BAHÂ BİÇİLMEZ BİR DEĞER

İkrime (rh.a.) şöyle demiş:

– Doğrusu, bir âlim hakkında insanların en önemlisi, onun ailesidir.[1]

Mum, dibine karanlık olsa da gecelerin zifiri karanlığı onunla aydınlanır… Mumun dibi, onun kıymetini bilmese de her akıl nimetini kullanabilen insan onun kıymetini tak­dir edip bilmektedir… Bahâ biçilmez birer değer olan mut­taki âlimlerin en yakın çevresi onun değerini bilmezlerse de, ilmin ve âlimin değerini bilenler onun ve ilminin bahâ bi­çilmez kıymette olduğunu bilir, ona göre değerlendirir…

Bid’at ve hurafelerden tamamen arındırılmış, gerçek kaynaklardan ve delilleriyle elde ettiği ilimle amel eden muttaki âlimler, ister genç yaşta olsunlar, ister olgun yaşta olsunlar, her zamanda, her mekânda onların kıymeti bi­linmelidir… Onların genç yaşta olması, değerlerini küçült-mez… İlmiyle âmil olduktan sonra genç ve dinamik olma­ları, ilim yolunda hizmet aşkıyla çalışmaları, insanlık âle­mine çok faydalı bir durum arzeder… Muvahhid mü’min bir şahsiyet olarak ilmiyle âmil olan muttaki âlimler, ilmin ve âlimin bahâ biçilmez değerini takdir eden­lerin yanında her zaman kıymetlidirler…

Ubeyd b. Umeyr (el-Leysî el-Mekkî) şöyle anlatıyor:

Ömer İbnu’l-Hattab (r.a.), bir gün Rasulullah’ın Saha-bîlerine hitaben:

– Şu “Hangi biriniz ister ki,….” (Bakara, 2/266) ayeti, hangi şey hakkında indi düşünürsünüz? diye sordu.

Oradakiler:

– Allah en bilendir, dediler.

Bu cevab üzerine Ömer, öfkelendi de:

– Biliyoruz, yahud bilmiyoruz, deyiniz, dedi.

İbn Abbas:

– Benim gönlümde o ayetten bir şey (bir ilim) var ey mü’minlerin emiri, dedi.

Ömer de, O’na:

– Ey kardeşimin oğlu, kendini küçük görmeyerek söyle, dedi.

İbn Abbas:

– Bir amel için mesel yapılmıştır, dedi.

Ömer:

– Hangi amel için? dedi.

İbn Abbas yine:

– Bir amel için, dedi.

Ömer:

– Aziz ve Celîl olan Allah’ın taatiyle amel eden zengin bir adam için ki, sonra Allah, o adama şeytanı yolladı, o da masiyetlerle amel etti. Nihayet Allah, o adamın iyi amelle­rini zayi etti, dedi.[2]

O sırada o mecliste oturan Ashab-ı Kiram’ın en genç yaşta olanı Abdullah İbn Abbas (r.anhuma) idi… En genç yaşta olmasına rağmen Ashabın en âlimlerinden olduğu için, Emirü’l-mü’minin İmam Ömer İbnu’l Hattab (r.a.):

– Ey kardeşimin oğlu, kendini küçük görmeyerek söyle, demişti.

Abdullah İbn Abbas (r.anhuma)’nın genç olması, Ona ve ilmine hürmet duyulmasını engellemiş değildir… Böyle bir şahsiyetin de, yaşının genç olmasından dolayı ilmini gizlemesi uygun olmaz…

Rabiatu’r-Rey (rh.a.) şöyle der:

– Kendinde herhangi bir ilim bulunan kimsenin kendi­sini zâyi etmesi (yani ilmini gizlemesi) layık değildir.[3]

Muttaki âlimler, içinde bulundukları toplumun akıl ehli olan insanları için birer hayat örneği ve hidayete yol gösterensadık rehberleridirler… İnsanlar, onları kendilerine önderler olarak görür, onların etrafında bir araya gelir ve kendilerini takib ederler… Onların tavsiyelerine uyar, hâl ve tavırlarını onların gösterdiği şekilde düzenlerler… Bundan dolayı ilmiyle âmil olan âlimler, her zaman halka doğru­suna beyan etmek, her şeye rağmen adaletle olması gere­keni gösterip yaptırmakla mükelleftirler…

Ebu Said (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):

