba Zerr, onu sen, annesinden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen, içinde henüz cahiliyyet (ahlâkı) bulunan bir kimsesin.
Hizmetçileriniz sizin öyle kardeşlerinizdir ki, Allah, onlar sizin ellerinizin altına emanet etmiştir. Her kimin eli altında kardeşi bulunursa ona, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara, güçleri yetmeyecek zahmetli bir iş yüklemeyiniz. Şayet yüklerseniz, onlara yardım ediniz.” buyurdu. (1)
İmam Buhârî (rh.a.)’in aynı olayı naklettiği bir başka rivayetinde şu ziyade yer almaktadır:
Rasulullah (s.a.s.), bana:
“Sen, filan kimseyle sövüştün mü?” dedi.
Ben:
— Evet, dedim.
“O’nun annesini kötüledin mi?” buyurdu.
— Evet, kötüledim, dedim.
“Muhakkak ki sen, içinde henüz cahiliyyet ahlâkı kalmış bir kimsesin.” buyurdu. (2)
İmam Müslim (rh.a.)’in bir rivayetinde de şu ziyade var:
Rasulullah (s.a.s.):
“Ya Eba Zerr, gerçekten sen, kendinde cahiliyet bulunan bir kimsesin!” dedi.
— Ya Rasulullah, eğer bir kimse âleme söğerse, onun annesine, babasına söğerler, dedim.
(Tekrar:)
“Ya Eba Zerr, gerçekten sen, kendinde cahiliyyet bulunan bir kimsesin!..” buyurdu. (3)
Ebu Zerr (r.a.)’ın ismi, Cündüb b. Cünade’dir. Büreyr b. Cündüb olduğunu söyleyenler de vardır.
Tevazu ve zühdü, hadis-i şerifte Hz. İsâ (a.s.)’ın tevazu ve zühdüne benzetilmiştir.
O’nun mezhebine göre, bir insanın ihtiyacından fazla malını biriktirmesi haramdır. (4)
Velid b. Müslim’in munkati olarak rivayetine göre, söğülen zat, Bilâl-i Habeşî (r.a.) imiş.
Ve O’na:
— Ya’b ne’s-Sevda (Ey kara kadının oğlu), diye söğmüş.
Bilâl’in şikayeti üzerine Peygamber (s.a.s)’in tevbihî vaki’ olunca Ebu Zerr, yanağını yere koyup:
— Bilâl, ayağı ile basmadıkça yanağımı yerden kaldırmayacağım, diyerek kusurunun affını istemiştir. (5)
Bu bilgiler ışığında olayın anlaşıldığı kanaatinderiz. Yeyüzünün en hayırlı nesli olan Ashab neslinden iki değerli şahsiyet olan Ebu Zerr el-Gıfarî (r.a.) ile Bîlâl-i Habeşî (r.a.), hasbe’l-beşer münakaşa eder, birbirlerini incitecek derecede sözler sarf ederler…
Aslı Arab olan Ebu Zerr (r.a.), aslı Habeşli bir zenci olan kardeşi Bilâl-i Habeşî (r.a.)’ı annesinin zenci oluşundan dolayı kendisini yerer ve:
“Ey kara kadının oğlu” sözünü söyler…
Katıksız iman ettiklerinden ve sağlam Tevhid ehli olduklarından dolayı onları kardeş kılan Allah’ın dininde olmayan ve olmayacak bir olay ortaya çıkınca, yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.) hemen müdahale edip kesin tavrını sergilemiştir…
“Sen, filan kimseyle sövüştün mü?” dedi.
Ben:
— Evet, dedim.
“O’nun annesini kötüledin mi?” buyurdu.
— Evet, kötüledim, dedim.
“Muhakkak ki sen, içinde henüz cahiliyyet ahlâkı kalmış bir kimsesin!” buyurdu.
Cahiliyyet ahlâkı!..
İnsanı, rengine, ırkına, konuştuğu diline, yaşadığı bölgeye, kavmine, kabilesine, aşiretine göre değerlendiren, ya yücelten veyahud alçaltan anlayış, cahiliyyet ahlâkıdır…
Cahiliyete aid, yani insanın yaratılış gayesine ve fıtratına aykırı olan, vahyi kabul etmeyen müşriklerin heva ve heveslerinden ortaya koydukları her şeyi ayaklar altına alan İslâm, (6) cahiliyyete aid olan ırkcılık milliyetçiliği de ayaklar altına almış, her çeşidiyle reddetmiştir…
İnsanı, rengine, diline, bölgesine, ırkına ve kavmine göre değerlendirmek, ya alçaltmak, ya da üstün görmek anlayışının tamamen batıl olduğunu beyan eden yegâne hayat nizamı İslâm, Allah’ın indende üstünlüğün ancak katıksız iman edip takva sahibi olmakta olduğunu ortaya koymuştur…
Ebu Zerr (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Düşün! Sen, ne kırmızı tenli, ne de siyah tenliden daha üstün değilsin. Ancak takva ile üstün gelebilirsin.”(7)
İnsaların mensub bulunduğu tabiî hiç bir ırk diğer bir ırktan, hiç bir renk diğer bir renkten, hiç bir dil diğer bir dilden, hiç bir kavim diğer bir kavimden ne üstündür, ne de alçaktır!..
