ZAHİRDEN, AKÎDE İMTİHANINA

Muğire b. Şu’be (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Ümmetimden bir tâife, kendilerine Allah’ın emri gelinceye (yani kıyamet kopuncaya) kadar hak üzerinde birbirine yardım edici olmakla devam edecek ve bunlar, (muhalefet edenlere) dâima galip olacaklardır.” (1)

Aynı konuda Muaviye b. Ebu Süfyan da, şu hadis-i rivayet eder…

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Ümmetimden dâima Allah’ın emrini yerine getirmekte sabit, kendilerini yalanlayanların ve muhaliflerinin zarar vermeyeceği bir ümmet var olmakta devam edecektir. Tâ Allah’ın emri gelinceye (kıyamet kopuncaya) kadar onlar, hep bu doğru yol üzerinde sabit bulunacaklardır.” (2)

İmam Buhârî (rh.a.):

– Bunlar, ilim sahipleridir, dedi.(3)

İmam Tirmizî (rh.a.) ilgili hadisin notunda, İmam Buhârî Muhammed b. İsmail (rh.a.)’in, Ali b. El-Medenîden naklen:

– Onlar, hadisçilerdir! dediğini kaydeder. (4)

Hadisin şerhinde İslâm uleması’nın görüşleri şu şekilde beyan olunmuştur:

“Bahsedilen tâife veya cemaata gelince:

Buhârî;

– Bunlardan murad, ulemâ olduğunu söylemiş.

İmam Ahmed b. Hanbel ise:

– Bunlar, Ehl-i Hadis değilseler, kimler olacağını ben de bilmiyorum, demiştir.

Kadî Iyaz:

– İmam Ahmed’in bu sözüyle, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatı, Hadis ulemâsının mezhebinde olanları kasdettiğini, söylemektedir.

Nevevî diyor ki:

– İhtimal ki, bu tâife, muhtelif mü’minler arasında dağılmıştır. Bazıları cengâver yiğitler,bir takımları fukaha ve hadis ulemâsı, kimisi zahid, kimisi emr-i bil-ma’rufu yapan zevattır. Hepsinin bir yerde toplu bulunmaları lazım gelmez. Bilakis muhtelif yerlerde bulunurlar.” (5)

İmam Nevevî (rh.a.)’nın de beyan ettiği gibi, Ümmet içinde hak üzere olan “muvahhid mü’minlerden oluşan bir taife vardır… Bunlar, gerek Daru’l-İslâm’da, gerekse Daru’l-Harb’de İslâm topraklarının çeşitli beldelerinde bulunurlar… İşgal edilmiş ve Daru’l-Harb’e dönüşmüş, olan İslâm topraklarında egemen olan tağutlara rağmen hak üzere olan muvahhid mü’minler, varlığı inkâr edilemez… Bu muvahhid mü’minler, İslâm selâmıyla selâmlamalarından namazlarına, Sünnet üzere giyim-kuşamlarından, hâl ve hareketlerine varana dek, üzerlerinde mü’min müslüman olduklarına dair işaretler taşımaktadırlar… O mü’min müslümanlar bu işaretleriyle, İslâm’a aid olduklarını zahirde beyan etmektedirler…