“Halk siz (Ashabın âlimlerin)e tabidirler. Size, dinde bilgi sahibi olmak için dünyanın (çeşitli) bölgelerinden adamlar geleceklerdir. Size müracaat ettikleri vakit, onlara iyi tavsiyelerde bulunun.”[4]

Mütevazi İslâm ulemâsı, yeryüzünü ıslah etmeye, in­sanlar arasında fısk ve fucuru gidermeye, imanla beraber takvayı tavsiye etmeye çalışırlar… Onlar, içinde yaşadıkları toplumu her türlü hatadan ve kusurdan kurtarıp erdemli­ler toplumu yapmak için bütün gayretlerini sarf ederler…

Rabbimiz Allah, bu şekilde çaba gösteren muvahhid mü’minler için şu müjdeyi vermektedir:

İşte ahiret yurdu!.. Biz onu, yeryüzünde büyüklen­meyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (arma­ğan) kılarız. (Güzel) sonuç, takva sahiblerinindir.”[5]

O Rahman (olan Allah)’ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller, kendileriyle muhatab oldukları zaman ‘selâm’ derler.

Onlar, Rabblerine secde ederek ve kıyama durarak ge­celerler.”[6]

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasu-lullah (s.a.s.):

“Bir kimse, Allah için tevazu gösterirse Allah, onu an­cak yükseltir.”[7]

Her türlü zorluğa sabreden muttaki ulemâ, yaşadıkları anda kendilerine vacib olanı bütün imkânlarını kullanarak yerine getirmeye çalışırlar… Katıksız iman, salih amel, takva ve tevazu sahibi olan muvahhid âlimler, her türlü şirke, küfre, tuğyana ve istikbara karşı var güçleriyle di­renmeleri toplumlara önder olmalarının bir gereğidir… Rehberiyet makamında bulunan ulemâ, zorbalığa karşı di­renmeli, yakılmamalı ve boyun eğmemelidir…

Allah’ın izni ve yardımıyla gerçekleşen bu sabır ve di­renç sonucu dosdoğru yol üzere kalmayı ve hedeften sap­madan ilerlemeyi başaran muttaki ulemâ, insanlık âlemi için hakka yönelten bir kılavuz olmuşlardır… Çünkü onlar, Allah (Azze ve Celle)’nin ayetlerine kesin bir imanla inan­mış ve asla taviz vericiler olmamışlardır…

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

Onların içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola iletip, yönelten önderler kıldık. Onlar, Bizim ayetleri­mize kesin bilgiyle inanıyorlardı.”[8]

Hasan el-Basrî (rh.a.), Cündeb (rh.a.)’in arkadaşlarına şöyle dediğini rivayet eder:

– Her ne hâlde bulunursanız bulunun, Kur’ân oku-yunuz. Bir belâ ile karşılaşırsanız malınızı fedâ edin, fakat dininizi fedâ etmeyiniz. Bu yolda canınız tehlikeye düşerse, kanınız bahâsına dininizden taviz vermeyin. Zira gerçekten savaşa uğrayan, dinine savaş açılandır. Gerçekten idam edilen, dinini kaybedendir. Binaenaleyh cennetten mahrum olmaktan öte fakirlik yoktur, cehennemlik ol­maktan öte zenginlik yoktur. Cehennem, kendisine giren fakiri zengin kılmadığı gibi esirini de serbest bırakmaz.[9]

Muvahhid âlim, canını ve malını verir, ama İslâm Dini’nden tavizi asla vermez, veremez de!… Onun katıksız imanı ve kendisiyle âmil olduğu ilmi bunu engeller… O, Allah’dan korktuğu için başka bir şeyden korkmaz… Tağutların, zalim müstekbirlerin ve İslâm topraklarını işgal eden egemen güçlerinin tehditleri onu, ne korkutur, ne de yıldırır!.. O, devamlı kendisinden faydalanacağı ilmi öğre­nir, onunla amel eder ve diğer insanlara öğretir…

Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Mü’min, cennette karar kılıncaya kadar, kulağına de­ğen herhangi bir hayır (faydalı husus)dan asla doymaz.”[10]

Tavus (rh.a.)’dan.

– Ya Rasulullah, insanların hangisi daha bilgindir? de­nildi.