Renklerin ve dillerin ayrı ayrı olması, yegâne Rabbimiz Allah’ın kudretinin yüceliğine, hikmetinin ulviliğine apaçık işaretlerdir!..
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da, O’nun ayetlerindendir. Hiç şübhe yok bu da, âlimler için gerçekten ayetler (alınacak dersler) vardır.” (8)
Allah’ın kendisine verdiği akıl nimetini, idrak nimetini, göz, kulak ve beyin nimetini kullanabilen her insan, göklerin ve yerin yaratılışına bakar, uzun uzun seyreder ve derin derin düşünür… Sebebini ve hikmetini tefekkür e-der… Bu samimi arayış ve derin düşünüş sonunda, hem yaratan ve emreden âlemlerin Rabbi ve ilâhı olan Allah’ın varlığını, birliğini, yegâne yaratıcı ve emredici oluşunu görür, idrak edip inanır, hem de kendi varlığının ve yaratılış gayesinin farkına varıp kendisini bilip bulup idrak eder… Çünkü,, nefsini bilen, kendisini fark edip tanıyan, Rabbi Allah’ı bilir, farkına varır, tanır ve kesin iman ile inanır…
Ve şu ayetlerdeki hakikate ulaşır:
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah, her şeye güç yetirendir.
Şübhesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gaündüzün ardarda gelişinde, temiz akıl sahbleri için gerçekten ayetler vardır.
Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (ve derler ki:) ‘Rabbimiz, Sen bunu, boşuna yaratmadın. Sen, pek yücesin, bizi ateşin azamından koru.
Rabbimiz, şübhesiz Sen, kimi ateşe sokarsan artık onu hor ve aşağılık kılmışsındır. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.
Rabbimiz, biz: ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağrıda bulunan bir çağrıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür.
Rabbimiz, elçilerine va’dettiklerini bize ver, kıyamet gününde de bizi, hor ve aşağılık kılma. Şübhesiz Sen, va’dinde muhalefet etmeyensin.’ (9)
Kendisinde bilgi olan, bu bilgiyi ve Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanabilen insan, aynı yapıda yaratılan, aynı kökten gelen bunca insanların renklerinin ve dillerinin ayrı ayrı oluşunu derin derin düşünür ve yaratıp emir ve-ren Rabbi Allah’ın kudretinin yüceliğini idrak ederek imanını kuvvetlendirir…
İnsanların renklerinden, dillerinden, bölgelerinden ve kavimlerinden olayı birbirinden bir üstünlüklerinin olmadığını kavrar ve bu konudaki hikmetin idrak etmeye çalışır… Kendisinin şu veya bu renkten oluşu, şu veya bu dili konuşması, ya da şu veya bu kavimden oluşu, Yaratan Rabbi Allah’ın kudretinin yüceliğinden olduğunu anlar, Rabbi Allah’ın yüceliğini düşünür, O’nun kudreti karşısında secdeye kapanır ve hamd makamında hamdın en kâmilini yapmaya gayret eder…
Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:
“Biz, Kur’ân’ı hak olarak indirdik, o da, hak olarak indi. Seni de, ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
Biz onu, Kur’ân olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (ayet ayet, sûre sûre) ayırdık, yine onu peyderpey indirdik.
De ki: ‘Siz ona, ister inanın, ister inanmayın şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere O (Kur’ân) okununca, derhâl yüzüstü secdeye kapanırlar.
Ve derler ki: ‘Rabbimizi tesbih ederiz. Rabbimizin va’di mutlaka yerine getirilir.’
Ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar. (Kur’ân okumak) onların saygısını artırır.” (10)
Rabbi Allah’ın azameti karşısında, bilen ve idrak eden muvahhid mü’min insan, katıksız iman ederek secdeye kapanır… Cahiliyete aid olan bütün batıl şeyleri ayaklarının altına alır, kavim ve ırk üstünlüğü görüşünün cahiliyyeden geldiğini anlar ve tamamen red eder… Allah’ın kendisine akıl ve iman nimetini verip cahiliyyetin her türlü kirinden ve pisliğinden kendisini kurtardığından dolayı, O’na gereği üzere kulluğu gerçekleştirip şükrünü ziyadeleştirir… Bütün insanların Hz. Âdem (a.s.)’dan olduğunu ve Hz. Âdem (a.s.)’ın da topraktan yaratıldığını, bundan dolayı hiç bir insanın diğer insanlara, hiç bir kavmin diğer kavimlere bir üstünlüğünün olmadığını, Allah katında üstünlük, ancak katıksız iman ile takvada olduğuna inanır, böyle bilir ve böyle idrak eder…
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), Mekke’nin fethi günü, halka bir hutbe irad ederek şöyle buyurdu:
“Ey ahali, Allah, cahiliyyet gururunu ve cahiliyyetin atalarıyla övünmeyi sizden kaldırmıştır. Artık insanlar, iki kişi (sınıf)dır. Allah katında değerli olan, doğru ve dindar kişi ile Allah tarafından hor görülen isyankâr kişi.
