İlim sahibleri dünyevîleştikleri, bildikleriyle amel etmedikleri ve ilimlerini çok değersiz dünya menfaatına sattıkları zaman, ilme en korkunç ihaneti yaparlar… Onların bu ihanetinden dolayı karada ve denizde fesad olur, büyük felâketler ortaya çıkar… Hem kendileri sapar, hem de peşlerine takılan insan kitlelerini saptırırlar… Bu ihanet, ilmi, cehalete çevirir… Bir cahilin yapacaklarını, bir ilim sahibine yaptırır… İlim sahibi olan kişi, ancak cahillerin yapabileceği yanlış ve zararlı işler yapmaya başlar bu ihanet sonucu!..
Büyük bilginlerden birine:
– Bilgi, ne vakit cehâletten kötü olur? diye soruldu.
Âlim de cevab olarak şöyle demiş:
– Bilginin gereğine göre amel edilmediği vakit, cehâletten daha kötü olur.
Mü’minlerin emiri İmam Ali (r.a.)’ın da, şöyle dediği anlatılır:
– Hakkı bilip tasdik ettikten sonra sapıklığa dönen bir kimse, Cenab-ı Hakk’ın mağfiretine mazhar olmaktan çok uzak bulunmaktadır.[1]
İlim ehli olanlar, ilimlerini dünya menfaatını elde etmek için kullanacak olurlarsa, ya halkın emrine, ya da müstevli müstekbir tağutî yönetimlerinin emrine girer ve onların kendilerine verdikleri dünyalık maaşlarla, makam ve ünvanlarla oyalanır haktan uzaklaşırlar… Onlar, bu inanç ve tavırlarıyla Allah Teâlâ’yı mutlak Rezzak olarak kabullenme konusunda çok büyük bir hatânın içine düşer ve gerek egemen zalim tağutların maaş vermelerine, gerekse halkın sadakası, zekatı ve diğer yardımları onlar için bir rızık kapısı olmaktadır… Bu rızık kapısının kapanmaması için, kendilerine bu kapıyı açıp onları menfaat-landıranların her isteklerine boyun eğen ilim adamları, zulmün, cehâletin, fısk ve fucurun yayılmasına hem yardımcı olur, hem de göz yumarlar… Onların aralarında her şeye rağmen vicdan azabı çektikleri için bazı doğruları söyleyenler ve halka nasihatta bulunanlar varsa da, kendi sorumluluğunu unuttuğundan, Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmediğinden, onun nasihatı yerine bulmayan, hiç tesiri olmayan bir nasihattır… Konuşan vaiz ve dinleyen cemaat, günlük vakitlerinin bir miktarını tatlı bir sohbete ayırmışlardır. Allah’ın ayetlerini ve Rasulullah (s.a.s.)’in hadislerini dinler, sahte bir manevî hava kendilerini bürür, camiiden veya sohbet yerinden ayrıldıktan sonra o güzel sözler orada kalır, yine herkes eski hâline döner… Çünkü görülen ve bilinen hakikat odur ki, ne konuşan, ne de dinleyenlerin bir inkılab istekleri yoktur… Onların, içinde bulundukları cahiliyye değerlerini, İslâm değerleriyle değiştirme gibi bir çabaları gündeme gelmiş değildir… Hayatlarındaki cahiliyye değerlerini giderip onların yerine İslâmî değerleri hakim kılma diye bir arzu oluşmamıştır kendilerinde!..
Vaiz, alacağı maaşı hak etmek, memur olan ilim adamı maaş kademesini yükseltmek için konuşur, anlatır… Dinleyenler ise, kendisiyle amel etmeyecekleri ve edemeyecekleri tatlı ve güzel sözler işitir, kendilerini iyi saran bir sohbet dinlemiş oluyorlar… Çünkü anlatılan ayet ve hadisleri amel hâline getirecek herhangi bir karar vermiş değiller… İslâm’ı hayata egemen kılacak bir birlik ve beraberlikleri oluşmuş değil… Aralarında İslâm kardeşliği, akide birliği, usûl ve hedef bütünlüğü meydana gelmemiştir… Camiler ve mes-cidler, belli vakitlerde birbirini tanımayan, aralarında akidevî ve sosyal irtibat bulunmayan insanların yalnızca namaz kılmak için dolup, geldikleri gibi boşalıp gittikleri yerler hâline gelmiştir… Camilerde ve mescidlerde görevli olanlar maaşlarını almaya hak kazanırken, namaz için gelen diğer insanlar da adet edindikleri bir ameli işlemiş ve dağılmışlardır… Böyle mi olmalıydı?!..