Rasulullah (s.a.s.) buyurdu ki:

“İnsanların ilmini, kendi ilmine katan! (Ayrıca) ilmin peşinde olan herkes (her ilim talebesi) ilme açtır.”[11]

İbn Abbas (r.anhuma) diyor ki:

– İki haris doymaz: İlim peşine düşen, dünya peşine dü­şen.[12]

Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), muttaki ve il­miyle âmil âlimlerin bahâ biçilmez değerleri için ümmeti uyarmış, Rasullerin varisleri olan ulemânın kıymetinin bilinmesini istemiştir…

Ubade b. es-Samit (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Büyüğümüze hürmet, küçüğümüze şefkat etmeyen, âlimlerimize karşı görevini bilmeyen (onları saymayan) ümmetimden değildir.”[13]

Yeryüzündeki nesillerin en hayırlısı olan Asr-ı Saa­det’teki Ashab-ı Kiram neslinin, önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu emrini nasıl uyguladığını bir örnek ile beyan edelim…

Şa’bî (rh.a.) anlatıyor:

Zeyd b. Sabit, annesinin cenaze namazını kıldırdıktan sonra binmesi için katırı getirildi.

İbn Abbas gelerek, Zeyd’in binmesine yardım etmek için katırın üzengisini tuttu. Bunun üzerine Zeyd:

– Üzengiyi bırak ey Allah’ın Rasulü’nün amcasının oğlu, dedi.

İbn Abbas:

– Biz, âlimlere bu şekilde hürmet ederiz, diye karşılık verince,

Zeyd, İbn Abbas’ın elini öperek:

– Biz de, Peygamberimizin Ehl-i Beyti’ne böyle davran­makla emrolunduk, dedi.[14]

İlim üzere hareket edip fakîh olanların, insanlar içinde en hayırlı olduklarını beyan buyuran önderimiz Rasulullah (s.a.s.), âlimlerin ilimlerinin gereği gibi hareket etmelerini tavsiye etmiştir… Âlim, üzerine vazife olmayan herhangi bir konuda beyan bulunacak olursa, kendisini, mahcub eden bir duruma düşürür…

Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Sizler, Arab şeceresinin asıllarından (madenlerini) so­ruyorsunuz. Arabın cahiliyye zamanında hayırlı olanları, ilim üzere hareket ederlerse (fakîh olurlarsa) İslâm devrinde de en hayırlılarıdır.”[15]

Büreyde (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Konuşmalar içerisinde sihir tesiri gösterenler var, ilimler içerisinde cahillik olanı var. Şiirler içerisinde hikmet­lisi var, sözlerden kaybolup gidecek olanlar var.”

Sasaa b. Suhan şöyle dedi:

– Rasulullah (s.a.s.), bu sözlerinde doğrudur. “Beyanlar içerisinde sihir tesiri gösterenler var” sözüne gelince; bir kimse dâvâsında haklı olur ama başkası, iddiasında delil getirmede daha iyi konuşur, dinleyenleri sözü ile sihirler, gerçeği ters yüz eder, hakkı alır götürür.

“İlimden bazısı cehldir” sözüne gelince: İlim adamı, ko­nusu olmayan bir hususta kendisini zor­lar, bu konuda ilmi cehle dönüşür.

“Şiirde hikmet vardır” sözüne gelince:

Bu mevizeler, va’z yerleridir ki, (iyi şiirlerle) va’z edi­lirse, insanlar ondan va’z-u nasihat alırlar.

“Sözler içerisinde kaybolup gidecek var” ifâdesine ge­lince:

O da, kelâmın ehli olmayan, faydalanmak istemeyen kimselere söylemektir.[16]

Muvahhid âlimler, kendi vazifelerini en iyi şekilde yapmaya çalışırlar… Gerek bildiklerini ilim taliblerine usu­lüne göre öğretmede ve eğitmede, gerekse topluma hak üzere rehberlik yapmada asla taviz vermez, adil davran­maya gayret ederler… Üzerine vazife olmayan konuları gündeme getirmez ve kendisini ilgilendirmeyen şeylerle uğraşmazlar… Böyle davranmakla, ilminin ve makamının kıymetini korumuş olurlar… Muttaki âlimler, kendilerin­den beklenen vazifeleriyle meşgul olurlar… Böylece toplum içinde ve insanların gözünde dereceleri yükselir, değerleri artar…

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İnsanın dini ve dünyası hakkında ihtiyaç duymadığı şeyi (malayanî’yi) terk etmesi, onun müslümanlığının gü­zelliğindendir.”[17]

