VESVESEDEN KURTULMAK

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ, ümmetim için gönüllerinin vesveselerinden –yahud nefislerinin söylediği şeylerden– kendileri, bunları fiilen yapmadıkları, yahud dilleriyle konuşmadıkları müddetçe vazgeçip affetmiştir.” (1)

Bu konuda, yine Ebu Hüreyre (r.a.)’ın Rasulullah (s.a.s.)’den rivayet ettiği bir başka hadiste önderimiz şöyle buyurur:

“Allah, benim sebebimle ümmetim ferdlerinin gönüllerinin sessizce konuşup düşündüğü yaramaz hatıraları –kul, onları işlemediği veya söylemediği müddetçe– affeylemiştir.” (2)

Bu hadisten anlaşıldığı gibi Rabbimiz Allah, ümmetin ferdlerinin gönlünden geçen veya hayal edilen, yapıldığı takdirde suç ve günah olan şeyeri, Rasulullah (s.a.s.)’den dolayı affetmiş, ümmetin bu kusurunu O’ndan dolayı bağışlamıştır…

Bunun için Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

“Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalblerinizin kasıt gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (3)

Bir ayette, ulu’l-azm peygamberlerden Musa (a.s.)’ın şu şekilde dua ettiği beyan edilir:

“(Musa:) ‘Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma.’ dedi.” (4)

Bu hadisten dolayı İslâm ulemasının beyanlarını nakletmekte fayda görürüz. Böylece, ilim mirasından bize düşeni almış ve kültürümüzü geliştirmiş oluruz…

Vesvese: Nefiste yer etmeyip tereddüd hâlinde bulunan şeydir. Gönülden geçen şeyler diye terceme ettiğimiz, “Hadis’ü’n-Nefs” de, öyledir. Bunlar, kuvveden fi’le çıkmadıkça muhazeyi icab etmezler. Şu var ki, vesvese ve gönülden geçen şeylerin cezayi iltizam etmemesi için onların kalbden gelip geçmeleri şarttır. Bunları yapmağa niyet edilir de kalbde yer edip kalırsa, azabı müstelzim olurlar.

Kadî Iyaz şöyle diyor:

— Kalbde geçen şey, orada yer edip karar kılmadan gelip geçerse buna, “hemm” derler. Şayet devam eder de kalbe yerleşirse, “azim” olur. Azim sebebiyle ise, insan ya muaheze olunur yahud sevab kazanır.

Yani bir haram irtıkaba azmeden azaba, hayır yapmaya azmeden de sevaba layık olur demek istiyor.

Kurtubî diyor ki:

— Kadî Iyaz’ın kavli, bilumûm Selef ulemasıyla fukahanın, muhaddislerin ve ilm-i kelâm âlimlerinin mezhebidir. Bu hususta onlara muhalefet ederek: İnsanın kalbinden geçen şeyler, orada yer etsin etmesin, hiç bir muahezeyi icab etmez, diyenlerin sözlerine bakılmaz.

Bunlar, Teâlâ Hazretlerinin:

“Kadın, gerçekten O’na niyet kurmuştu. Rabbinin bürhanını görmemiş olsa da, ona niyeti kurmuş gitmişti…” (Yûsuf, 12/24) ayet-i kerimesiyle ve bu hadisle Rasulullah (s.a.s.)’in:

“Fi’len yapmadıkça, yahud söylemedikçe” buyurmuş olmasıyla, bir de kötülük etmeye azmetmişken yapmayan ve söylenmeyene ceza verilmemesiyle istidlâl ederlerse de, ayetle istidlâllerine verilecek cevab:

Ayetteki, gönülden geçen şeylerdir. Fakat bazıları da, kalbde yer etmeyen  düşüncelerdir ki, bunlardan dolayı azab yoktur. Nitekim bu hadis de, buna şahiddir.

Kirmanî de şunları söylemiştir:

— Ulema diyor ki:

Bir kimse, velev 25 sene sonra bir vacibi terk yahud bir haramı irtikâb edeceğine azmeylese, derhâl asî olur.

Hatırdan geçen şeylerden murad, niyet derecesine varmayan şeylerdir. Niyet derecesine varan kuruntulardan dolayı kul, muaheze edilecektir.