Mü’min müslümanda bulunan alâmetlerden haberdar olan herhangi bir mü’min müslüman, karşılaştığı kişide zahiren gördüğü alâmetlerden dolayı müslümanlardan olup olmadığını anlar… Zahirde, yani görünüşte müslümanlardan olan bu kişiyle sohbet eder, akîdevî ve amelî konularda konuşur. O zaman anlaşılır ki, bu kişi, akîde konusunda ne durumda, amel konusunda hangi konumdadır… Böyle bir denemeden sonra gerçek ortaya çıkar. Eğer muhatab olunan kişi, akîde konusunda sakat ise, ona yardımcı olunur, gerçekler en yumuşak bir lisân ile izah edilir, delillendirilir ve ondaki noksanlık giderilmeye çalışılır… Egemen tağutların gayr-ı İslâmî ve şirk eğitim sistemlerinin fıtrata aykırı eğitim kurumlarında yanlış eğitilen ve öğretilen bu insanların İslâm’a kazandırılması lazımdır… Onlara İslâm anlatılmalı, sahih Tevhidî akîde beyan edilmeli ve anlayıp idrak etmelerine yardımcı olunmalıdır. Akîde konusundaki sakatlıklarını, yanlışlıklarını ve noksanlıklarını giderip tamamlamaları konusunda kendilerine yardımcı olunurken, sert bir tavrın her zaman zararlı olduğu bilinmelidir… Naklî ve aklî delilleri, muhatabın anlayışı ölçüsünce sunarken yumuşak olmaya azamî derecede riâyet edilmelidir…

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle)’nin ve yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in mü’min müslümanlara emirleri budur… Her konuda olduğu gibi bu konuda da, Allah’ın emrettiği ve örneğimiz Rasulullah (s.a.v.)’in gösterdiği şekilde davranılmalıdır…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“(Ey Musa,) Seni, kendim için seçtim.

Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve Beni zikretmede gevşek davranmayın.

İkiniz, Fir’avn’a gidin çünkü o, azmış bulunmaktadır.

Ona yumuşak söz (kavlen leyyina) söyleyin. Umulur ki, o, öğüt alıp düşünür, ya da içi titrer korkar.” (6)

“Artık sen, öğüt verip hatırlat. Sen, ancak bir öğüt verici, bir hatırlatıcısın.

Onlara,zor ve baskı kullanacak değilsin.” (7)

“Allah’dan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak darandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar,çevrenden dağılır giderlerdi…” (8)

Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)’nın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.v.):

“İnsanlara, mevkiîne göre muamele edin.” (9)

Sehl b. Sa’d (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.v.), İmam Ali (r.a.)’a hitaben:

“Ya Ali, yavaş ol! Sukunitle (yani savaşmadan) Hayberlilerin sahasına ininceye kadar ilerle. Sonra onları, İslâm’a çağır ve üzerlerine vacib olan İslâm esaslarını onlara haber ver.

(Ya Ali,) Allah’a yemin ederim ki, senin irşadınla tek bir kişinin hidayete kavuşturulması, senin için kırmızı develerin olmasından hayırlıdır.” (10) buyurdu.

Cabir b. Abdillah (r.anhuma)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Bir kimse, yumuşak davranmaktan mahrumsa, hayırdan mahrumdur. Yahud bir kimse, yumuşak davranmaktan mahrum olursa, hayırdan mahrum olur.” (11)

Egemen tağutların işgal edip yönettiği ve mü’min müslümanlara her türlü zulmün revâ görüldüğü, Daru’l-Harb’e dönüşmüş İslâm topraklarında insanlarla, İslâm’ı tebliğ ve İslâm’a davet konusunda çok yumuşak davranılmalıdır… Acele etmeden ve her atılan adımın iyi hesap edilerek atılması gerekir… İyice düşünülüp ondan sonra karar vermek icab eder…

Sehl b. Sa’d es-Saidî (r.a.)’dan.

Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Teennî (düşünerek hareket) Allah’dan ve acelecilik şeytandandır.” (12)

Muvahhid mü’minler, zamanlarının en uyanık kişileri olup izzet ve şeref sahibi şahsiyetlerdir… Neyi, ne zaman ve nerede gündeme getireceklerinin şuurundadırlar… Bundan dolayı teennî ile hareket ederler… Her fikirlerinin, her hâl ve hareketlerinin Kur’ân ve Sünnet ölçüsünce olmasına tüm imkânlarıyla dikkatle gayret ederler… Düşmanlıklarında da, dostluklarında da aşırı gitmez ve adîl olmaya çalışırlar… (13) Kendi öz kanaatlerini, bencelerini, bana görelerini, Allah ve Rasulü (s.a.v.)’in emirleri karşısında kurban eder, tamamen İslâm’a teslim olurlar… (14)

Daru’l-Harb’e dönüşmüş işgal altındaki İslâm topraklarında egemen tağutların zulmü altında yaşayan mustaz’af mü’min müslümanlar, muhatabları konusunda dikkatli olmalıdırlar… Yegâne hayat nizamı İslâm’ın zahire göre hükmettiğini unutmamak gerek… Kendilerinde müslüman alâmeti olan insanların, zahire göre değerlendirmek gerekir… İslâm’ın hükmü budur!..

