Yahya b. Muaz (rh.a.) şöyle diyor:
– Âlimler, Muhammed (s.a.s.)’in ümmetine anne ve babalarından da şefkatlidirler. Çünkü anne ve babaları onları, dünya ateşinden, âlimler ise ahiret ateşinden korurlar.[28]
Merhametli, vicdanlı, şefkatli, imanlı ve salih amel sahibi bir anne ve baba çocukları için neleri düşünüyor, neleri istiyor, neleri yapıyorlarsa, muttaki âlimler, onlardan daha çok şeyleri ümmet için istiyor ve yapıyorlar… Muvahhid ve mücahid İslâm ulemâsı, peygamberlerin varisleri olduklarının şuurunda ve idrakindedirler… Onların her biri, ümmet için çoban olduklarının ve kendilerine vacib olan sorumluluklarının farkındadırlar…
Abdullah İbn Ömer (r.anhuma)’nın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Her birileriniz çobandır ve her birileriniz elinizin altındakinden sorumludur.”[29]
Bir anne ve babanın evladından sorumluluğundan daha çok âlim, ümmetten sorumludur… Bir anne ve baba nasıl ki, çocuklarının sıhhatinden, hasta olduğunda tedavisinden ve ameliyatından, eğitim ve öğretiminden, edeb, terbiye ve güzel ahlakından, iktisadî hayatından, meslek ve işinden, ayrıca istikbalinden sorumlu ise, âlim de ümmet için aynı sorumluluğu taşımaktadır… Çünkü ümmetin genel velayeti, muttaki ve mücahid ulemâdadır… İslâmın âlimleri, ümmetin sağlığından, hastalığının sıhhatli tedavisinden, ekonomisinin helâl üzere devam etmesinden, yabancı unsurlardan temizlenmesinden, düşman saldırısından korunmasından, eğitim ve öğretim, edeb ve güzel ahlâklı olmasından sorumludurlar… Ümmet hayatının Allah’ın hükümlerine ve Rasulullah (s.a.s.)’in Sünnetine uygun olmasından muttaki ulemâ sorumludur… Eğer bu konularda herhangi bir noksanlık var ise, âlimler tarafından tesbit edilip giderilmesine çalışılmalıdır… Her şeyden önce İslâm ulemâsı hür ve bağımsız olmalıdır… İslâm topraklarını işgal eden müstekbir egemen tağutlardan tamamen uzaklaşmış ilişkisini kesmiş ve onlarla asla uzlaşmayan taviz vermeyen ulemâ ancak çağın problemlerini İslâm ölçülerince çözebilir… Çözülen problemlerin hayatta uygulanışının örneğini yine muvahhid ulemânın ortaya koyması icab eder… Eğer bilgi yüklü kişiler, ümmete rehberlik yapmıyor ve onların dertleriyle ilgilenmiyorlarsa, onlar, gerçekten âlim olamazlar… Âlimler, Allah’dan gereği şekilde korkar ve kendilerine yükletilen sorumluluğunun idrakinde oldukları için vazifelerini yerine getirirler… İmanı sağlam bir şekilde ilmiyle âmil olmayan kişiler, sadece bilmekten dolayı âlim olamazlar…
Ebu’d Derda (r.a.) şu tesbitte bulunmuştur:
– Öğrenci olmadıkça âlim olamazsın. Kendisiyle amel etmedikçe ilimden dolayı âlim olamazsın.[30]
İbn Mübarek (rh.a.) ise şöyle der:
– Âlim, okumaya devam ettiği müddetçe âlimdir. Ne zaman âlim olduğunu zanneder ve ilmini arttırmaktan vazgeçerse, işte o zaman cahil olur.[31]
Kendisini sorumlu olarak kabul eden muttaki âlim, kendisine yalnız ve yalnız Rasulullah (s.a.s.)’i önder ve hayat örneği edinmiş,[32] Rabbi Allah’ı sevdiği için O’nun emriyle Rasulü (s.a.s.)’e uymuş,[33] zamanın en uyanığı olan bir kişidir. Yalnızca Allah’dan korkan ve ne olursa olsun, neye malolursa olsun, Allah’ın ayetlerini dosdoğru okuyup beyan eden,[34]onları asla dünya malına ve menfaatına değişmeyen izzetli ulemâ, okudukları Rabbleri Allah’ın kitabına göre “Rabbanîler” olmuşlardır…
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Öğrendiğiniz ve ders verdiğiniz kitaba göre Rabbanîler olunuz.”[35]
Bu ayeti açıklayan İslâm ulemâsı şunları demişlerdir:
ed-Dahhak (rh.a.):
– Kur’ân’ı okuyan herkese fakîh olmak bir borçtur, dedi.
el-Hasan (rh.a.):
– Hakimler ve âlimler, demiştir.