İbnu’l-Arâbî:

— Hadisteki, “konuşmadıkça” tabirinden murad, gönülden geçen şeydir. Çünkü asıl kelâm, ilme muvâfık olan kalbteki sözdür, dil, onun tercümanıdır, demişsse de, bu söz reddedilmiştir. Zira kalbden geçen şeyler söz yerine geçse, bunları namazı da bozması icabederdi. Halbuki konuşmak, namazı bozduğu hâlde, gönülden geçen seylerin namazı bozduğuna kail olan bulunmamıştır.

Hz. Ömer (r.a.):

— Ben ordumu, namazda iken hazırlarım, demiştir.”(5)

Namazda iken gönülden geçen çirkin şeyler, namazı bozmaz, amma namazı bozmaz diye o hayallere dalmak da uygun değildir… İnsanın iradesinin dışında gönülden geçenler, kişiyi mes’ul etmez, fakat iradesiyle hayal kurması, namazındaki huşuyu kaldırır, ona, kendisini unutturur… Böylece kişi kaç rekat namaz kıldığını, neler okuduğunu ve kaçıncı rekatta olduğunu bilemez… Bundan dolayı iradesi dışında gönülden geçenlerden sorumlu olmamakla beraber bunu, isteyerek yapmamalıdır… Namaz kılarken, akıldan, hayalden ve gönülden geçenlerden kurtulmak için, namazın farkına varmak, okuduğu Kur’ân’ı, yaptığı tesbihatı düşünmek gerek… Elbette namaz kılarken, vesveseden kurtulmak kolay bir şey değildir… İnsanın gönlünden anlık düşünceler gelip geçer… Onların hemen geçmesi ve bir azim, bir niyet olarak gönülde yer etmemesi gerekir…

Namaz dışında ve iki namaz vakti arasındaki hayatımızda da, gönlümüze bir çok hayaller gelip geçer… Çok çirkin düşünceler de olabilir bu hayaller… Bunlar, yapılmak üzere niyetlenip azmedilmedikçe Allah taraından affedilmişlerdir… Namazı hayatlaştıran ve hayatı namazlaştıran mü’min müslümanlar, gönüle gelen vesveseleri, çirkin şeyleri hemen giderir, onları niyet ve azmedilen şeyler haline getirmezler…

İyi ve hayırlı şeylerin gönüle gelmesi, onları yapmaya niyet etmek ve azmetmek, müslüman mü’minler için sevab kazanmanın bir sebebidir… Yapmak imkânı bulamazlarsa da Allah, kendilerine sevab verir… Yaptıkları takdirde sevabları kat kat verilir… Kötü ve çirkin, yani suç ve günah olan şeyler vesvese olarak içlerine doğarsa, bundan vazgeçer ve bu vesveseyi defedecek olurlarsa, Allah’dan sakındıkları için bunu yapmadıklarından dolayı Allah, kendilerine sevab verir… Çünkü onlar, Allah’ın rızasını kaybetmemek için o günah düşüncesinden vazgeçmişlerdir… Allah’ı Rabb ve ilâh olarak bilmiş, tanımış ve iman etmiş, bunun için O’ndan utanmış, korkmuş da, o günah düşüncesinden vazgeçmiştir.. Bu hareketleri Allah için olduğundan dolayı Allah, kendilerinden hoşnud olup sevab vermiştir.

İbn Abbas (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.), Aziz ve Celîl olan Rabbinden rivayet ettiği bir hadisinde şöyle buyurdu:

“Şübhesiz Allah Teâlâ, (eşyadaki) güzellikleri ve çirkinlikleri takdir edip yazdı. Sonra güzellerin güzelliğini, fenâların ve kötülerin de çirkinliklerini beyan edip açıkladı.

Her kim bir güzel-iyi iş yapmak diler de onu yapamazsa, Allah, o kimse hesabına kendi divânında (meleklerine) tam bir hasene (sevab) yazdırır. Eğer o kimse güzel-iyi bir iş yapmak ister ve yaparsa, Allah, o kimse lehine kendi divânında on hasene sevabından yediyüz misline ve daha çok emsaline kadar hasene sevab yazdırır.