Bize, Süfyan İbn Uyeyne, Amr İbn Dinar’dan, O da, Atâ İbn Rebah’dan, O da, İbn Abbas (r.a.)’dan:

“Size selâm verene, dünya hayatının geçiciliğine istekli çıkarak: ‘Sen mü’min değilin, demeyin…” (Nisa, 4/94) kavli hakkındaki hadisi tahdis etti.

Atâ dedi ki:

İbn abbas şöyle dedi:

Bir adam, kendine aid küçük bir davar sürüsünün başında bulunuyordu.Bir Seriyye’de bulunan müslümanlar, ona kavuştular.

Adam, onlara:

– Es-Selâmu aleykum, diye selâm verdi.

Bu selâma rağmen onlar da, bu adamı öldürüp sürüsünü aldılar.

İşte Allah, bu hadise hakkında:

“Dünya hayatının geçirileceğine istekli çıkarak…” Kavlini ihtiva eden bu ayeti indirdi.

O dünya hayatının geçici menfaatı, bu küçük davar sürüsüdür. (15)

Söz konusu edilen ayet-i kerimenin tamamının meâli şudur:

“Ey iman edenler, Allah yolunda adım attığınız (savaşa çıktığınız) zaman gerekli araştırmayı yapın ve size (İslâm geleneğine göre) selâm verene, dünya hayatının geçiciliğine istekli çıkarak: ‘Sen, mü’min değilsin, demeyin. Asıl çok ganimet Allah katındadır. Bundan önce siz de böyle idiniz, Allah, size lütufta bulundu. Öyleyse iyice açıklık kazandırın. Şübhesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (16)

Bu ayetin nüzul sebebi için şu olay da beyan edilir:

İbn Abbas (r.a.) der ki:

Hz. Peygamber (s.a.s.), içinde Mikdâd’ın da bulunduğu bir Seriyye göndermişti. Bir topluluğun yanına vardıklarında onları, dağılır buldular. Orada sadece çok malı olan biri kalmıştı.

Adam:

– Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve enne Muhammeden Rasulullah, diyerek kelime-i şehadet getirdi.

Buna rağmen Mikdâd, onu öldürdü. Hz. Peygamber (s.a.s.), bu durumdan haberdar olunca Mikdâd’a:

“La ilâhe illallah, Muhammedun Rasulullah, diyen birisini ne hakla öldürürsün? Yarın Allah huzurunda ne cevab vereceksin?” buyurdu.

Bunun üzerine Allah, bu ayet-i kerimeyi inzâl buyurdu. (17)

Mü’min müslümanları, İslâm selâmıyla selâmlayan veyahud Kelime-i Tevhid’i söyleyen, ya da kılığı-kıyafetiyle üzerinde müslüman olduğuna dair işaretler taşıyan insan, mü’min müslümanlar tarafından hüsn-ü niyet ve zann-ı galibe ile hüsn-ü kabul görmesi gerekir… Kendisiyle yapılacak sohbet veya muamele sonucu gerçek ortaya çıkar… Ya zahirî işaretlerden dolayı tahmin edildiği gibi mü’min müslüman olduğu anlaşılır, ya da tahminin isabetli olmayışı ortaya çıkmış olur… Bundan dolayı acele etmemek, teennî ile hareket etmek, her zaman muvahhid mü’minlere tavsiye olunmuştur.