Vazifelerinin şuurunda olan, ilmiyle âmil muvahhid ulemâ, topluma rehber olmuş, insanları yaratılış gayeleri olan yalnızca Allah’a ibadet etmek hedefine sevk etmiş ve her türlü zulmü, sömürüyü, bozulmayı, hakka karşı is­yanı yok etmek için var gücüyle cihad etmeye çalışmışlar­dır… Bu günde aynı vasıfları üzerlerinde taşıyan İslâm ulemâsı, ümmetin derdiyle dertlenmekte ve mü’min müslü-manların problemlerini çözmek ile meşgul olmakta­dır… Muttaki, muvahhid ve mücahid ulemânın, İslâm topraklarını işgal eden müstevli tağutlar tarafından esaret altına alınması, bazıla­rının zindana atılması, bazıla­rının sürgün edilmesi, bazıla­rının hapishanelere tıkanması, bazı­larının idam edilerek şehid edilmesi sonucu toplumdaki geriye kalan diğer âlimler, belli zamanlarda susturulmuş­lardır… Âlimlerin, böyle zorba ve ölümcül yollarla sustu­rulması, ya da onların ölümü ile toplumda büyük yaralar oluşur… “Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür!” Toplumlar, özellikle işgal edilen İslâm topraklarında müstekbir cahiliyyenin zulmü altında bırakılan müslümanların içinde bulunduğu toplumlar, il­miyle âmil muttaki ulemâ’dan mahrum bırakılması onla­rın tamamen helâk olması de­mektir… Muttaki ulemâdan mahrum bırakılan toplumlar, başları koparılmış gövdeler gibidirler…

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), bu önemli konuya dik­katleri çekmiş, muttaki âlimlerin kıymetinin bilinmesi ve mü’min müslümanların her çağda âlim yetiştirmelerini tavsiye etmiştir… Âlimlerin ölümleri veya egemen tağutlar tarafından zindana atılıp toplumdan uzaklaştırmalarıyla onların boş kalan yerleri, onların takipçileri tarafından he­men doldurulmalıdır… Böylece ümmet, peygamberlerin varisleri olan hidayet rehberleri âlimlerden boş kalmaz… Çünkü vücûd, başsız ve kalpsiz olmaz!..

Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Âlimin ölümü, İslâm’da öyle bir gedik açar ki, gece ile gündüz birbirini kovaladığı sürece (bu gedik) kapan-maz.”[18]

Ebu’d-Derda (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur.

“Âlimin ölümü, tedavî edilmeyen bir musîbettir. Kapa­tılmayan bir gediktir. O, sönen bir yıldızdır. Bir kabilenin ölümü, bir âlimin ölümünden daha kolay ve hafiftir.”[19]

İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) şöyle der:

– Derler ki:

Âlimin ölümü, İslâm’da (açılmış) bir gediktir. Gece ve gündüz birbiri ardınca geldiği sürece onu, hiçbir şey kapa­tamaz.[20]

Emirü’l-mü’minin İmam Ömer b. el-Hattab (r.a.) şöyle diyor:

– Gündüzü oruçlu, geceyi uykusuz geçiren bin abidin ölümü, helâl ve haramı ayıran bir âlimin ölümünden daha ehvendir.[21]

Emirü’l-müminin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.) şunları beyan eder:

– Dikkat edin! Size, tam ve gerçek bir fakihi(n kim ol­duğunu) bildiriyorum:

Allah’ın rahmetinden insanları ümitsizliğe sevk etme­yen,

Allah (Azze ve Celle) katında isyan teşkil eden fiil ve ha­reketlerde bulunmalarına müsaade etmeyen,

(İnsanları) Kur’ân’dan başka (bir kitaba) rağbet gös­termeye bırakmayan.

Şurası bir gerçektir ki:

İçinde ilimden eser bulunmayan (yani bilgisizce yapı­lan) ibadette hayır yoktur.

Yine içinde fıkıh (ilmî incelik) bulunmayan ilimde hayır yoktur.

Nihayet okuma esnasında tefekkür ve düşünme bu­lunmayan Kur’ân tilavetinde hayır yoktur.[22]

İmam Ali (r.a.)’ın vasıflarını beyan ettiği âlimlerin öl­mesi, ya da zorba zalim tağutlar tarafından susturulması, Abdullah İbn Abbas (r.anhuma)’nın beyanıyla ilmin yeryü­zünden çekilip gitmesi demektir…

İbn Abbas (r.a.) şöyle dedi:

– Yeryüzünden ilmin çekilip gitmesi ne (demek)tir bilir misiniz?

Dedik ki:

– Hayır!