Bütün insanlar, Âdemoğullarıdır ve Allah, Âdem’i topraktan yaratmıştır.
“Ey insanlar, gerçekten Biz sizi, bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şübhe yok Allah, bilendir, haber alandır.” (Hucurât, 49/13) (11)
Tevhid ehli olan katıksız iman sahibi muvahhid mü’min, mü’minlerin kardeş olduğu inancını kalbine yerleştirmiş, kendisinin, bir vücud olan ümmetin ayrılmaz bir parçası olduğuna şübhesiz bir şekilde iman etmiş olgun bir insandır… Muvahid mü’min, Rabbi Allah ve önderi Rasulullah (s.a.s.)’in bildirmesiyle bilir, idrak ederek inanır ki, İslâm nizamında ırkçılık milliyetçilik denilen batıl anlayışa yer yoktur… Hiç bir milliyetin, yani ırkın, kavmin diğer milliyetlere, ırklara ve kavimlere üstünlüğü yoktur, olamaz da… Kendini veya bağlı bulunduğu kavmini, yaratılış olarak diğer insanlardan veya kavimlerden üstün görmenin, değer vermenin İblis’in işi olduğunu bilir ve böyle bir inancın şeytana aid olduğunu idrak ederek red eder… Şeytan, onu yaratan Rabbi Allah’ın emrini dinlememiş, Âdem (a.s.)’ın topraktan yaratılmış olduğunu bahane ederek, ateşin topraktan üstünlüğünü gündeme getirmiş ve kendisinin, Âdem (a.s.)’dan hayırlı olduğunu iddia etmiştir.
Irkından, kavminden, milliyetinden, dilinden, renginden ve yaşadığı bölgesinden dolayı kendisini, diğer insanlardan üstün gören, bundan dolayı kendisine bir değer veren kişinin veya kişilerin, bu inançlarının temelinde şeytanî bir düşüncenin bulunduğunu, Rabbimiz Allah’ın bildirmesiyle biliyor ve inanıyoruz…
Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:
“Andolsun, Biz, sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik. Sonra meleklere: ‘Âdem’e secde edin, dedik. Onlar da, İblis’in dışında secde ettiler. O, secde edenlerden olmadı.
(Allah) dedi ki: ‘Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?’ (İblis) dedi ki: ‘Ben, ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın. Onu ise, çamurdan yarattın.’
(Allah:) ‘Öyleyse oradan in! Orada büyüklenmen se-nin (hakkın) olamaz. Hemen çık. Gerçekten Sen, küçük düşenlerdensin.” (12)
Allah katında üstünlük, yaratılış maddesinde değil, iman ile salih amel işleyerek takva sahibi olmaktadır… Yoksa derinin rengi veya dilin konuşma biçimi, hayırlı olmak için birer sebeb değildir… Hayırlı olmak, en hayırlı nizam olan İslâm’a tam teslim olmak ile gerçekleşir… Üstünlük, imanın gereği olan hâl ve hareket içinde olmak ve takvaya ulaşmak ile gerçekleşir… Yoksa sadece yaratılışını öne sürerek, hayırlı ve üstün oluşunu dile getirenler, şeytanın yaptığının aynısını yapmış ve onunla aynîleşmişlerdir…
Şeytan, Allah’ın emrini dinlememiş ve taattan ayrılmış, bundan dolayı değeri düşmüş ve zelil hâle gelmiştir!…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Her kim, taattan çıkar ve cemaattan ayrılırsa, cahiliyyet ölümüyle ölür.
Her kim, körükörüne (çekilmiş) bir sancağın altında savaşır, bir asabe (ırkçılık) namına kızar, yahud bir asabe-ye (ırkçılığa) davet eder veya bir asabeye yardımda bulunur da öldürülürse, bu da, bir cahiliyyet ölümüdür.
Ve her kim, benim ümmetime karşı çıkar, iyisini-kötüsünü vurur, mü’minden çekinmez, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o, benden değildir, ben de ondan değilim!” (13)
“Âlemlere rahmet olarak gönderilen” yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in kendisinden olmadığı ve kendisinin de Rasulullah (s.a.s.)’den olmayan, yani Rasu-lullah (s.a.s.) ile ilişkisi kesilen kişinin vasfına dikkat edelim:
1) Allah’a taat etmekten çıkıp muvahhid mü’minlerden oluşan İslâm Cemaatı’ndan ayrılan,
2) Irkçılık adına ayağa kalkıp ve ırkçılık adına bir sancak yükselterek O’nun altında ırkçılık dâvası adına savaşan,
3) Ümmet birliğine karşı çıkar, mü’min müslümanları öldürür ve daha önceki ahdini bozup bu uğurda ölen kişi, cahiliyyet ölümüyle ölmüş olup Rasulullah (s.a.s.) ile ilişkisini kesmiştir.