Said b. Cübeyr (rh.a.) ise, Rabbanîler için:
– Âlimler, fakîhler, demiştir.[36]
İbn Abbas (r.anhuma):
– “Rabbanîler olunuz” demek, hâlimler ve fakîhler olunuz demektir, dedi.
Ve:
– Rabbanî, insanlar üzerinde ilim ile siyaset icrâ eden ve büyük ilimden evvel, küçük bilgilerle terbiye eyleyen kimseye denir, demiştir.[37]
İmam Taberî (rh.a.), “Rabbaniyyîn” kelimesi hakkında şunları söylemiştir:
– Rabbaniyyîn kelimesi, “Rabbaniyyun” kelimesinin çoğuludur. Bunun manası ise, insanları yetiştiren, işlerini düzene koyan ve onları sevk ve idare eden, demektir.
Bu nedenle, âlimler de, fakîhler de, hikmet sahibleri de, liderler de, eğiticiler de, “Rabbaniyyîn” kelimesinin ihtiva ettiği mânâya girmektedirler. Çünkü bunlardan her biri, kendi ihtisasları alanında insanları yetiştirirler, eğitirler, işlerini düzeltirler, sevk ve idare ederler.[38]
Rabbimiz Allah, Rabbânîlerin durumlarını ve vazifelerini şöyle beyan buyurur:
“Nice Peygamberlerle birlikte bir çok Rabbânî (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne de boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever.
Onların söyledikleri: ‘Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et’ demelerinden başka bir şey değildi.
Böylece Allah, dünya ve ahiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever.”[39]
“Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yiyicilikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür.
Bilgin-yöneticileri (Rabbâniyyun) ve yüksek bilginleri (Ahbar) onları, günah söylemelerinden ve haram yiyiciliklerinden sakındırmalı değil miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür.”[40]
Bütün izzetin Allah Teâlâ’ya aid olduğunu[41] ve Allah’a gerçekten iman edip salih amel işleyen mü’minlerin de izzet sahibi şahsiyetler olduklarını[42] bilen ilim sahibleri, her ne olursa olsun hakkı ve adaleti savunmaları, batılı ve zulmü ortadan kaldırmaları gerekir… Kesinlikle batılı hakka, zulmü adalete karıştırmamalıdırlar… Ak, ak olmalı, kara da kara olmalı bilenlerin katında ak ile kara karıştırılacak olursa, ne ak kalır, ne de kara kalır… İkisinin karışımından ne ak, ne de kara olan gri ve grinin tonları meydana gelmiş olur… Bu, hak ile batılı karıştırmaktır… Hak ile batılı birbirine karıştıranlar ve bu ihaneti hak olarak gösterenler, ya cidden cahildirler, ya da korkunç haindirler…
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Ey Kitab Ehli, niçin hakkı batıl ile karıştırıyor ve bildiğiniz hâlde hakkı gizliyorsunuz?”[43]
“Hakkı, batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki,) siz (gerçeği) biliyorsunuz.”[44]
Muttaki âlimler, hakka karıştırılmış batılı, hakkın içinden söküp çıkaran ve hakkın üstüne atılan batıl perdesini kaldırıp hakkın apaçık ortaya çıkmasını sağlayan mücahid kişilerdir… Ümmet-i Merhumenin içinde kıyamete kadar bu şahsiyetlerden bir çokları bulunacak ve hiç noksan olmayacaktır…
Muğire b. Şu’be (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Ümmetimden bir tâife, kendilerine Allah’ın emri gelinceye (yani kıyamet kopuncaya) kadar hak üzerinde birbirine yardımcı olmakla devam edecek ve bunlar, (muhalefet edenlere) daima galib olacaklardır.”[45]
Bu hadisin şerhinde şunlar beyan olmuştur:
İmam Ahmed b. Hanbel (rh.a.):
– Bunlar, ehl-i Hadis değilseler, kimler olacağını ben de bilmiyorum, demiştir.