Bedir’de Rasulullah (s.a.s.) ile beraber hazır bulunan zatlardan Mikdâd ibn Amr el-Kindî (r.a.) şöyle demiştir:

Bir kerresinde Rasulullah (s.a.s.)’e:

– Ya Rasulullah, ben, bir kafirle karşılaşsam, onunla vuruşşak da, o benim elimi kılıcı ile vurup koparsa, sonra benden kaçıp bir ağaca sığınsa da: “Ben, Allah için müslüman oldum (La ilâhe illallah) dese, onu, bu Tevhid kelimesini söyledikten sonra öldürebilir miyim? dedim.

Rasulullah:

“Hayır, sen, onu öldüremezsin!” buyurdu.

– Ya Rasulullah, o, benim iki elimden birisini kesti kopardı da, Tevhid kelimesini elimi kopardıktan sonra söyledi. Ben, onu öldürebilir miyim? dedim.

Rasulullah:

“Sakın onu öldürme! Eğer öldürürsen, o senin, onu öldürmezden evvelki vaziyetindedir (Çünkü müslüman olmuş, kanı, masumdur). Sen de, onun söylediği Tevhid kelimesini söylemezden evvelki vaziyetindesin (çünkü kanın kısas ile mübah olmuştur).” buyurdu.

Ve Habib İbn Ebi Amrete, Said İbn Cübeyr’den söyledi ki, İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir:

Rasulullah (s.a.s.), Mikdâd’a:

“Ey Mikdâd, mü’min bir kişi, kâfirlerden meydana gelen kavminin beraberinde imanını gizlese de (selâmete erişince) imanını açığa çıkarsa, bunun üzerine sen de, onu (imanına itimat etmeyerek) öldürsen (bu, doğru olmaz). Nitekim sen de, hicretten önce Mekke’de imanını böyle gizliyordun!” buyurdu. (18)

Egemen tağutların işgal ettikleri ve Daru’l-Harb’e dönüşmüş olan İslâm topraklarında, Rasulullah (s.a.s.)’in hadislerinde beyan buyurduğu gerçekten hak üzere olan mü’min müslümanlardan bir çokları bulunduğu gibi, çeşitli sebeblerden dolayı imanlarını gizleyen muvahhid mü’minler de bulunmaktadır… O hâlde onlardan İslâm alâmetleri bulunduğu takdirde onların iyice araştırılıp soruşturulması lazımdır… Araştırma soruşturma yapmadan, “öz kanaatlara, bencelere ve bana görelere” göre hareket edip onları İslâm dışı saymak, büyük yanlışlıklara ve korkunç felaketlere yol açabilir!..

Rabbimiz Allah, konuyu iyice araştırmamızı ve derin düşünmemizi emrederek, kendimizden bir örnek vermektedir:

“Bundan önce siz de böyle idiniz. Allah, size lütufta bulundu. Öyleyse iyice açıklık kazandırın.”

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.) de, Mikdâd İbn Amr (r.a.)’a yaptığı nasihat, bütün ümmetin mü’min müslüman ferdlerine yapılmıştır:

“Nitekim sen de, hicretten önce Mekke’de imanını böyle gizliyordun!”

Hâl bu olunca, mü’min müslümanların iyice araştırdıktan sonra, acele etmeden konuyu sabırla ele almalı ve gündeme getirmelidirler….

Mecmau’z-Zevaid’de, hasen bir sened ile rivayete edildiği beyan olunan şu ibretli olayı, konumuzla ilgisinden dolayı burada zikretmek yerinde olur kanaatindeyiz…

İmrân b. Husayn (r.a.) şöyle anlatıyor:

Nâfî b. El-Ezrak (ki Haricilerin Erzakîler kolunun başıdır) ve arkadaşları gelerek:

– Sen, helâk oldun (dinden çıktın) ya İmrân, dediler.

İmrân:

– Ben, helâk olmadım (küfre gitmedim), diye cevap verdi.