İnsanlar, hangi kavimden, hangi ırktan, hangi renkten, hangi dilden ve hangi bölgeden olursa olsun, gereği gibi katıksız bir şekilde iman eder ve imanını salih amel ile pekiştirecek olursa, ümmetin bütünlüğüne kavuşmuş ve diğer mü’min müslümanlarla kardeş olmuş olur… Mü’min müslümanlar, ümmet bütünlüğü içinde kardeş olmuş, renk, dil, bölge, kavim ve ırk farkları tamamen kalkmış, hepsi aynı haklara sahip olmuş ve ümmet potasında eriyerek bir tek vücûd hâlinde İslâm milletini oluşturmuşlardır…
Ashab’dan aslı Rum olan Suheyb (r.a.), aslı Fars olan Selman (r.a.), aslı Habeşli olan Bilâl (r.a.) ve aslı Arab olan Ebu Zerr (r.a.), kavimleri ve renkleri ayrı ayrı olmasına rağmen, Allah ve Rasulü (s.a.s.)’in emrettiği şekilde iman edince birbirine kardeş olmuş ve bir vücûd gibi bütünleşmişlerdir… Cahiliyyete aid olan kavmiyetçilik denilen batıl dâvâ ile ilgili her ne varsa ayaklarının altına almış ve yegâne hayat nizamı İslâm’a tam teslim olup O’nun gereği olan iman kardeşliğini gündeme getirmişlerdir…
Rasulullah (s.a.s.), müslüman olduklarını beyan ettikten sonra ümmet birliğini bozacak şekilde ırkçılık milliyetçilik dââvasına kalkışan ve bu uğurda savaşan, bu dâvâ için çalışanın kendisinden olmadığını beyan buyurduğu gibi, o kişinin ümmetinden de olmadığını beyan buyurur…
Rasulullah (s.a.s.)’in şu hadislerine dikkat edelim:
1) Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Her kim, taattan çıkar, cemaattan ayrılır da sonra ölürse, cahiliyyet ölümü ile ölür.
Her kim, körükörüne (çekilmiş) bir sancağın altında ölür, asabe (ırkı) namına kızar ve asabe (kavmi) için çarpı;şırsa, benim ümmetimden değildir.
Ve benim ümmetimden her kim, ümmetime karşı çıkar, iyisini-kötüsünü vurur, mü’minden korunmaz, ahid sahibi olanına da verdiği sözü yerine getirmezse, benden değlidir.” (14)
2) Cündeb b. Abdillah el-Becelî (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Her kim, körükörüne (dikilmiş) bir sancağın altında asabiyyete (kavmiyetçiliğe) davet veya bir asabiyyete (ırkçılığa yardım ederken ölürse, bu, bir cahiliyyet ölümüdür.”(15)
3) Füseyle’nin babası (Vesile b. el-Eska, r.a.)’dan.
Ben:
— Ya Rasulullah, adamın kendi kavmini sevmesi, taassubtan (bir çeşit ırkçı milliyetçilik sayılır) mı? diye Rasulullah (s.a.s.)’e sordum.
O:
“Hayır, velâkin adamın kendi kavmine zulümdeyardım etmesi, taassubtandır (bir çeşit ırkçı milliyetçilikdir).”(16)
“Cahiliyye döneminde, aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa, ‘asabe, bu topluluğun bütün ferdlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna da, ‘asabiyyet’ denilmektedir.” (17)
Hadisin şerhinde şöyle denilmektedir:
“Cahiliyyet ölümünden murad: Dinsiz gider demek değildir. Cahiliyyet devri Arabları, keşmekeş içinde olup hükümdar falan tanımaz, kimseye itaat etmezlerdi. Âmirine itaat etmeyip cemaaten ayrılan bir müslüman da, onlara benzeyeceği için âsî olmuş olur.
Asabe: Baba tarafından olan akrabadır. Sinirlerin bütün vücûdu kaplaması gibi bir kimsenin asabesi de onu her taraftan kuşattıkları için kendilerine bu isim verilmiştir. Asabe namına harbetmek, kızmak ve propaganda yapmak, Hakka ve dine yardım değil, bilâkis heva ve hevese göre harekettir. Bu da, cahiliyyet devri adetlerinden biridir. Binaenaleyh böyle bir harbde öldürülen de şehid değil, âsî, olur.
“Mü’minlerden çekinmez” sözünden murad: Mü’mini öldürdüğüne aldırış etmez, vebalinden korkmaz demektir.”(18)
Bu konuda İslâm Fakîhleri şöyle diyorlar?
“Ölen her müslümanın cenaze namazını kılmak farzdır. Bundan yalnız dört kişi müstesnadır ki, bunlar da, bağîlerle yol kesenlerdir. Böyleleri harbde öldürülürlerse, yıkanmazlar, namazları da kılınmaz. Harbden sonra öldürülürlerse, cenazeleri kılınır. Çünkü bu, ya hadd-i şer’î (ceza), yahud kısasdır. Keza çeteciler, geceleyin şehirde silahla zorbalık edenler ve defalarca insan boğan kimselerdir. Bunların hükmü de, bağîler gibidir.