Bir kimse de, çirkin-kötü bir iş yapmayı kast eder ve onu işlemezse, Allah, kendi divânıda onun lehine tam bir hasene sevab yazdırır. Eğer o kimse, fenâ bir iş yapmak ister de o fenâlığı yaparsa, Allah, onun aleyhine bir tek kötülük yazdırır.” (6)

Alleme Bedruddin Aynî (rh.a) şöyle diyor:

“İyilikle kötülüğün ikisi de kalble alakalı ameller olduğu hâlde kötülük katlanmayıp sadece iyiliğin katlanması, Allah’ın bir fadl-u keremidir. Bu büyük lütûf olmasa idi, cennete kimse giremezdi. Çünkü kulların kötü amelleri, iyiliklerinden çoktur. İşte bu sebeble Allah Azze ve Celle, kullarına lütûf buyurarak hasenatı katlamış, seyiatı olduğu gibi bırakmıştır. Kul, bir kötülük yapmak isteyip de yapmazsa, nihayet o kötülük yazılmaz amma o kimseye bir de hasene yazılması nereden icâb ediyor? diyenler olmuş.

Kendilerine:

— Kötülükten vazgeçmek bir hasenedir, diye cevab verilmiştir.” (7)

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allah (Azze ve Celle):

— Kulum bir iyilik yapmayı gönlünden geçirirse, yapmadığı hâlde Ben, onu kulum için bir hasene yazarım. Şayet yaparsa Ben, o iyiliği on misliyle yazarım. Amma bir kötülüğü gönlünden geçirirse bilfiil yapmadıkça onu, kendisine bağışlarım. Yaparsa onu da, kötülüğün misliyle (ceza) yazarım, buyurdu.”

(Diğer bir hadiste) Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Melelkelr:

— Ya Rabb, filan kulun bir kötülük yapmak istiyor, derler.

Allah, onu pekâlâ gördüğü hâlde (Meleklere):

— Onu, bir gözetleyin. Şayet yaparsa, onu kendisine misliyle (ceza) yazın. Yapmazsa bunu, ona bir hasene olarak yazıverin. Çünkü kulum, o kötülüğü, ancak benim hatırım için terk etmiştir, buyurdu.” (8)

Gönülden geçen şeyler, insanın iradesinin dışında gerçekleşenler olduğu, bunu önlemenin imkânsız bir durum arzettiği malumdur… Bu hayallerin, bu vesveselerin gelip geçmesini sağlamak, gönülde ve zihinde yer etmemesini te’min etmek gerekir… İnsan, iradesi dışı gündeme gelen şeylerden mes’ul olmadığı bilinmektedir… Çünkü bu, insanın gücünü aşan bir durumdur… İnsan, ancak güç yetireceği şeylerden sorumludur… Âlemlerin Rabbi Allah, insana kaldıramıyacağı yükü yüklemediğini beyanla şöyle buyurur:

“Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez.” (9)

Bu ayet-i kerimenin esbab-ı nüzûlü için şu olay anlatılır:

Ebu Hüreyre (r.a.) rivayet eder:

Rasulullah (s.a.s.)’e:

“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Allah, sizi onunla sorguya çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azablandırır. Allah, her şeye güç yetirendir.” (Bakara, 2/284). ayeti nâzil olduğu vakit, bu ayet, Rasulullah (s.a.s.)’in Ashabına şiddetli geldi. Hemen Rasulullah (s.a.s.)’e geldiler ve diz çöküp oturarak:

— Ya Rasulullah, (eskiden) bizim gücümüzün yeteceği ameller, namaz, oruç, cihad ve sadaka (gibi ibadetler) teklif olun(muş)du. (Şimdi) sana şu ayet indirildi. Biz buna, takat getiremeyiz, dediler.

Rasulullah (s.a.s.):

“Sizden önce geçen iki tane Ehl-i Kitab (kavm)ın dedikleri gibi, ‘işittik ve isyan ettik’ demek mi istiyorsunuz?

Bilakis siz:

Dinledik ve itaat ettik, bağışlamanı niyaz ederiz ya Rabb, varışımız ancak Sana’dır, deyin.” buyurdu.

Ashab:

— Dinledik ve itaat ettik, bağışlamanı niyaz ederiz ya Rabb, varışımız da ancak Sana’dır, dediler.

Cemaat, bunu okuyunca, dilleri ona yatıştı. Hemen arkasında Allah, şu ayeti indirdi.

“Rasul, kendisine Rabbinden indirileni iman etti, mü’minler de. Tümü, Allah’a, meleklerine, kitablarına ve Rasullerine inandı. ‘O’nun Rasulleri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz, bağışlamanı (dileriz). Varış, ancak Sana’dır, dediler.” (Bakara, 2/285)

Onlar, bunu yapınca, Allah Teâlâ da, o ayeti neshederek:

“Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir. ‘Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma.” (Bakara, 2/286)

(Rasulullah, s.a.v., bu duayı okuyunca Allah Teâlâ):

— Peki (yaptım), buyurmuştur.

“Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!” (Bakara, 2/286)

(Allah Teâlâ: Peki, buyurmuş.)

“Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma.” (Bakara, 2/286)

(Allah Teâlâ: Peki, buyurmuş.)

“Bizi afffet, bizi bağışla. Bizi esirge. Sen, bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (Bakara, 2/286)

(Allah Teâlâ: Peki, buyurmuş.) (10)

Mervan el-Asfar, Rasulullah (s.a.s.)’in sahabîlerinden İbn Ömer (r.a.)’dan.

– Bu, “içinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de…” (Bakara, 2/284) ayeti nesh edilmiştir, diye tahdis etti. (11)

Haberde bu âyetin Bakara; 2/284 neshedilmiş olduğu beyan edilmesini, İmam Taberî (rh.a), İmam Kurtubî (rh.a.) ve İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), doğru görmemiş ve bu ayetin mensuh olmadığını beyan etmişlerdir…

Taberî, özetle diyor ki:

“Zikrettiğimiz bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş:

Ayet-i kerime mensuh değildir, diyen görüştür. Zira bir ayetin neshedilmiş olması için onu nesheden ayetin hükmüyle, neshedilen ayetin hükmünün, her hangi bir yönle birleştirilmemesi olması gerekir. Birinin hükmü, diğerinin hükmünü ortadan kaldırmalıdır. Halbuki: “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes’ul tutar. Her kesin kazandığı iyilik lehine, yaptığı kötülük ise, aleyhinedir.” (Bakara,2/286) ayet-i kerimesi, “içinizde olanı açıklasanız da, gizleseniz de Allah, onunla sizi hesaba çeker.” (Bakara, 2/284) ayet-i kerimesinin hükmünü tamamen ortadan kaldırır mahiyette değildir.

Çünkü, her hesaba çekme, mutlaka cezalandırmayı gerektirmez. Yine kulun hesaba çekildiği her günahından dolayı cezalandırılması gerekmez. Zira Allah Teâlâ, mü’min kullarına büyük günühlardan kaçınmaları hâlinde küçük günahlarını affedeceğini vaadetmiştir ve buyurmşutur ki:

“Eğer yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter, sizi güzel bir makama koyarız.” (Nisa, 4/31) Bu da gösteriyor ki, Allah Teâlâ, mü’min kullarını sadece içlerinden geçirdikleri kötü şeylerden dolayı hesaba çekince, onları cezalandırmayacak, sadece onlara, böyle şeyleri içlerinden geçirmelerine rağmen kendilerini affetme lütfûnda bulunduğunu bildirecektir.” (12)

İmam Taberî (rh.a.), bu görüşüne şu hadis-i şerifi de delil gösteriyor.

Mukrız el-Mazinî şöyle demiştir:

— Ben, bir kerresinde Abdullah İbn Ömer’in elinden tutup giderken birisi geldi de, İbn Ömer’e:

— Rasulullah’ın Necva (yavaşca söz söylemek) hakkındaki beyanınıı nasıl işittin (bunu, lütfen bildirir misin)? dedi.

İbn Ömer, şöyle dedi:

— Rasululah’dan işittim, şöyle buyurdu:

“Muhakkak Allah, Kıyamet günü mü’mini yaklaştırır ve onun üstüne şefkat kanadını ve koruma perdesini koyar da onu (mevkıf halkının gözünden) örter ve:

— (Ey kulum, işlediğin) fulan günahı biliyor musun? Fulan günahı biliyor musun? diye sorar.

Mü’min de:

— Evet Rabbim, diye tâ bütün günahlarını takrir ve i’tiraf ettiği ve içinde helâk olduğuna kanaat geldiği zaman Allah:

— (Ey Kulum,) aleyhindeki bu günahları, dünyada halktan gizledim. Bu günde senin lehine bunları mağfiret ediyorum, buyurur.

Ve mü’minin hasenat defteri (sağından) kendisine verilir.