Kulluk vazifesini yerine getirmeyen, yaratılış gayesini unutan ilim ehli olanlar, Rasulullah (s.a.s.)’in hadislerinde şöyle beyan olunmuşlardır…
Enes b. Malik (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Mi’rac gecesi bir kavme uğradım. Ellerinde ateşten makaslar vardı ve dudaklarını parçalıyorlardı.
– Kim bunlar? dedim.
– Bunlar, yeryüzünde kitabı okudukları hâlde, insanlara vaz-u nasihat edip, iyiliği emreden, kendilerini unutan kimseler (hatibler)dir. Hiç akıllarını kullanmıyorlar mı? denildi.”[2]
Usame b. Zeyd (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kıyamet gününde bir kişi getirilir, cehennemin içine atılır da, cehennemde onun barsakları derhâl karnından dışarı çıkar. Sonra o kişi, (barsak etrafında) değirmen eşeğinin değirmende dönüşü gibi döner. Bunun üzerine cehennem ahalisi, o kişinin başına toplanır da:
– Ey filan, senin hâlin nedir? Sen, bize (dünyada) iyilikle emreder ve bizleri kötülükten nehyeder değil miydin? derler.
O da:
– (Evet) ben, size iyilik emrederdim, fakat onu kendim yapmazdım. Yine ben, sizleri kötülükten nehy ederdim de onu, kendim işlerdim, diye cevab verir.”[3]
Velid b. Ukbe (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Cennetlik olan bazı insanlar, (dünyada kendilerine va’z ve nasihat eden) cehennemlik olmuş insanların yanına giderler ve onlara:
– Ne yaptınız da cehenneme girdiniz? Vallahi biz, cennete sırf sizden öğrendiklerimizle girdik, derler.
Onlar da:
– Biz söylerdik, ama dediklerimizi yapmazdık, derler.”[4]
Cündüb b. Abdullah el-Ezdî (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“İnsanlara hayrı öğretip de kendisini unutan âlimin
durumu, insanları aydınlatıp da kendisini yakan kandilin durumuna benzer.”[5]
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kıyamet günü, insanlardan azabı en şiddetli olan, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.”[6]
Mansur b. Zazan (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Cehennemde azab görenler, bazılarının pis kokusundan rahatsız olunca:
– Kahrolasın! Ne yaptık ki, pis kokunla bizi rahatsız ediyorsun? Azabımız bize yetmez mi? derler.
O da:
– Ben, âlimdim, fakat ilmimden faydalanmadım, der.”[7]
Bildikleriyle amel etmeyen, ümmet-i merhumenin derdiyle dertlenmeyen, tek vücud olan mü’minlerin arasında yerini alamayan, takva ve iyilikte müslümanlarla yarışa çıkamayan ilim sahibi kişiler, bildikleri ile dünyalığa yönelip dünyayı ahirete değiştikleri zaman bu hâle düşmektedirler… Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), hem onları, hem de ümmeti uyarmaktadır… Âlimlere, bildiklerini yanlış yerde kullanmasınlar, kendilerinin ve ümmetin kurtuluşu yolunda ilimleriyle çaba göstersinler diye tavsiyede bulunan Rasulullah (s.a.s.) ümmete de yanlışlıkları, hatâları ve isyanları, elleriyle, dilleriyle, kalbleriyle düzeltmelerini emretmiştir…[8] Her tavsiyesi, ümmetinin faydasına, iyiliğine bir emir olan Rasulullah (s.a.s.)’in iman ve ilim mektebinde yetişmiş olan Ashab-ı Kiram (Allah cümlesinden razı olsun,) âlimin sorumluluğunu hakkıyla kavramış ve ilmin gereğini yerine getirmeye en son imkanlarını kullanarak çaba göstermişlerdir…
Ebu’d-Derda (r.a.) şöyle diyor:
– Kıyamet günü insanların Allah katında makamca en şerlisi, ilminden faydalanmayan âlimdir.[9]
Malik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor:
Ebu’d-Derda (r.a.) dedi ki:
– Kimin ilmi artarsa, ağrısı (korkusu) artar.