Çeteci (diye terceme ettiğimiz Usbe sözü), zulüm için kavmine yardım eden, onlar için gazaba gelen kimsedir. “Asabiyyete çağıran yahut asabiyyet için çarpışan bizden değildir.” hadisi, bu kabildendir.
Dürerü’l-Bihar Şerhi ile Nevazil’de şöyle denilmiştir:
Ulemamız, asabiyyet için öldürülenleri, bu tafsilata göre bağîler hükmünde tutmuşlardır.” (19)
Bin beşyüz yıllık İslâm Tarihi’ne dikkatle bakılacak olunursa, Ümmeti parçalayan en korkunç fitnenin ırkçı milliyetçilik olduğu görülecektir… Ümmet içinde ne zaman ki, bu gerici cahiliyyet adeti ortaya çıktı, ümmetin başına büyük felaketler gelmiştir… İmanda ve dinde kardeş olan mü’min müslümanlar, ırkçı milliyetçilik yüzünden gruplara ayrılmış, her grup kendi kavminin üstünlüğüne inanır olmuş ve bu uğurda birbirlerine silah çekip savaşmış, binlerce insanın ölümüne, oluk oluk müslüman kanının çıkmasına sebeb olmuşlardır…
Dünyaya hükmeden, bütün gayr-ı müslimlere baş eğdiren “Hilafet Devleti” olan İslâm Devleti zaman içinde bir kaç kez yıkılmış ve toprakları işgal edilmiştir… En son İslâm Devleti olan ve üç kıtaya hükmeden Osmanlı İslâm Devleti’ni de yıkan ve şehid kanlarıyla sulanan toprakları işgal edilip müşrik egemen tağutların çizmeleri, potinleri ve ayakkabılarıyla çiğnenip kirletilen bir duruma gelmesine sebep olan yine ırkçı milliyetçiliktir…
Yegâne hayat nizamı İslâm, bu korkunç mürteci cahiliyyet adetini kökten reddetmiş ve ırkçı milliyetçiliği mü’min müslüman ümmet içinde dile getirip ön plana çıkaranları, kendinden saymamış, onlardan uzaklaşmış ve onları uzaklaştırmıştır!…
Cübeyr b. Mutım (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık dâvâsı üzerine birbirini öldürenler, bizden değildir. Irkçılık üzerine ölenler de bizden değildir.” (20)
Abdurrahman, babası Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)’dan rivayetine göre şöyle demiştir:
— Haksız yere kim kendi kavmine yardım ederse, o kimsenin durumu, kuyuya düşen, kuyruğundan (asılıp) çıkarılan ölmüş deveye benzer. Çıkarılsa da, kurtulması mümkün olmaz. (21)
Yine Abdurrahman’ın babası Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)’dan rivayetine göre şöyle demiştir:
— Rasulullah (s.a.s.), deriden bir kubbe içinde idi. Yanına kadar vardım, deyip önceki hadisin benzerini rivayet etti. (22)
En hayırlı neslin yaşadığı Asr-ı Saadet’te yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in yaşadığı zamanda bu mürteci cahiliyye adeti yer yer gündeme getirilmek istenmiştir… Rasulullah (s.a.s.)’in sert ve kesin tavrıyla karşılaşan ırkçı milliyetçi hareketler, sinmek zorunda kalmışlardır… Bu şeytanî hareket, ümmeti ve ümmetin mü’min müslüman ferdlerini gevşek gördüğü zaman ortaya çıkar ve ümmetin parçalanması, mü’min müslümanların dağılması için en korkunç sebeb olur…
İnsanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet olan bu ümmetin (23) her mü’min müslüman ferdi, cahiliyyetinnecis adetlerinden olan ırkçı milliyetçiliği ayakları altına almalıdır…
Cahiliyyet kalıntısı olan ve zaman zaman İslâm düşmanlarının Ümmet içinde bir fitne olarak yeşertmeye çalıştıkları, yer yer çok başarılı oldukları ırkçı milliyetçilik hareketlerine Asr-ı Saadet’te de rastlanmıştır… Özellikle Yahudîlerin ve münafıkların Ümmeti parçalamak için ortaya attıkları bu cahiliyyetin mürteci inanç ve hareketine karşı başta Rasulullah (s.a.s.) ve Ashab (Allah cümlesinden razı olsun) çok sert tavırlarla karşı çıkmış, yükseltmeye çalıştıkları alevleri çok kısa zamanda söndürmüşlerdir… Dünyanın neresinde olursa olsun ve hangi çağda yaşanırsa yaşansın bütün mü’min müslümanların bu ırkçı milliyetçiliğe, diğer bir tanımla nasyonelizme karşı tavrı, Rasulullah (s.a.s.) ve Ashabın tavrı gibi olmalıdır…
İşte azılı İslâm ve mü’min müslüman düşmanı bir Yahudî Şe’s b. Kays’ın canlandırmaya çalıştığı ırkçı milliyetçi duygulara karşı Rasulullah (s.a.s.) ve Ashabın tavrı…
İbn İshak dedi ki:
Şe’s b. Kays –ki bu, yaşı ilerlemiş ihtiyar bir kişi idi. Küfrü büyük, müslümanlara şiddetli kindar olan bir kimse idi–, Rasulullah (s.a.s.)’in Evs ve Hazrec’den olan Ashabından bir topluluğun yanına, onların toplanmış olduğu bir mecliste konuşurlarken geldi ve cahiliyyette aralarında düşmanlığın olmasından sonra ülfet ve cemaatlarına ve İslâm üzere aralarının iyi olmasına kızdı, sonra gelip şöyle dedi:
— Beni Kayle’nin cemaatı bu memlekette toplanmıştır. Hayır, Vallahi, onların cemaatı ve eşrafı oralarda toplandıkları zaman, biz, onlarla hiç bir zaman karar kılamayız.