Kâfirlere, münafıklara gelince, (onlar için de, Peygamberlerden, meleklerden bir çok) şahidler:

“Rabblerine karşı yalan söyleyenler, bunlardır.’ diyecekler. Haberiniz olsun, Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir.” (Hud, 11/18) (13)

Yegâne Rabbimiz Allah, her şeye güç yetiren ve her şeyden açığıyla, gizlisiyle, hatta gizlinin gizlisiyle haberdar olan, bilendir… O’na kâmil mânâ’da hamd olsun!…

Her şeyden haberdar olduğunu kulunun bilmesini ve hakkı teslim etmesini murad eden Rabbimiz Allah, kulunun iradesi dışı içinden geçen, vesveseden ibaret olan kötü ve çirkin şeylerden vaz geçmiştir… Hadiste beyan olunduğu üzere dünyada onları örttüğü gibi, ahirette de örtecek, mü’min müslüman kulunu mağfiret buyuracaktır…  Çünkü o kul, imanı sebebiyle Allah’dan korktuğu için, o kötü ve çirkin şeyleri ne söylemiş, ne de amel hâline getirmiştir… Olgun ve katıksız imanı, kendisini engellemiş, onu haram fiilleri işlemekten alıkoymuştur…

Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.)’in Ashabı’ndan bazı kimseler gelerek O’na, şunu sordular:

— Gönüllerimizden öyle şeyler geçiyor ki, herhangi birimiz onları söylemeyi bile büyük (bir suç) sayıyor.

Rasulullah (s.a.s.):

“Hakikaten böyle bir şey hissettiniz mi?” diye sordu.

— Evet, dediler.

Rasulullah (s.a.s.):

“İşte açık bir iman budur!” buyurdu. (14)

Bu konuda şu hadis-i şerifleri de kaydetmek faydalı olur kanaatıindeyiz…

İbn Abbas (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.)’e bir zat geldi, şöyle dedi:

— Ya Rasulullah, bizden birimiz, nefsinde bir şey (vesvese) bulur. O şey, onun gönlüne sonradan gelir. Kalbindekini söylemektense, kömür olmak ona daha sevimli gelir.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber. Nefsin hilesini vesveseye çeviren Allah’a hamd olsun!” (15)

Ebu Zumeyl (r.a.) şöyle demiş:

İbn Abbas’a sordum:

— Göğsümde bulduğum şey nedir?

İbn Abbas:

— İçindeki nedir? dedi.

Ben:

— Vallahi, onu söylemem, dedim.

Ebu Zumeyl (devamla) dedi ki:

— İçinde bir şey mi var?

Ve güldü:

— Ondan, hiç kimse kurtulamadı, dedi.

Ve Allah (c.c.):

“Sana indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden önce kitabı okuyanlara sor…” (Yûnus, 10/94) ayetini indirdi.

Bana, dedi ki:

— Nefsinde bir şübhe bulduğun zaman şöyle söyle:

“O, Evvel’dir, Ahir’dir, Zahir’dir, Batın’dır. O, her şeyi bilendir.” (Hadid, 57/3) (16)

Ümmü’l-Mü’minin Ümmü Seleme (r.anha)’dan.

Bir adamın, Rasulullah (s.a.s.)’e gelerek:

— Ya Rasulullah, içimde öyle düşünceler geçiyor ki, eğer onları söylesem amelim boşa gider, dediğini duydum.

Rasulullah (s.a.s.):

— Bu vesvese, ancak mü’mine gelir.” buyurdu. (17)

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle), böyle vesveselerden kendisine sığınmamızı buyurmuş ve bize sığınma yolunu göstererek öğretmiştir…

Şöyle buyurmuştur Rabbimiz Allah:

“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım.

İnsanların Melikine,

İnsanların (gerçek) İlâhına.

Sinsice kalblere vesvese ve şübhe düşürüp duran vesvesecinin şerrinden.

Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar),

Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan her hannas’tan Allah’a sığınırım).” (18)

Namaz kılarken, irade dışı olarak gönüle gelen ve durmayıp geçen hayaller, düşünceler veya vesveseler, namazı bozmazlarsa da onlara dalmak namazdaki huşu ve hudu’ya zarar verirler… Katıksız imandan sonra en büyük hakikat ve mü’min müslümanın belirleyici özelliği olan namazı, bu vesvese ve düşüncelerden arındırmaya çalışmak gerek… Bu konuda çok hassas davranıp bunu becermeye gayret sarfedilmelidir… Çünkü yegane önderimiz ve hayat örneğimiz Resulullah (s.a.s.) vesvesesiz namazın, günahların affolmasına ve cennete girmeye vesile olduğunu mü’min müslümanlara müjdelemektedir…