Onlar:

– Allah: “Fitne (Allah’a ortak koşmak) kalmayıp din, tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla (müşriklerle) savaşın.” (Enfâl, 8/39) buyurmuştur. (Yani sen ise, bizim safımızda yer alıp Haricî olmayanlarla savaşmadın), dediler.

İmrân:

– Biz, müşrikleri bertaraf edinceye kadar savaştık ve din tamamiyle Allah’ın oldu. (Hicaz, müşriklerden tamamen temizlendi). Dilerseniz size, Rasulullah (s.a.s.)’den işittiğim bir hadisi rivayet edeyim, dedi.

Onlar:

– O hadisi, Rasulullah (s.a.s.)’den sen (mi) işittin? diye sordular.

İmrân:

– Evet (ben işittim). Şu olaya şahid oldum, dedi:

Rasulullah (s.a.s.), müşriklere, müslümanlardan bir askerî kuvvet gönderdi. Giden müslüman askerler, müşriklere rastlayınca onlarla şiddetli bir savaş yaptılar. Neticede müşrikler mağlup olarak sırtlarını müslüman askerlere verdiler (savaştan kırılıp saf dışı edildiler). Sonra benim yakınlarımdan bir adam, müşriklerden bir adama mızrakla hücum ederek yanına varınca, müşrik adam:

– Eşhedü enlâ ilâhâ illallah (Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim), ben, şübhesiz müslümanım, dedi.

Fakat (buna rağmen) yakınım olan adam, mızrakla vurup onu öldürdü. Sonra Rasulullah (s.a.s.)’in yanına geldi ve:

– Ya Rasulullah,ben, helâk oldum (büyük bir günah işledim), dedi.

Rasulullah (s.a.s.), bir veya iki defa:

“İşlediğin (günah) nedir?” buyurdu.

Adam da,yaptığı işi O’na arzetti. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.), adama:

“(Kelime-i Şehadet getirip müslüman olduğunu söylediğine rağmen samimiyetine inanmadın) o hâlde karnını yarıp da kalbindekini bildirmeliydin?” buyurdu.

Adam:

– Ya Rasulullah, karnını yarsandım kalbindekini bilmiş olur (mu) idim? deyince, Rasulullah (s.a.s.):

“O hâlde sen, ne onun konuştuğu sözünü kabul ettin, ne de kalbindekini bilirsin.” buyurdu.

İmrân, dedi ki:

Sonra Rasulullah (s.a.s.), adam hakkında bir şey söylemedi. Adam da, az bir zaman yaşadı. Nihayet öldü. Biz, onu defnettik. Ertesi günü sabahı cesedi yeryüzünde göründü.

Halk:

-Bir düşman, bunun cesedini toprağın altından çıkarmış olabilir, dedi.

– Biz, onu (tekrar) defnettik. Sonra gençlerimize mezarı başında nöbet beklemelerini emrettik. Ertesi günü sabahı cesed (yine) yeryüzünde oldu.

Bu kere biz:

– Gençlerimiz uyumuş (bu arada cesed düşman tarafından çıkarılmış) olabilir, dedik ve (tekrar) defnettikten sonra bu defa biz kendimiz onun nöbetini tuttuk. Yine ertesi günü sabahı cesed yeryüzünde oldu.

Artık (toprağa gömmekten vazgeçip) cesedi, o dağlar arasındaki yollardan birisine attık.

Bunun üzerine durum, Rasulullah (s.a.s.)’e arzedildi.

O da, şöyle buyurdu:

“Yer, o adamdan daha şerr kimseyi de şübhesiz kabul eder. Lâkin Allah: Lâ ilâhe illallah kelimesinin hürmetinin ta’zimini size göstermeyi sevdi.” (19)

Katıksız iman eden ve imanına hiçbir şirk karıştırmayan kişi, mü’min müslümanlardandır… Egemen tağutların işgal ettikleri İslâm topraklarında, imkânlar dahilinde kalbiyle, diliyle ve eliyle tağutlara ve onların yandaşlarına karşı çıkıp, imandan yana tavır sergileyerek mü’min müslümanlardan olanlar, kardeş olup hak üzere olan cemaatandırlar…

Muvahhid mü’minler, bu konuda çok hassas olmalıdırlar… Allah ve Rasulullah (s.a.s.)’in verdiği ölçüye göre davranmalı, kendi hevasına ve fikrine göre hareket etmeyi bir yana bırakmalıdırlar…

İşte bir başka ölçü!..