Sonra o, Yahudîlerden yanında olan genç bir kişiye emretti ve şöyle dedi:
— Onlara git ve onlarla birlikte otur. Sonra Buas gününü ve ondan önce geçen şeyleri anlat. Onun hakkında söylemiş oldukları şiirlerden bazılarını onlara oku!
Buas günü, bir gündür ki, onda Evs ve Hazrec birbirini katlettiler ve o günde zafer, Hazrec’e karşı Evs’te idi. O günde Evs’in başında Hudayr b. Simak el-Eşhelî Ebu Üsayd b. Hudayr vardı. Hazrec’in başında ise, Amr b. Numan el-Beyâzî vardı. İkisi de birlikte katl olundular.
İbn Hişam şöyle dedi:
Ebu Kays b. el-Eslet, şöyle dedi:
“Şunun üzerine ki, gazab sahibine aniden rastladım ve onun için daimî bir hüzün bana avdet etti.
Eğer onu öldürürseniz, başından keskin kılıç Amr’ı ısırır.”
Bu iki beyt, onun bir kasidesindedir. Buas gününün haberi, zikrettiğimden daha uzundur. Onun teferruatlı zikr edilmesinden beni, ancak zikrettiğim ihtisar men’etti.
İbn İshak şöyle dedi:
Ve o da, bu emri yerine getirdi. Bu esnada millet konuştu. Münazaa ettiler. Ve birbirine karşı tefahür ettiler. Nihayet iki kabileden binekler üzerinde olan iki adam kapıştı. Bunlar, Evs’den Beni Harise b. Haris’den biri olan Evs b. Kayzî’dir. Biri de, Hazrec’den Beni Seleme’den biri olan Cebbar b. Sahr’dır. Bunlar, bu ikisi, birbirine karşı söz düellosuna giriştiler. Sonra o ikisinden biri, diğerine şöyle dedi:
— Eğer dilerseniz, başa dönelim.
Bunun üzerine iki fırka birden gazablandı ve:
— Yapalım,buluşma yerimiz, Zahire olsun!
— Silaha sarılınız, silaha sarılınız, dediler. Ve Harre’ye çıktılar.
Bu haber, Rasulullah (s.a.s.)’e vardı ve beraberindeki Muhacirlerden olan Ashabıyla birlikte çıktı. Onların yanına geldi ve şöyle dedi?
“Ey müslümanlar topluluğu, Allah’dan sakınınız! Allah’dan sakınınız! Allah, sizi İslâm’a hidayet ettikten ve sizi onunla şereflendirdikten ve sizden cahiliyyet durumunu İslâmiyet’le kestikten ve onunla sizi, küfürden kurtardıktan ve onunla sizin kalbinizi te’lif ettikten sonra, ben, sizin aranızda bulunduğum hâlde cahiliyyet dâvâsıyla mı birbirinize düşeceksiniz?”
Bunun üzerine millet anladı ki, O, şeytandan bir ifsad, bir vesvese ve kendi düşmanlarından bir hiledir. Böylece ağladılar. Evs’den ve Hazrec’den adamlar, birbirlerinin boyunlarına sarıldılar. Sonra Rasulullah (s.a.s.) ile birlikte söz dinler ve itaat eder olarak oradan ayrıldılar, gittiler.
Allah, onlardan Allah’ın düşmanı Şe’s b. Kays’ın hilesini söndürmüştü. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Şe’s b. Kays’ın ve yaptığı şeyin hakkında şu ayetleri inzâl buyurdu:
“De ki: ‘Ey Kitab Ehli, Allah, yaptıklarınıza şahid iken, ne diye Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?’