Yine Ebu’d-Derda şöyle dedi:
– Bana (hesab gününde):
“Ne bildin?” denilmesinden dolayı nefsime karşı endişe etmiyorum. Fakat bana:
“Ne amel ettin?” denilmesinden endişe ediyorum.[10]
Muaz İbn Cebel (r.a.) şöyle diyor:
– İstediğiniz kadar biliniz! Allah Teâlâ Hazretleri, (bildi-
ğinizi) yapıncaya kadar, ilim karşılığında asla size ecir vermeyecektir.[11]
Emirü’l-mü’minin İmam Ömer b. el-Hattab (r.a.) şu nasihatta bulunmuştur:
– Üç şey için ilim öğrenme ve üç şey için de ilmi terk etme!
Mücadele, övünmek ve riya için ilim öğrenme!
Öğrenmekten utanarak, veya lüzumu yok ya da bilmesem de olur, demek sûretiyle de ilmi terk etme!..[12]
İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen tağutî güçlere karşı mazlum ve mustaz’af müslümanların yanında yerini almadıkça hiçbir ilim ehli sorumluluktan kurtulamaz!.. Bu dünyada onlar için bir zillet ve ahirette ise, Allah’ın azabı vardır!.. Onlar, ilimleriyle ümmet potasında bulunmalı ve üzerlerine düşen vazifelerini hakkıyla yerine getirmelidirler… Bunu yapmayacak olurlarsa, onların ilimlerinin kendilerine ve diğer insanlara hiçbir faydası olmayacağı gibi, felâkete götüren zararlı olur… Onların ilimleri, İmam Ömer (r.a.)’ın beyan ettiği gibi yalnızca mücadele, övünmek ve riya için elde edilmiş ilim hâline gelir… Bu yanlışlığın maddî ve manevî sorumluluğu çok ağırdır…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasu-lullah (s.a.s.):
“Kıyamet gününde insanların üzerine ilk hüküm verilecek olanı, şehid düşen bir adamdır…
Bir de ilmi öğrenip öğreten ve Kur’ân’ı okuyan bir adamdır. Bu da, getirilerek (Allah) kendisine nimetlerini tarif edecek, o da onları tanıyacaktır.
– Bunlar hakkında ne yaptın? diye soracak.
O adam:
– İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızan için Kur’ân’ı da okudum, diyecek.
Hakk Teâlâ:
– Yalan söyledin! Lâkin sen, ilmi, âlim desinler diye öğrendin. Kur’ân’ı da ‘O, kârîdir.’ denilsin diye okudun. Gerçekten denildi de, buyuracak.
Sonra onun hakkında emir verecek ve yüzü üstü sürüklenecek, nihayet cehenneme atılacaktır.”[13]
İlmiyle amel etmeyip sahib olduğu ilimle dünya malı ve menfaatını tercih ederek zulmün, fısk ve fucurun yapılmasına katkıda bulunan ilim sahibleri için şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp uzaklaşmış, şeytan, onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu.
Eğer Biz dileseydik, onu, bundan yükseltirdik. Ama o, yere meyletti (veya yere saplandı), hevasına uydu. Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi onlara aktar ki, düşünsünler.
Ayetlerimizi yalanlayanlar ve yalnızca kendi nefislerine zulmedenlerin örneği ne kötüdür.
Allah kime hidayet verirse o, artık hidayeti bulmuştur. Kimi şaşırtıp saptırırsa, artık onlar da hüsrana uğrayanlardır.”[14]
İmam İbn Kesir (rh.a.) bu ayetlerin tefsirinde şöyle der:
“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ayetlerimizi yalanlayan kavmin misali ne kötüdür. Yiyecek ve şehvetini giderecek şeyleri elde etmekten başka bir düşüncesi olmayan köpeklere benzetilmiş olmaları, onlar için ne kadar kötüdür. İşte kim ilim ve hidayet sahasından çıkar, nefsinin arzusuna yönelir ve şehvetlerine tabi olursa, o köpeğe benzer. Onun hâli ne kadar kötüdür.”[15]
Rabbimiz Allah, bildiğiyle amel etmeyen ve ilmini yanlış yerlere kullanıp zararlı olan ilim adamları hakkında şöyle buyuruyor.
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitab yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez.”[16]
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir:
“Yahudîler, Tevrat’takilerle, yani Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman etmeleri gerektiğini bildiren hükümlerden istifâde etmeyince, ilmî kitabları taşıyan ama o kitablarda ne var-ne yok bilmeyen eşeğe benzetilmişlerdir. Me’ânî âlimleri şöyle demişlerdir:
Bu benzetme, Kur’ân’ın mânâsını anlayıp da onunla amel etmeyen ve Kur’ân’dan, ona ihtiyacı olmayanların yüz çevirişi gibi, yüz çeviren kimseler için yapılmıştır.