Ebu Said (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Bir kişinin kendisini mescide alıştırdığını görürseniz ona, imanla şehadet ediniz.

Allah:

“Allah’ın mescidlerini yalnızca Allah’a ve ahiret gününe iman edenler onarabilir…” (Tevbe, 9/18) buyurmuştur.” (20)

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), hadislerinde delil olarak bir kısmını beyan buyurduğu ayetin tamamı meâlen şöyledir:

“Allah’ın mescidlerini yalnızca Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah’tan başkasından korkmayanlar onarabilir. İşte hidayete erenlerden oldukları umulanlar bunlardır.” (21)

Namaz kılmak üzere camilere ve mescidlere devam edenler, zahiren üzerlerinde müslüman alâmeti taşıyanlardır… Egemen tağutlardan yana olup olmadıkları, akîde imtihanından sonra anlaşılır… Böyle ciddî bir imtihanı gündeme getirmeden, iyice araştırıp soruşturmadan bunların, tağutî olduklarını beyan etmek, İslâm’ın bize verdiği ölçüye aykırıdır… Allah ve Rasulü (s.a.s.), zahirde üzerlerinde, sözlerinde, hâl ve hareketlerinde İslâm alâmeti olanları, müslümanlardan saymamızı buyurmuştur.

Egemen tağutların işgal ettiği ve bir asra yakın bir zamanda şirk ve küfür ideolojileriyle yönettiği İslam topraklarındaki insanlar, cahil bıraktırılmış ve İslâm’dan koparılıp alıkonulmaya çalışılmıştır… Yerli ve yabancı İslâm düşmanları olan egemen tağutlar, İslâm’a aid bütün değerleri kökten silip süpürmeye çalışmış ve üç nesildir bu şeytanî planları işlemeye devam etmektedir… Bu topyekün zulümden dolayı insanlar, bilgisizliklerinden dolayı bir çok bid’at, hurafe ve sapıklıkları gündeme getirmektedirler… Bilmediklerinden dolayı gerek Tevhidî yönden, gerekse amelî yönden bir çok sapmaların içine düşürülmüşlerdir…

Allah’a davet eden (22) ve yeryüzünde fitnenin yok olup yalnızca Allah’ın dini hakim olsun diye mücadele eden (23) İslâm tebliğcileri ve İslâm davetçileri, egemen tağutların cahil bıraktığı insanlara İslâm’ı tüm açıklığıyla götürmelidirler… Onlara Tevhidî anlatmalı, imanın ilkelerini izah etmeli, küfür ve şirkin ne olduğunu günün şartlarının gereğini apaçık ortaya koymalıdırlar… Egemen tağutlarını şirk ve küfür eğitim sistemleriyle, medya kuruluşlarıyla ve fısıltı kültürüyle İslâm’dan, fıtrattan uzaklaştırdığı milyonlarca kişinin tekrar hak din ve hayat nizamı İslâm ile tanışmıları, barışmaları ve teslim olmalarını sağlamak, hidayetlerine vesile olaya çalışmak gerekir…

İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen tağutların zulmüyle karanlıkta bırakılmış milyonlarca halk kitlelerinin cehalet sonucu içine düştükleri şirk, küfür, bid’at ve ve hurafelerle onları başbaşa bırakıp o hâlde terk etmek, hiçbir muvahhid mü’minin şahsiyetine yakışmaz…