İmam Nevevî (rh.a.) şöyle der:
– İhtimal ki, bu tâife, muhtelif mü’minler arasına dağılmıştır. Bazıları cengaver yiğitler, bir takımları fukaha ve hadis ulemâsı, kimisi zahid, kimisi emr-i bi’l-ma’rufu yapan zevattır. Hepsinin bir yerde toplu bulunmaları lazım gelmez. Bilâkis muhtelif yerlerde bulunurlar.[46]
Çağından ve toplumdan sorumlu olduğunun idrakinde olan mücahid âlim şahsiyet, dünyevîleşmemek için elindeki bütün gayreti sarfeder… O ilmini Allah yolunda kullanmak isteyen, gayesi Allah’ın rızasını kazanmak ve insanların iman üzere olmaları için hidayetlerine vesile olmayı arzu eden bir kişiliğe sahibdir… Onun tek gayesi, Rabbi Allah’ın kendisinden razı olacağı gibi bir hâl ve tavır içinde olup gerekli kulluk vazifelerini yerine getirmektir… Allah’ın rızasını kazanmak için kullandığı ilmiyle, bütün insanlık âlemine hizmet edip onlara hidayet rehberi ve hidayet vesilesi olmak ister… İlmiyle âmil olan âlimler, bu iyi niyet ve bu ihlâs ile hareket ettikçe kıymetleri artar…
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.), bu konuya dikkat çekerek şunları beyan ediyor:
– Eğer ilim ehli, ilmi(n değerini) koruyup onu liyakatli olanların yanına koymuş olsalardı, ilim sayesinde zamanlarındaki insanların büyükleri olacaklardı. Lakin âlimler, ilim vasıtasıyla dünya ehlinden birtakım menfaatler sağlamak için ilmi, değerlendirmeden dünya ehline mebzulen vermeye giriştiler. Bu sebeble dünya ehli yanında âlimlerin değeri de düştü.
Ben, sizin Peygamberiniz (s.a.s.)’den şöyle buyururken işittim:
“Kim çok arzuları tek arzu -ahirete aid arzu- hâline döndürürse Allah, onun dünyaya aid arzusu için yeterlidir. Ve kim ki, dünya ahvali hakkındaki arzuları dağılırsa veya arzular kendisini dağıtırsa, onun dünyanın hangi deresinde helâk olduğuna Allah, iltifat etmeyecektir.”[47]
Çağının problemlerini çözmekten ve toplumları maddî veya manevî krizlerden kurtarıp istikamet üzere olmalarına yardımcı olmaktan sorumlu olan muttaki ulemâ, bu sorumluluğunu her zaman ilk planda tutmalıdır… O, bunca bilgisiyle bilmezler gibi davranmamalı ve dünyevîleşmemelidir… Onun tek gayesi Allah olmalıdır… Muradı, Allah’a kul olup O’nun rızasını kazanmaktır…
Ebu Osman Said b. İsmail el-Hîrî (rh.a.) şöyle demiştir:
– Her bir şeyde muradı Allah olmayan kimsenin, her işte var olan ilâhî hazdan nasibi eksik olur. Bu sebeble, nihâî düşünce ve maksad, hep yüce Allah olmalıdır. Her şeyde gayesi ve hedefi Allah Teâlâ olan insan, sadece yüce Allah ile sükûna erer ve iç huzuru bulur. Çünkü Allah Teâlâ’nın eşi ve benzeri yoktur ki, bir başkasında sükûna ersin. O’ndan daha yüce bir zat yoktur ki, nihâî düşünce ve arzularını bir başkasına çevirsin. İşte bu sebeblerden dolayı, gerçek ve en güzel kalb huzuru ve sükûnu sadece yüce Allah ile bulunur.[48]
Çağından sorumlu olan âlim, bu inanç ve bu duygularla hareket etmesi gerekir… O, yüksek bir vicdana, kuvvetli bir imana sahib olan bir kişidir… Bundan dolayı hiçbir haksızlığa, zulme ve sömürüye rıza gösteremez… Hak çiğnenirken seyirci olamaz!.. Her zaman ve her mekânda, yeryüzünün zorba güçlerine rağmen hakkın gereğini yerine getirir, adaletle davranır ve hep mazlumun yanında yer alıp zalime karşı çıkar…
Bu kesin inançtan dolayı Ashab-ı Kiram’dan Ebu Zerr (r.a.) ensesini göstererek şöyle demiştir.