De ki: ‘Ey Kitab Ehli, sizler şahidler olduğnuz hâlde, ne diye iman edenleri Allah yolundan– onda bir çarpıklık bulmaya yeltenerek– çevirmeye çalışıyorsunuz! Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Âl-i İmrân, 3/98-99)
Allah, Evs b. Kayzî ve Cebbar b. Sahr ve o ikisiyle birlikte kavimlerinden olan kimseler hakkında (ki onlar, yaptıklarını Şe’s’in cahiliyyet işlerinden onlara bulaştırdığı şey yüzünden yapmışlardı) şu ayetleri indirdi:
‘Ey iman edenler, eğer kendilerine kitab verilenlerden (Yahudî ve Hristiyanlardan) herhangi bir gruba boyun eğecek olursanız, sizi, imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler.
Allah’ın ayetleri size okunuyorken ve O’nun Rasulü içinizdeyken nasıl oluyor da inkâr ediyorsunuz? Kim, Allah’a sımsıkı tutunursa, artık elbette o, dosdoğru olan bir yola iletilmiştir.
Ey iman edenler, Allah’dan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öylece korkup sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.
Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın, dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp sıındırdı ve siz, O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki, hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.
Sizden, hayra çağıran, iyiliği (ma’rufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.
Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 3/100-105)
Olaya dikkat edilecek olunursa, mü’min müslümanlar arasındaki birliği, beraberliği, kardeşliği ve muhabbeti bozmak, onları birbirine düşürmek isteyen İslâm düşmanı Yahudî, kavmiyetçilik, yani milliyetçilik silahını kullanmıştır… Tarihin tüm devirlerinde İslâm düşmanlarının, mü’min müslümanların arasını bozmak ve onları birbirine düşürmek için kullandıkları en korkunç silah, ırkçı milliyetçilik silahıdır… İşgal edilmiş İslâm topraklarında hükümran olan tağutlar, hâlâ bu silahı kullanıyor ve her gün yeni yeni şeytanî planlarla müslümanları birbirine düşürüyorlar…
“Mü’min müslümanların sıkıntıya düşmesi çok zoruna giden, ümmetine pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan”, (25) “Allah’dan bir rahmet dolayısıyla mü’minlere yumuşak davranan”, (26) yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Ümmet içinde alevlendirilmek istenen bu fitne ateşine karşı mü’min müslümanları uyarmış ve uyanık olmaya davet etmiştir…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Aziz ve Celîl olan Allah, sizden cahiliyyet devrinin kabalığı ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan takva sahibidir, kâfir olan ise, şakîdir.
Siz, Âdem’in çocklarısınız, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bir kısım erkekler, bir kavimle (kâfir olarak ölenlerle) övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar, cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahud onlar, Allah indinde, burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar…” (27)
Ebu Reyhane (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.)’dan.
“Kim, kâfir olan dokuz atasını, onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” (28)
Mü’min müslümanlar, Rabbimiz Allah’ın bildirmesiyle izzetin tamamının Allah’a aid olduğunu, (29) yine izzetin, Allah’ın, Rasulullah (s.a.s.)’ın ve mü’minlerin olduğu (30) gerçeğinin idrakinde oldukları için izzet ve şerefi başka yerlerde, yanlış düşüncelerde aramazlar…
Muvahhid mü’minler, bilip idrak ederler ki, onlardan önce yaşayanlar, kendilerince mes’ul olan bir ümmet idiler… Gelip geçtiler… Onların kazandıkları onlara, mü’minlerin kazandıkları da kendilerinedir… Herkesin sorumluluğu kendisinedir… Onlarla, ne yerinilir, ne de övünülür!…
Rabbimiz, şöyle buyurur:
“Onlar, bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.” (31)
Bir kişinin muvahhid bir mü’min olduktan sonra, onun babasının veya atalarının müşrik kâfir olmasının hiç bir önemi olmadığı gibi, o mü’min müslümana da bir zarar verici değildir… Bunun aksi olan bir durum da olabilir… Kişinin kendisi müşrik ve kâfir iken, babası ya da ataları çok ihlaslı muvahhid mü’minler olmasının ona hiç bir faydası olmaz!.. Babanın veya atalarının mü’min veya müşrik olması, kişiye fayda veya zarar vermez… Ancak kişinin kendisi mü’min müslüman olursa ve imanının gereğini yaparsa değer kazanır…
Kendisi mü’min müslüman olmayan bir kişinin, mü’min müslüman atalarıyla övünmesine hakkı olmadığı gibi, gerçekten mü’min müslüman olan birisinin de, kâfir ve müşrik olan atalarından dolayı yerilmesi, ya da üzülmesi yersizdir!…
Ukbe b. Amir (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Hiç şüphesiz, sizin şu soylarınız, herhangi bir kimseye sövme sebebi değildir. Hepiniz Âdemoğullarısınız. Birbirinize benzersiniz. Hiç kimsenin din ve takva dışında kimseye üstünlüğü yoktur. Ağzı bozuk, cimri ve ahlaksız olması kişiye yeter.” (32)
Hubeyb b. Hiraş (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Müslümanlar kardeştir. Takva hariç hiç birinin diğerinden üstünlüğü yoktur.” (33)
Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha) da, şöye demiştir?