Emiru’l-Mü’minin İmam Osman b. Affan (r.a.)’ın rivayetiyle, Rasulullah (s.a.s.) abdest aldıktan sonra şöyle buyurur:

“Her kim, benim şu abdest alışım gibi abdest alır, sonra da iki rekat namaz kılar ve bu iki rekat içinde kendi nefsini bir şeyle konuşturmaz (yani hatırına namazla ilgisi olmayan bir şeyi getirmez) ise, muhakkak o kimsenin geçmiş günahları, kendi lehine mağfiret olunur.” (19)

Zeyd b. Halid el-Cühenî (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Kim güzelce abdest  alır da gaflet etmeden (namazda olmanın uyanıklığı içerisinde) iki rekat namaz kılacak olursa, geçmiş günahları affolunur.” (20)

Hadisin şerhinde şöyle denilmiştir:

“Ulemâ, aklından hiç bir şey geçirmemekten muradın ne olduğunu inceden inceye tahkik etmişlerdir.

Kadî Iyaz’a göre:

-Bundan murad, kasten, düşünülerek, hatıra getirilen şeylerdir. Ekseriya kendiliğinden hatıra gelen şeyler değildir. Binaenaleyh onlar, namazın kemâline zarar vermezler. Bazıları, kasıtsız olarak namazda hatıra gelen şeylerin namaza zarar vermeyeceğini, fakat o namazın, hatıra hiç bir şey gelmeksizin kılınan namazdan sevab itibarı ile daha aşağı olacağını söylemişlerdir. Çünkü Peygamber (s.a.s.), mağfiret meselesinin hatıra hiç bir şey gelmeksizin kılınan namaza mahsus olduğunu bildirmiştir. Böyle namaz kılmak, hemen hemen Rasulullah (s.a.s.)’e mahsus gibidir. Zira hatırına hiç bir şey getirmeden namaz kılmak, pek nadir zevata müyesser olur.

Bu sözle, namazda Allah’a ihlas kast edilmiş olabilir. Bu takdirde mânâ şöyle olur:

Sonra hâlisâne iki rekat namaz kılar, bununla Allah’dan başka kimseden bir makam beklemez, namaz kılıyorum diye ucûb getirip böbürlenmez. Bilakis tevazu gösterirse, geçmiş günahları affolunur.

Bazıları:

— Eğer bununla dünya işlerine aid bir şey düşünmemek kast edilmişse, bu güç bir şeydir. Amma dünyaya dair bir şey hatıra gelir de onu, hemen terkederse, mânâsı kastedilmişse buna, bir diyecek yoktur. Zira muhlis kulların yapacağı budur, demişlerdir.

Âynî diyor ki:

— Bu mes’elede tahkik şudur ki:

Hatırdan geçen şeyler iki kısımdır. Bir kısmı istemeyerek hatıra gelir. Bunları, hatıra getirmemek imkânsızdır. Fakat hatıra geldiği gibi üzerinde durmayarak onları hatırdan defetmek mümkündür. İşte hadis, bu mânâya hamlolunur. Çünkü kendiliğinden hatıra gelen şeyleri, hiç hatıra getirmemek elde değildir. Binaenaleyh onlar, affolunur.

Kadî Iyad:

— Hadisten murad, namazda hiç bir şey hatıra getirmemektir, demiş ve bunu bazı ulemâdan nakletmişse de, Nevevî, onu reddederek:

— Doğrusu, istemeyerek hatıra gelen ve fakat üzerinde durulmayan şeylerle bu fazilet yine hâsıl olur. Sonra namazda hatıra gelen şeyler, hem dünyevî, hem uhrevî olabilir. Hadis, yalnız dünyevî olanlara hamledilmiştir.

Nitekim bu hadisin bir rivayetinde de cihet tasrih edilmiş:

“Kıldığı iki rekat namazda dünyaya aid bir şey düşünmezse” denilmiştir. Mezkur hadisi, Tirmizî, “Kitabu’s-Salat” da zikretmiştir, demiştir.