– (Beni öldürmek için) kılıcı şuraya koysanız, ben de Rasulullah’dan işitmiş olduğum bir sözü, siz işinizi tamamlayıncaya kadar infaz edebileceğimi, yani ilân edeceğimi bilsem yine infaz ederim.[49]
Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:
– İnsanlar:
“Ebu Hüreyre, çok hadis rivayet ediyor” deyip duruyorlar. Halbuki Allah’ın kitabın’da şu iki ayet olmasaydı hiçbir hadis nakletmezdim.
Ebu Hüreyre, bu sözden sonra:
“Gerçekten, apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için Kitab’ta açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de (bütün) lânet ediciler.
Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince;) artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim.”(Bakara, 2/159-160)
Muhacir kardeşlerimizi, çarşılarda alış-veriş etmek meşgul ederdi. Ensar kardeşlerimizi de mallarında çalışmak meşgul ederdi. Ebu Hüreyre ise, karın tokluğuna Rasulul-lah’dan ayrılmazdı da, onların hazır bulunmadığı meclislerde hazır bulunur ve onların belleyemedikleri sözleri bellerdi.[50]
Çağın problemlerini ve toplumun sıkıntılarını bilen muvahhid âlim, problemleri çözerken, toplumun sıkıntısını giderirken, insanların ihtiyacı olan şeyleri beyan etmeye çalışır… Onları ilgilendirmeyen, hatta duyduklarında kendileri için fitne olabilecek hakikatları “Bir hakikattır, gizli kalmamalı” iyi niyetinden hareketle açıklaması gerekmez… Her doğrunun kabul göreceği bir zamanı ve bir mekânı vardır… Zamansız ve mekânsız, yani yersiz söylenen doğru, muhatabta herhangi bir yankı uyandırmaz, hatta onun için bir fitne olur… Onun için doğruları, doğruların kabul edilecek yerlerde ve onun kıymetini bilen toplumlarda söylemek gerekir… Söylenen doğruyu, eğri anlayacak ve yanlış değerlendirecek bir toplumda söyleyen kişi, sözünde hata etmez fakat yeri müsaid olmadığı için yanlış anlaşılır… Bundan dolayı, bazı hakikatların söylenecek zaman ve mekânı iyi ayarlanması gerekir… Bu da, âlim için bir sorumluluktur… Eğer toplumun, kulluk vazifesini yaparken bu hakikata ihtiyacı yok ise, bu hakikat ziyade bir şey ise ve muhatabın bunu anlayacak kabiliyeti yok ise, ohakikatın söylenmesine ihtiyaç yoktur!..
Bundan dolayı Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:
– Rasulullah (s.a.s.)’den iki kap ilim belledim. Bunlardan birisini neşrettim. Diğerine gelince, onu neşretseydim, benim şu boğazım kesilirdi.[51]
Yaşadığı çağın önderleri ve içinde bulundukları toplumun hidayet rehberi olan muttaki ulemâ, maddî ve manevî sorumluluğundan dolayı hakikatları gizleyemezler… Yalnız hangi hakikatı, nerede ve kimlere beyan edeceklerinin çok iyi hesabını yaparlar… Faydalı olan şeyleri anlatır ve yayarlar…
Mücahid ve muvahhid İslâm ulemâsı, tarih boyu yüklenmiş olduğu ağır vazifesinin sorumluluğunu idrak etmiş ve üzerine düşeni yerine getirmeye gayret etmişlerdir… Âlimlerin kıymeti, ilimlerinin gereği olan salih ameli işlemek ve istikamet üzere olmaktan ileri gelmektedir.