Cevaben şöyle dedi:

– Âlimlerin (ortadan çekilip) gitmesidir!..[23]

İslâm topraklarını işgal eden müşrik egemen zalim tağutlar, küfre, şirke, zulme, sömürüye ve isyana karşı koyan İslâm âlimlerini, bütün işkence güçlerini kullanarak susturmaya çalışmışlardır… O zalim tağutların ihanet ça­baları boşa gitmiş, bütün zorluklara rağmen İslâm âlimleri yetişmiş ve vazifelerini yüklenerek ümmete rehberlik yap­mışlardır!..

Rabbimiz Allah (Azze ve Celle)’nin hükmü gerçekleş­miş, Allah’ın dediği olmuş ve müstekbir tağutlar, büyük bir yenilgiye uğramışlardır..

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isti-yorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır, kâ­firler hoş görmese bile.

Rasullerini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslâm’ı) bütün dinlere karşı üs­tün kılacaktır, müşrikler hoş görmese bile.”[24]

Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamla­maktan başkasını istemiyor.

Müşrikler istemese de, o dini (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü’nü hidayetle ve hak dinle gönde­ren O’dur.”[25]

İmam İbn Kesir (rh.a.) bu ayetin tefsirinde şunları kay­deder:

“Allah Teâlâ buyurur ki:

Kitab ehli ve müşriklerden olan bu kâfirler, ‘Allah’ın nurunu (Rasulünü kendisiyle gönderdiği hidayet ve hak dini, mücerred mücadele ve iftiraları ile) ağızlarıyla sön­dürmek isterler.’ Bu hususta onların benzeri, güneşin şua­sını veya ayın nurunu üflemesiyle söndürmek isteyenin durumu gibidir. Bu ise, ulaşılamayacak bir şeydir… İşte Allah’ın, Rasulünü göndermiş olduğu şey de mutlaka ta­mamlanacak ve üstün olacaktır. Bu sebepledir ki, Allah Teâlâ, onların istek ve dileklerine mukabil olarak:

Halbuki Allah, nurunu mutlaka tamamlayacaktır. İs­terse kâfirler hoşlanmasınlar.’ buyurmuştur. Kâfir, bir şeyi örtüp kapatan kimsedir.

Allah Teâlâ: ‘Rasulünü, hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.’ buyurmaktadır ki, hidayet, O’nun getirmiş olduğu doğru haberler, salih iman ve faydalı ilimdir. Hak din ise, dünyada ve ahirette faydalı, sıhhatli amellerdir.”[26]

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Rabbimiz Allah’ın yar­dımı ve izniyle İslâm’ın gelmesinden sonra küfre ve şirke dayalı bütün cahiliyye inançlarını yıkmıştır… Kendisinden sonra zaman zaman insanların yozlaşarak tekrar küfür ve şirke dönerek putlara tapacaklarının haberini verin Rasulullah (s.a.s.)’in bu beyanlarına çok dikkat etmek ge­rek!.. Çağın egemen tağutları, geçmişteki selefleri gibi Al­lah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istemektedirler… Onlara karşı Rasulullah (s.a.s.) ve Ashabı nasıl davrandı ise, bu günü idrak eden ümmet ve ümmetin rehberleri olan muttaki ulemânın o şekilde davranması gerekir…

Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Lât ile Uzza’ya tapılmadıkça, gece ile gündüz gitmeye­cektir.”

Bunun üzerine ben:

– Ya Rasulullah, ben zannederdim ki Allah:

Müşrikler istemese de o dini (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü’nü hidayetle ve hak dinle gönde­ren O’dur.” (Tevbe, 9/33) ayetini indirdiği vakit, bu iş ta­mam olmuştur, dedim.

Rasulullah (s.a.s.):

“Şübhesiz ki, bundan Allah’ın dilediği olacaktır. Sonra Allah, güzel bir rüzgar gönderecek ve kalbinde hardal tanesi kadar iman olan herkesi öldürecek, yalnız hayırsız olanlar kalacaktır. Bunlar da babalarının dinlerine döneceklerdir.” buyurdular.[27]

Rasulullah (s.a.s.) yaşadığı Asr-ı Saadet’te Lât ve Uzza’ya tapan kâfir ve müşrik Mekke tağutlarına karşı nasıl davranmış, nasıl mücadele etmiş ise, O’nun varisleri olan muttaki İslâm âlimleri de, çağın Lâtlarına ve Uzzalarına tapınan müşriklere karşı aynı tavrı sergilemeli­dirler… Sadık varis, mirasını devraldığı kimseyi takib eden kişidir… Aldığı mirası, helâl yollardan aynen devam ettiren, mirası har vurup harman savurmadan harcayan ve onu kollayıp korurken çoğalmasını sağlayan kişi, gerçek varis olmaya hak kazanmıştır…

Kendilerine bahâ biçilmeyen İslâm ulemâsı, miraslarına varis oldukları peygamberlerin izinde yürümeye devam eden, onlar gibi tuğyana ve zulme karşı direnen, Allah’ın hükümlerini yücelten izzet sahibi şahsiyetlerdir…

 

 



[1]     Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.50, Hbr.600.