İzzet ve şeref sahibi mü’min müslümanların vazifesi, insanları, Allah’a davet etmek, iyiliği emr ve kötülükten alıkoymaktır… Zalim de olsa, mazlum da olsa insanlardan kardeşlerine yardım etmek, zalimin zulmünü engellemek ve onu zulümden vazgeçirmekle ona yardımcı olması gerekir… En büyük zulüm olan şirkin(24) ortadan kalkası için hep birlikte çalışmak lazımdır… Allah’ın ve Rasulullah (s.a.s.)’in haram kıldığı şeylerin toplumda işlenmemesi, günahların yapılmaması için ellerinden geldiği tüm güçlerini sarf eden mü’min müslümanlar, iyilik ve takva üzere yardımlaşmalıdır… (25)

Allah’ın izniyle ve O’nun bir nur olan diniyle insanları aydınlatmalı, onların cehaletini gidermelidirler muvahhid mü’minler… Örneğimiz ve önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in yolu budur… Diğer Peygamberlerin de (Allah’ın salat ve selâmı üzerlerine olsun) yolu ve hareketi bu idi…

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle’ şöyle buyurur:

“Andolsun, Biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.” (26)

Peygamberin varisleri olan muvahhid mü’minler, müttaki müslümanlar, insanları, Allah’a kul olmaya ve tağuttan kaçınmaya, tağutu reddetmeye, tağutun, tüm birimlerinden arınmaya davet etmelidirler… İnsanları, eğitmeli, onlara öğretmeli ve onlardan iman edenleri hak üzere bir araya getirmelidirler.

İnsanların cehalet sebebiyle içine düştüğü bataklıktan, kurtulup mü’min müslüman olmalarını sağlamak, Kur’ân ve Sünnet’e sarılan muvahhid mü’minlerin vazifelerindendir…

Hayra davet edip iyiliği emr ve kötülükten alıkoymak vazifeleri olan muvahhid mü’minler, (27) her konuda olduğu gibi bu konuda da, yegâne örnek ve önder Rasulullah (s.a.v.)’e uymalı, O’nun gibi davranmalıdırlar… Gerek iman konusunda, gerekse amel konusunda cahil bıraktırılmış halk kitlelerine, doğruyu, güzeli, iyiyi, hayrı götürürken, onları İslâm nuru ile aydınlatırken ve kendi cehaletlerini gidermeye çalışırken, onları bilgi sahibi kılarken, tüm bunları yaparken Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ndeki ölçüye göre hareket etmelidirler!…

Bu konuda birkaç örnek verelim:

1) Ebu Vakid el-Leysî (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.), (Mekke’den) Huneyn’e çıktığı zaman (yolda) müşriklerin, “Zat-ı Envât” adı verilen ve üzerine silahlarını astıkları bir ağaca uğradı.

– Ya Rasulullah, onların Zat-ı Envât’ı olduğu gibi bize de bir Zât-ı Envât tayin et! dediler.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

“Sübhanallah, bu söz, Musa’nın kavminin, ‘Ey Musa, onların ilâhları (var, onlarınki) gibi, sen de bize bir ilâh yap!’ (A’raf, 7/138) demesine benzedi.

Nefsim, yed-i kudretinde (benliğime hakim) olan Zat’a yemin ederim ki, siz de kendinizden önceki (Yahudî ve Hristiyan) milletlerin yoluna mutlaka uyacaksınız.” buyurdu. (28)

İmam Taberî (rh.a.), bu hadis için şu açıklamayı yapar:

“Rasulullah (s.a.s.), bu hadis-i şerifi ile müslümanları, Allah’a ortak koşmaya sevkedecek bütün tavır ve hareketlerinden sakındırmakta ve bu tür davranışlarda iyi niyetli olmanın fayda veremeyeceğine işaret buyurmaktadır.” (29)

Konu itibariyle Rasulullah (s.a.s.)’in hadiste bir kısmını zikrettiği ayetin tamamı meâlen şöyledir:

“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: ‘Ey Musa, onların ilâhları (var, onların ki) gibi sen de bize bir ilâh yap.’ O: ‘Siz, gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz’ dedi.