Enes b. Malik (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kıyamette âlimlerin mürekepleri ile şehidlerin kanları tartılır. Âlimlerin mürekkepleri ağır gelir.”[52]
Muttaki âlim, kendisine ve diğer insanlara faydalı ilmi elde eder, ilmini hayır yolunda sarf ederek toplumuna faydalı olmaya çalışır… Faydasız olan şeylerin peşine düşmez ve insanlara fayda vermeyecek şeyleri beyan etmez… Sadece konuşmuş olmak için konuşmaz, her konuştuğu şey bir hikmet ve hayırdır… Eğer hikmet ve hayır konuşulacak ortam yok ise, susar ve onun bu susması da başlı başına bir hayırdır…
Abdullah İbn Abbas (r.anhuma), Rasulullah (s.a.s.)’in iman ve cihad mektebinde eğitim ve öğretim görüp her biri bir insan-ı kâmil olan Ashab-ı Kiram’ı şöyle anlatıyor:
– Rasulullah (s.a.s.)’in Ashabı kadar hayır olan hiçbir topluluk görmedim. (Rasulullah) vefat edinceye kadar O’na hepsi Kur’ân’da bulunan sadece on üç mes’ele sormuşlardı:
“Sana, haram olan o ayı sorarlar.”(Bakara, 2/217)
Ve:
“Sana, kadınların ay hâlini de sorarlar.” (Bakara, 2/222) ayeti bunlardandır.
(İbn Abbas, sözünün devamında) şöyle dedi:
– Onlar, başkasını değil, sadece kendilerine fayda verecek şeyleri sorarlardı.[53]
Ammar b. Yasir (r.anhuma)’dan bir mes’ele soruldu. O da:
– Bu, henüz meydana geldi mi? diye sordu.
(Soranlar:)
– Hayır, dediler.
(Ammar, o zaman) şöyle dedi:
– (O hâlde) meydana gelinceye kadar bizi (rahat) bırakın! Sonra meydana geldiğinde sizin için onu (hâlletme) zahmetine gireriz.[54]
es-Salt b. Rasîd (rh.a.) anlatıyor:
Ben, Tavus’a bir mes’ele sordum.
Bana:
– Bu, meydana gelmiş mi? dedi.
– Evet, dedim.
– Vallahi mi? dedi.
– Vallahi, dedim.
Bunun üzerine şöyle dedi:
– Arkadaşlarımız, Muaz b. Cebel’den bize haber verdiler ki, o şöyle demiştir:
“Ey insanlar, belânın (hükmünde) başınıza gelmesinden önce acele etmeyiniz. Çünkü siz, şayet onun (hükmünde), başınıza gelmesinden önce acele etmezseniz, müslüman-ların içinde (kendilerine bir şey) sorulduğu zaman (cevabı) isabetli kılacak, söz söylediği zaman doğruya ulaştıracak, kimseler bulunmaya devam edecektir.”[55]
İlmiyle âmil olan muvahhid âlimler, mes’eleleri tartışma ortamına getirmez ve onu ehli olmayanlarla konuşup ayağa düşürmezler… Onlar, insanlara hangi mes’eleyi arzedecekler ise, onun Kur’ân’dan, Sünnet’ten, İcmâ’dan ve Kıyas’tan delilini beyan eder, bu deliller sonucu şu görüşü benimsediklerini açıklarlar… Buna, herhangi bir itiraz olursa, yine delillerle konuyu aydınlatırlar… Hele hele ilmi olmayan ve usûlden anlamayanlarla ilmi herhangi bir mes’eleyi, tartışmak şöyle dursun konuşmaya bile yanaşmazlar. İlmî mes’eleler, ancak ehli olan ve takva sahibi ilim adamlarıyla konuşulup görüşülür… Ehli olmayanlarla ilmî mes’eleleri konuşmak, ilme büyük bir saygısızlık ve zulüm olur…
Muttaki âlimin, ehli olmayanlarla ilmî mes’eleleri konuşmayı reddetmesi, onları küçük gördüğünden veya gururlu-kibirli oluşundan değil, ilmin kıymetini bilip ilme karşıki hürmetinden ileri gelir… Âlim şahsiyetin, ehil olmayan kişilerle ilmî bir mes’elenin görüşülmesini uygun görmemeleri, muvahhid mü’minlerin önderi Rasulullah (s.a.s.)’in bir emrinden dolayıdır…
Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Ehil olmayan insanların yanına ilim bırakan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.”[56]
Bundan dolayı âlimler, ilmî mes’eleleri uygun olmayan ortamlarda beyan etmekten çekinirler… Ve kendileriyle tartışmak isteyen ehil olmadıkları gibi haddlerini de bilmeyen kişilerle muhatab olmaz, onlarla tartışmazlar!..