Namazda, ahiret umuruna (işlerine) dair bir şey düşünmek, huşua mani değildir. Kur’ân-ı Kerim’in mânâsını düşünerek okumak, dünya ve ahiret ahvaline dair mendub bir şeyi hatıra getirmek, namazın faziletine zarar vermez.”(21)

Ukbe b. Amr (r.a.) anlatıyor:

Üzerimizde deve gütme vazifesi vardı. Nevbetim gelince akşamleyin develeri ağıllarına götürdüm. Sonra Rasulullah (s.a.s.)’e ayakta cemaate bir şeyler söylerken yetiştim. Yetiştiğim sözü şudur:

“Eğer bir müslüman tertemiz abdest alır, sonra kalkar iki rekat namaz kılar, kalbi ve yüzüyle o iki rekata yönelirse, o kimseye cennet vacib olur.” buyurdular.

Ben:

— Bu, ne güzel şey, dedim.

Bir de baktım önümde biri:

— Bundan önceki daha güzeldi, diyor.

Baktım ki, Ömer’miş (bana):

— Ben seni, demin gelirken gördüm. Rasulullah (s.a.s.), sen gelmezden önce şöyle buyurdular, dedi:

“Eğer sizden biriniz abdest alır, onu yerli yerince yapar, yahud tastamam icra eder de sonra:

— Ben, Allah’dan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve Rasulü olduğuna şehadet ederim, derse o kimseye, cennetin sekiz kapısı (birden) açılır. Onların hangisinden dilerse ondan girer.” (22)

Şartlarına dikkat edilerek alınan abdest ve tüm varlığıyla kendini tamamen vererek kılınan namaz, mü’min müslümana cenneti vacib kılar… Hatırlanacağı üzere namazın hayatlaşması ve hayatın namazlaşması gerekiyordu… Bunu becerebilen mü’min müslümanlara ne mutlu!… Onlar gerçekten kurtulmuş olanlardır… (23)

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), insana, hem meleğin, hem de, şeytanın dokunmasının varlığını beyan eder… Meleğin dokunması, Allah’ın izniyle mü’minlere ilham verirken, şeytanın dokunması ise, vesvese verir…

Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İnsanoğluna, şeytanın dokunma (vesvese) sı ve meleğin de dokunması (ilhamı) vardır. Şeytanın dokunması, kötülükle korkutma ve hakkı (gerçeği) yalanlamaktır. Meleğin dokunması ise, hayır va’detmek ve hakkı doğrulamaktır. Bunu, her kim (vicdanında) bulursa, Allah’dan olduğunu bilsin ve Cenab-ı Allah’a hamdetsin. Öbürünü bulan da, şeytandan Allah’a sığınsın.”

Sonra Rasulullah (s.a.s.):

“Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin-hayasızlıklar emrediyor (gösteriyor).” (Bakara, 2/268) ayetini okudu. (24)

Muvahhid mü’min müslümanların gönlüne hayrı ve iyiliği, yani Allah’ın razı olduğu şeyleri ilham eden meleğin ilhamına meyleden mü’in müslümanlar, vesvese veren, kötülüğü, günahı, isyanı ve çirkin şeyleri emreden şeytandan Allah’a sığınmaları gerekir… Allah’a sığınmak, O’nun nizamına sığınmak, yani İslâm’ın gereğini yapmak demektir… Rabbimiz Allah, gerek şeytandan, gerekse şeytanlaşmış insanlardan nasıl korunulacağını, gönderdiği Kitabı ve vazifeli kıldığı Rasulü (s.a.s.) vasıtasıyla beyan etmiştir… Batıldan hakka dönüş, tüm beşerî ve tağutî ideolojileri, düzenleri, fikir ve hareketleri bırakıp, terk ve reddedip, tüm varlığıyla İslâm’a teslim olmak demektir… Katıksız bir iman, sağlam bir Tevhid anlayışı ile Allah’ın razı olup emrettiği, Rasulullah (s.a.v.)’in gösterip öğrettiği hâl ve hareket içinde olmak, şeytanın bütün tuzaklarından kurtulmanın gereğidir… Şeytan ve şeytanın taraftarları, gerçekten iman eden ve salih amel işleyen mü’min müslümanlara zarar veremezler… Çünkü mü’min müslümanlar, yalnız ve yalnız Allah’a kul olmuşlardır… Şeytanın da, Allah’a gerçekten kul olmuş mü’min müslümanların üzerinde herhangi bir egemenliği ve yaptırım gücü yoktur…

Bu gerçeği Rabbimiz Allah, şöyle beyan buyurur:

“Benim kullarım, senin onlar üzerinde hiç bir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur.’ vekil olarak Allah yeter.”(25)

“Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiç bir zorlayıcı gücü yoktur.” (26)

Bu, böyledir!..