Zubeyr’ubn Harb, Kitabu’l-İlm, Sh.175, Hbr.91.

Not: Benzer bir ifâde Ebu’d-Derda (r.a.)’dan rivayetle Rasulullah (s.a.s.)’ın

hadisi olarak da beyan olunmuştur.

Bkz. İmam Suyutî, A.g.e., C.1, Sh.275, Hds.547(961). Ebu Nuaym’ın

Hilye’si ve İbn Adiyy’in el-Kâmil’inden.

[2]     Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B.43, Hbr.61.

Tefsiri için bkz. İmam Kurtubî, A.g.e., C.3, Sh.543, vd.

[3]     Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B.22, (Bab başlığında).

[4]     Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.4, Hds.2788.

Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.22, Hds.249.

[5]     Kasas, 28/83.

[6]     Furkan, 25/62-63.

[7]     Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B.20, Hds.69.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B.81, Hds.2098.

[8]     Secde, 32/24.

[9]     Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C.2, Sh.296, Hbr.1123.

[10]    Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.19, Hds.2826.

Kuzâî, Şihâbu’l-Ahbâr Tercümesi, Sh.177, Hds.578.

[11]    Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.28, Hds.291.

Kuzâî, A.g.e., Sh.64, Hbr.140.

[12]    Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.32, Hbr.341.

Kuzâî, A.g.e., Sh.85, Hbr.235.

Zubeyr’ubn Harb, Kitabu’l-İlm, Sh.182,  Hds.141.

Not: Aynı sözün Emirü’l-mü’minin İmam Ali (r.a.)’ın beyan ettiği ma-

lumdur. Bkz. Nehcü’l-Belaga, Sh.418.

[13]    İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e, C.1, Sh.157-158, Hds.6. İmam Ahmed,

hasen isnad ile rivayet etmiştir. Taberânî ve Hakim de rivayet etmişlerdir.

Ancak Hakim:

“Ümmetimden değildir” yerinde “bizden değildir” şekliyle rivayet etmiştir.

el-Hafız Şihabu’d-Din Ahmed b. Ali İbnu Hacer el-Askalanî, Terğib ve

Terhib, çev. Abdulvehhab Öztürk, İst. 1982, Sh.37, Hds.33.

İmam Suyutî, A.g.e, C.3, Sh.247, Hds.3330(7694) Ahmed b. Hanbel,

Müsned, C.5, Sh.323’den.

[14]    Kadî İyaz, Şifa-ı Şerif, çev. Suat Cebeci, Ank. 1992, Sh.335.

[15]    Sahih-i Buhâri, Kitabu’l-Enbiya, B.11, Hds.27, B.16, Hds.48.

Kitabu’t-Tefsir, B.166, Hds.209.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fedail, B.44, Hds.168.

Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.24, Hds.229.

[16]    Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B.95, Hds.5012.

Kuzâî, A.g.e, Sh.189, Hds.622.

[17]    Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B.12, Hds.3976.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’z-Zühd, B.9, Hds.2419-2420.

İmam Malik, Muvatta’, Kitabu Hüsnü’l-Hulk, Hds.3.

[18]    İmam er-Rûdânî, A.g.e, C.1, Sh.70, Hds.325. Bezzar’dan.

[19]    İbn Hacer el-Askalânî, Metalibu Âliye, C.3, Sh.75, Hds.3078. Ebu

Ya’lâ’dan.

[20]    Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.32, Hbr.330.

[21]    İmam Gazâli, İhyâu’ Ulûmi’d-Din, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst., T.Y., C.1,

Sh.29.

[22]    Zubeyr’ubn Harb, Kitabu’l-ilm, Sh.182, Hbr.143.

Nehcü’l-Belaga, Sh.393.

[23]    Zubeyr’ubn Harb, Kitabu’l-İlm, Sh.168, Hbr.54.

[24]    Saff, 61/8-9.

[25]    Tevbe, 9/32-33.

[26]    İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, C.7, Sh.3464-3465.

[27]    Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fiten, B.17, Hds.52.