Enes b. Malik (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Batıl ve haksız yolda iken mücadeleyi bırakana cennetin kenarında, hak yolda iken cidalı (tartışmayı) terk edene cennetin ortasında ve huyunu güzelleştirene cennetin en yüce mevkiinde köşk yapılır.”[57]
İbn Abbas (r.anhuma)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kardeşinle münakaşa etme, onunla (kırıcı şekilde) şaka etme ve ona, yerine getiremeyeceğin va’dde bulunma!”[58]
Ebu Umame (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Hiçbir kavim hidayete erdikten sonra, batılı hak ve hakkı batıl göstermek sûretiyle mücadele ve çekişmelerde bulunmadıkça dalâlete gitmemiştir.”
Sonra Rasulullah (s.a.s.) şu ayeti okudu:
“Onu, yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar tartışmacı ve düşman bir kavimdir.” (Zuhruf, 43/58)[59]
Ehil olmayan insanların yanında ilmî hakikatların konuşulması bir fitneye yol açar konusunda, önderimiz Rasulullah (s.a.s.) bir ibretli örnek vermektedir…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Ra-sulullah (s.a.s.):
“(Bir yerde) oturup hikmetli konuşmayı dinledikten sonra (konuşmacı) arkadaşından işittiği (sözlerin) yalnız şerr (yani yanılma, unutma veya dil sürçmesi eseri) olanı anlatan kişinin durumu, şu adamın durumuna benzer ki, çobanın yanına varır ve:
– Ey çoban, bana, koyunlardan kesilmeye elverişli (semiz) bir koyun ver, diye talebte bulunur.
Çoban da:
– Git de, koyunların en iyisinin kulağından tut (götür) der.
Bunun üzerine adam, gidip sürünün köpeğinin kulağından tutar.”[60]
Bu tipte ve bu düşüncede olan kişiler, her zaman ve her toplumda bulunması ihtimal dahilindedir… Bunun için bu konuda hassas olmak gereklidir…
Sorumlu âlimin görevi çok ağırdır… Bir yandan nefsiyle cihad ederken, diğer yanda her türlü kötülük ve kötülerle mücadele içinde olmalıdır… Muttaki âlim, hiçbir zaman “Bana ne!” dememeli ve vazifesini ihmal etmemelidir… Her zaman ilmiyle âmil olan ihlas sahibi olma şahsiyetinde bir kusur etmemelidir…
Merhamet olunmuş ümmetin müctehid âlimlerinden İmam Hasan el-Basrî (rh.a.), şu ibretli tesbitte bulunmuştur…
Şöyle diyor İmam Hasan el-Basrî (rh.a.):
– İlim sahibleri dışında olan insanların tümü helâke uğramışlardır. İlim sahibi olanların da amel edenleri dışındakileri helâke uğramışlardır. Amel edenlerin de ihlaslıları dışında kalanlar, helâke uğramışlardır. İhlaslılar ise, büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.[61]
Sehl (rh.a.) şöyle demiştir:
– İlmin hepsi dünyalıktır. Ahiret için olanı, kendisiyle amel edilendir. Amelin hepsi havadır. Ancak Allah rızası için olan başka.
İnsanlar hep ölüdürler, yalnız âlimler ölü değil. Âlimler de sarhoşturlar, yalnız amel edenler müstesnâ. Amel edenler de aldanmıştır, yalnız ihlas ile amel edenler başka. İhlâs ile amel edenler de neticeyi bilinceye kadar korkudadır.[62]
İmam Hasan el-Basrî (rh.a.), sorumluluğunun ve vazifesinin şuurunda olan muttaki âlim şahsiyet için şunları beyan ediyor:
– Akıllı ve âlim kişi odur ki, dünyasını harab eder ve harab ettiği dünyanın enkazı üzerine ahiretini inşâ eder. Ahiretini harab edip de bunun enkazı üzerine dünyasını inşâ etmez.[63]
Başka bir beyanında şöyle diyordu İmam Hasan el-Basrî (rh.a.):
– Hakikaten kişi, ilimden bir konuyu elde edip, onunla amel ederdi de bu, onun için dünya ve içindekilerinin kendisinin olması, sonra da bunları ahiret (yoluna) vermesinden daha hayırlı olurdu.