‘Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadet) de geçersizdir.

O, sizi âlemlere üstün kılmışken, ben,size Allah’dan başka bir ilâh mı arayacağım.” (30)

2) Abdullah b.Ebi Avfa (r.a.)’dan.

Muaz (b. Cebel?) (r.a.) (Şam’dan Medine-i Münevvere’ye) geldiği zaman Rasulullah (s.a.s.)’e secde etti.

Rasulullah, (onun bu hareketini reddetmek üzere):

“Bu, ne ya Muaz?” buyurdu.

Muaz:

– Ben, Şam’a vardım. Onları, reislerine ve emirlerine secde ettiklerine rastladım. Bu (secde) işini, zatınıza yapmamızı içimden arzuladım, diye cevap verdi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):

“Sakın (öyle bir şey) yapmayın! Çünkü eğer ben, Allah’tan başkasına secde etmeyi, her hangi bir kimseye emir etmeyi caiz görseydim, kadının kendi kocasına secde etmesini emrederdim.

Muhammed’in nefsi (kudret) elinde olan (Allah’a) yemin ederim ki, kadın, kocasının hakkını ödeyinceye kadar, Rabbinin hakkını ödemiş olmaz ve eğer kadın, deve (sırtındaki) semer üzerinde (binmiş) iken, kocası kendisini istemiş olsa kadın, kocasına mani olamaz.” (31)

3) Kays b. Sa’d, şöyle demiştir:

Ben, Hire’ye geldiğim zaman Hirelilerin baş kumandanlarına secde etmekte olduklarını gördüm ve (kendi kendime):

– Rasulullah, secde edilmeye onlardan daha layıktır, dedim.

(Bunun üzerine) Rasulullah’ın yanına gelip:

– Hire’ye gitmiştim. Onları (Hirelileri) başkumandanlarına secde ederlerken gördüm.

Ya Rasulullah, Sen,secde edilmeye onlardan daha layıksın, dedim.

(Rasulullah da):

“Sen (buna), inanıyor musun? Sen, benim kabrime uğrasan ona secde eder misin?” diye sordu.

(Ben de):

— Hayır, diye cevab verdim.

Bunun üzerine (Rasulullah):

“(Bunu) yapmayınız. Eğer ben (insanlardan) birinin (diğer) birine secde etmesini emredecek olsaydım, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim. Çünkü Allah, kadınlar üzerine kocalar için bir hak koymuştur.” buyurdu. (32)

4) Ebu Bureyde, babasından nakleder:

(Bir gün) bir Bedevî, Rasulullah (s.a.s.)’e gelip şöyle dedi:

– Ya Rasulullah, bana izin ver de sana secde edeyim!

(Bunun üzerine Rasulullah) şöyle buyurdu:

“Birine, bir (mahluka) secde etmesini emredecek olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.” (33)

Yegâne hayat önderimiz ve örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu hadislerinden apaçık anlaşıldığı üzere insanlar bilmeden, şirk, küfür, bid’at ve hurafenin içine düşerlerse, bilenler tarafından uyarılmalı ve onlardaki bu noksanlıklar giderilmelidir… Şirk ve küfür, fikir ve hareketleri içinde olanlar,kendilerine itibar eden ve İslâmî delillerle konuşan bilenler tarafından bir defa uyarılıp doğrusu kendilerine beyan edilince, artık onların hiç bir mazereti kalmaz… Hakk’ı, doğruyu ve hayrı apaçık gördükten sonra kabul etmeyip, batılı ve sapıklığı tercih edenler, artık tercihleri üzere değerlendirilirler…

Muvahhid mü’minlere düşen vazife, insanların hidayetine vesile olmak, kendilerine İslâm hakikatını apaçık anlatmak, onları irşad edip düştükleri bataklıktan İslâm nuruyla aydınlanan dosdoğru yola çıkarmaktır!..

Bu, böyledir!