— Takva sahibi olanın dışında dünyadan hiç bir şey ve hiç kimse, Rasulullah (s.a.s.)’in hoşuna gitmiş değildir.” (34)
Kulların, Rabbimiz Allah’ın katındaki değeri, katıksız iman ve ihlas üzere olan takva ile ölçülür… Allah, kulunun imanı ve salih ameli ölçüsünce kendisine değer verir…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur. Önderimiz Rasulullah (s.a.s.):
“Şübhesiz ki Allah, sizin süretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Lâkin kalplerinize ve amellerinize bakar.”(35)
Rabbimiz Allah, kullarına, renklerinden, dillerinden, kavim ve bölgelerinden, mal ve servetlerinden dolayı değer vermez… Kim olursa olsun, hangi renkten, hangi ırktan, hangi kavimden, hangi dilden ve bölgeden olursa olsun, kalbinde imanı olan ve amelinde takvaya ulaşan muvahhid mü’min insan, Âlemlerin Rabbi Allah katında kıymetli ve üstündür…
Rabbimiz Allah, bütün mü’min müslüman kullarını kardeş kılmış, onların kalplerini uzlaştırmış ve bir tek ümmet hâlinde kılmıştır…
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’dan korkup sakının. Umulur ki, esirgenirsiniz.” (36)
“Onlar, seni aldatmak isterlerse, şübhesiz Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekledi.
Ve onların kalplerini uzlaştırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalplerini uzlaştıramazdın. Amma Allah, aralarını bulup onları uzlaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
Ey Peygamber, sana ve seni izleyen mü’minlere Allah yeter.” (37)
“Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse Bana ibadet ediniz.”(38)
Bu hakikat gün gibi apaçık iken, işgal edilmiş İslâm topraklarındaki egemen tağutlar, uşaklık yaptıkları sömürü devletlerden aldıkları talimat üzere ümmet içinde yer almış olan kavimleri, parçalamak, ayırmak ve birbirine düşman edip kırdırmak programını devam ettirmektedirler…
Mü’min müslüman olmuş kavimler, Rabb olarak Allah’ı, peygamber olarak Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’i, hayat düsturu olarak Kur’ân-ı Kerim’i, hayat nizamı olarak İslâm Dini’ni kabul etmiş, iman ederek kardeş olmuş ve aynı Kıble’ye yönelmişlerdir…
Hal böyle iken, dışta İslâm düşmanları, içte münafıklar, Ümmet birliğini bozmak için şeytanın teorisi olan ırkçı milliyetçiliği ortaya atmış, bu fitne ateşini körüklemiş ve Ümmeti paramparça etmişlerdir… Hâlâ da aynı şeytanî planı uygulamaktadırlar… Müslüman olan kavimlerin birbirlerinden üstünlüklerini savunan teorisyen uşaklar ortaya çıkarılmış ve bilim adamı olarak tanıtılmıştır… Onların ümmet arasında ektikleri Irkçı milliyetçi fitne tohumları zaman içinde yeşermiş, kök salmış ve zehirli meyvesini vermiştir…
O şeytanın uşaklarına kanan bilgisiz halk kitleleri, ırkçı milliyetçi duyguları önplana çıkarıp iman kardeşliğini arkalarına atınca, kan bağı, din bağının önüne geçince, Ümmeti parçaladılar ve her bir parçasını yapay sınırlarla birbirinden ayırdılar… Yapay sınırlarınca sınırını çizip o kavim için vatan dedikleri işgal ediliş İslâm topraklarında yaşayanları da, o sınırın içinde hapsedip modern mahkumlar hâline getirdiler…
Ülkem dedikleri hapishânelerinde diğer müslüman kavimlere karşı, mahkumiyetlerini unutup övünür oldular… Hatta zaman zaman savaşıp din kardeşinin kanını oluk oluk akıttılar… Böyle bir gaflete düşüş, böyle bir şeytanî oyuna geliş ile de övünç duymaya başladılar…
İslâm düşmanları olan egemen tağutlar tarafından bilgisiz bırakılan bu inançtaki ırkçı milliyetçiler, müslüman olduklarını da söylemekten geri kalmazlar… Bir isim, bir kaç geleneksel bozulmuş İslâmî hareketlerden başka İslâm ile ilişkileri bırakılmamış bu insanlara, İslâm’ı bilen muvahhid mü’minlerin İslâm’ı anlatması, tebliğ etmesi ve onları yeniden İslâm’a davet etmesi gerekir… Bunu yaparken de, bir davetçi sıfatıyla hareket etmeleri onların vazifesidir…
İnşaallah, böyle bir çalışma ile parçalanmış Ümmet yeniden devlenip toparlanır ve yeniden mü’min müslümanların bir Ümmet olarak birliği sağlanır…
Konuyu bağlamadan şu hadis-i şerifi hatırlatalım.
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur?
“Ameli yüzünden geri kalan kimse, nesebi (nin şerefi) ile sür’at alamaz (nesebi onu ilerletmez).” (39)
Bu, böyledir!…