(Önceleri) adam, ilim tahsil ettiği zaman bunun (te’sirinin) onun basiretinde, huşû’unda, dilinde, elinde, namazında ve zühdünde görülmesi gecikmezdi.[64]
Fudayl b. Iyaz (rh.a.), sorumlu ulemânın vazifesinin ne kadar çetin olduğunu ve vazifesini hakkıyla yapanların azınlıkta kaldığını beyan ile şunları söylemiştir:
– Şimdiki zamanda üç şeyi aramayınız, zirâ bulamazsınız:
İlmi, ameline mutabık olan âlim aramayınız, zirâ böyle birini bulamaz ve âlimsiz kalırsınız.
Ameline muvafık ihlâsı bulunan bir âmil aramayınız, zirâ böylesini bulamaz ve amelsiz kalırsınız.
Kusursuz dost aramayınız, zirâ böyle birini bulamaz ve dostsuz kalırsınız.[65]
Ümmetin derdiyle dertlenen ve zulme uğramış, toprakları işgal edilmiş mustaz’af mü’min müslümanlara rehberlik eden muttaki ulemâ böyle ciddî beyanlarla yolumuzu aydınlatmakdadır.
Ebu’d-Derda (r.a.)’ın beyanıyla:
– Âlimlerin sözleri olmasa, biz neyiz ki?[66]
İlim, amel etmek ve dünya-ahiret faydası için öğrenilir… Dünyada iman üzere, izzet ve şeref üzere bir hayat sürmek için ilme ihtiyaç vardır… Kendisiyle amel edilen ilim, âmil olan kişiyi ebedî saadete ulaştırır, ahiretini ma’mur yapar…
Safvan b. Assal el-Muradî (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.)’in yanına geldim. O, kırmızı bürdesine yaslanmış vaziyetteydi.
O’na:
– Ya Rasulullah, ben, ilim öğrenmeye geldim, deyince,
Rasulullah (s.a.s.):
“Merhaba, ilim öğrenmek isteyen kişi. İlim öğreneni melekler, kanatlarıyla kuşatırlar. Sonra onun öğreneceği şeye olan sevgilerinden dolayı, dünya göğüne ulaşıncaya kadar birbirlerinin üzerlerine yığılırlar.”[67]
İlmiyle âmil olan ve sorumluluğunun şuurunu idrak eden muvahhid ve mücahid âlimler, hep beraber Allah’ın ipine sarılıp[68] Rabbimiz Allah’ın şu emirlerini yerine getirmeye çalışmışlardır… Bu günün İslâm ulemâsı, selefleri olan muttaki âlimler gibi, sorumluluğu kuşanmış, vazifesini idrak ederek ümmetin kurtuluşu için var gücüyle çalışmaktadır.
Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:
“Sizden hayra çağıran, iyiliği (ma’rufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”[69]
“Allah’a çağıran, salih amellerde bulunan ve: ‘Gerçekten ben müslümanlardanım.’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?”[70]
[28] İmam Gazâlî, A.g.e., C.1, Sh.37.
[29] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cuma, B.11, Hds.18.
Kitabu’l-Ahkam, B.1, Hds.2.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.5, Hds.20.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Harac, B.1, Hds.2928.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B.27, Hds.1757.
İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B.108, Hds.212.
[30] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.29, Hbr.299.
[31] İmam Gazâlî, A.g.e., C.1, Sh.152.
[32] Bkz. Ahzab, 33/21.
[33] Âl-i İmrân, 3/31.
[34] Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Ayetlerimizi az bir değer karşılığında değişmeyin, ve yalnızca Benden
korkun.” Bakara, 2/41.
[35] Âl-i İmrân, 3/79.
[36] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.32, Hbr.334-336.
İmam Kurtubî, A.g.e., C.4, Sh.259.
[37] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B.11 (Bab başlığında).
[38] et-Taberî, A.g.e., C.2, Sh.301.
[39] Âl-i İmrân, 3/146-148.
[40] Mâide, 5/62-63.
[41] Bkz. Nisa, 4/139.
[42] Bkz. Munafikun, 63/8.
[43] Âl-i İmrân, 3/71.
[44] Bakara, 2/42.
[45] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İ’tisam, B.10, Hds.42.
Kitabu’t-Tevhid, B.29, Hds.85.
Kitabu’l-Menakıb, B.28, Hds.141.
İmam Buhârî (rh.a):
– Bunlar, İlim sahibleridir, demiştir.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.53, Hds.170-171.
Kitabu’l-İman, B.71, Hds.247.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Fiten, B.1, Hds.4252.
Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.1, Hds.10.
Kitabu’l-Fiten, B.9, Hds.3952.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.25, Hds.2287.
İmam Tirmizî (rh.a.) şöyle diyor:
Muhammed b. İsmail (Buhârî), Ali el-Medinî’den naklen:
– Onlar, hadisçilerdir, dedi.
[46] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İst.1983, C.9,
Sh.141.
[47] Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.23, Hds.257.
Kitabu’z-Zühd, B.2, Hds.4106.
Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C.1, Sh.42, Hds.119.
[48] Beyhakî, Kitabu’z-Zühd, Sh.81, No:119.
[49] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B.11 (Bab başlığında).
Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.46, Hbr.551.
[50] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B.43, Hbr.59.
Kitabu’l-Muzara’a, B.21, Hds.29.
Sahih-i Müslim, Kitabu Fedailu’s-Sahabe, B.35, Hds.2492.
Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.24, Hbr.262.
Zubeyr’ubn Harb, Kitabu’l-İlm, Sh.176, Hbr.96 ve 107.
[51] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B.42, Hbr.61.
[52] Aclunî, Keşfu’l-Hafa, C.2, Sh.400, Hds.3281.
Not: Şirazî, İbn Abdi’l-Berr ve İbn Cevzî rivayet etmişlerdir.
Munavî:
– Hadisin senedleri zâiftir, derken, İbn Ğaras da hadisin zâif olduğu görü-
şündedir.
Aliyyu’l-Karî, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, çev. Ahmed Serdaroğlu,
İst.1986, Sh.105.
İmam Gazalî, A.g.e., C.1, Sh.25. İmam Hasan el-Basrî (rh.a)’ın sözü
olarak.
[53] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.18, Hbr.127.
[54] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.18, Hbr.125.
[55] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.19, Hbr.155, B.17, Hbr.118.
[56] Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.17, Hds.224.
[57] Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.7, Hds.51.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B.57, Hds.2061.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B.8, Hds.4800.
[58] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B.57, Hds.2063.
[59] Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.7, Hds.48.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B.44, Hds.3468.
[60] Sünen-i İbn Mace, Kitabu’z-Zühd, B.15, Hds.4172.
İmam er-Rûdânî, A.g.e., C.1, Sh.60, Hds.256. Ebu Ya’lâ’dan.
Aynı eserin, C.1, Sh.412, Tahric: 256’da aynı hadisin, Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2, Sh.405, ve 508’de olduğu beyan edilmiştir.
[61] Said Havva, el-Esas Fi’s-Sünne – İslâm Akaidi, çev. M. Ahmed Varol,
Vdğ., İst.1992, C.10, Sh.11.
NOT: İmam Hasan el-Basrî (rh.a.)’ın bu sözleri, bazı kitablarda veya bazı
kişiler tarafından hadis olarak rivayet edilmişse de, hadis olmadığı ve
hiçbir muteber hadis kaynağında bulunmadığı ehil olan âlimler tarafından
beyan olunmuştur. Sağanî (rh.a.) bunun için:
– İftira edilmiş bir hadistir, demiştir.
Bkz.
Aclunî, Keşfu’l-Hafa, C.2, Sh.312, No:2796.
Şevkanî, el-Fevaidu’l-Mecmua Fi’l-Ehadisi’l-Mevzua, Kahire, 1960,
Sh.257.
Sağanî, Risale Fi’l-Mevzuat, Mısır, T.Y., Sh.5.
[62] İmam Gazâlî, A.g.e., C.1, Sh.156.
Ebu Talib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, çev. Prof. Dr. Yakup Çiçek, İst.1999,
C.2, Sh.201.
Fahruddin er-Râzî, A.g.e., C.2, Sh.296 (Kısmen).
[63] Ferideddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, çev. Doç. Dr. Süleyman Uludağ,
İst.1991, Sh.83.
[64] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.34, Hbr.391.
Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.29, Hbr.79.
[65] Ferideddin Attar, A.g.e., Sh.136.
[66] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.34, Hbr.396.
[67] İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.128, Hds.9. İmam Ahmed,
Taberânî, İbn Hıbban ve Hakim rivayet etmişlerdir.
Hakim:
– Senedi sahihtir, demiştir.
[68] Bkz. Âl-i İmrân, 3/103.
[69] Âl-i İmrân, 3/104.
[70] Fussilet, 41/33.