İşte bundan ötürü, Meymûn b. Mihran:
– Ey Kur’ân ehli Kur’ân sizin peşinize düşmezden (sizden hesab sormazdan) önce, Kur’ân’ın peşine düşün, ona tabi olun, demiş, sonra da bu ayeti okumuştur.”[17]
Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), zalim, fasık ve facir yöneticilerin kapılarına giden, onların emrine giren, ilimleriyle onların zulmüne destek olup fısk ve fucurlarına ortak olan ilim ehli kişilerin içine düştüğü kötü durumu şöyle beyan buyuruyor!..
İbn Abbas (r.anhuma)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Çölde oturan kimse(nin huyu) sertleşir. Av peşinde gezen gafilleşir. (Fasık) sultan(ların kapısın)a giden fitneye düşer.”[18]
Peygamber (s.a.s.)’den (rivayet edilen bu) müsedded hadisi bir de mânâ olarak Ebu Hüreyre (r.a.)’dan (rivayet olunmuştur. Ebu Hüreyre (r.a.) bu hadisi):
“Kim (devamlı olarak zalim) idareci ile düşer-kalkarsa, fitneye düşer.” (anlamına gelen lafızlarla) rivayet etti. (Daha sonra bu rivayetine şu mânâya gelen cümleyi de) ilave etti:
“Kul, (zalim) sultana yaklaşmakla Allah’dan uzaklaşmaktan başka bir şey kazanmaz.”[19]
Bu hadisin şerhinde şu açıklamalar yapılmıştır:
“Ulemânın zalim ve fasık idarecilerin kapılarına gidip, onlarla düşüp kalkmaları yasaklanmıştır. Çünkü zalim sultanlar veya idareciler, zulümlerine devam ederlerken ulemânın onlarla düşüp kalkması, bu zulmü onların da tasvib etmesi anlamına gelir ki, bu durum, zalim idarecilerin ve zulümlerinin halkın tümü tarafından benimsenip tasvib edilmesine sebep olur.
Oysa ulemâ, hakkı ve adaleti koruyup yaşatmakla, halk da, hakkı ve hakikatı öğrenmek için onlara müracaat etmekle mükelleftir.
Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de:
“(Allah), kendilerine kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’, diye söz almıştı.” (Âl-i İmran, 3/187) buyurarak ulemâya,
“Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (mes’eleyi bilenlere) sorun.” (Enbiya, 21/7) buyurmak sûretiyle de ulemânın dışındaki halka bu mükellefiyetlerini bildirmiştir.
Ebu Zerr Gifârî (r.a.), Hz. Seleme’ye şöyle demiştir:
– Ey Seleme, (zalim) sultanların kapısına gitme! Çünkü sen, onların dünyalığından bir şey elde edemezsin. Fakat onlar senin, onların dünyalığından daha faziletli olan dinini alırlar.”[20]
Ka’b b. Ucra (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Dinleyin! Benden sonra (zalim) idareciler çıkacağını işittiniz mi? Kim onlara yaklaşır, yalanlarını doğrular, zulümlerine yardımcı olursa, o kimse, benden değildir, ben de onunla değilim. (Ahirette de) Havz’ın başında yanıma ge-lemez.
Kim onlara katılmaz, yalanlarını doğrulamaz, zulümlerine yardımcı olmazsa, o kimse, bendendir, ben de onunlayım. Havz’ın başında da yanıma uğrayacaktır.”[21]
Yegâne hayat nizamı İslâm, yeryüzündeki zulmün her türlüsünü kökten söküp kaldırmak ve onun yerine adaleti yerleştirmek için inzâl olmuştur… İslâm’ın hedefi budur!.. İslâm Dini’nin hedefi zulmü ortadan kaldırmak ve zalimi ıslah etmek iken, kendisini İslâm’a mal etmeye çalışan, müslüman olduğunu beyan eden ilim ehli, nasıl oluyor ki, zalim egemenlerin ve ezici zulmün yanında yer olabilir?.. Alanların, durumu ve hükmü nedir?..
Ümmü Seleme (r.anha)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Sizin üzerinize birtakım emirler tayin edilecektir. Siz, onları bilip itiraz edeceksiniz. O hâlde her kim kerih görürse beraat etti, her kim itirazda bulunursa kurtuldu demektir. Lâkin kim rıza gösterir de tabi olursa (günaha girer ve ceza görür).”
Ashab:
– Ya Rasulullah, onlarla savaşmıyalım mı? demişler.
(Rasulullah:)
“Hayır, namaz kıldıkları müddetçe!” buyurmuş.[22]
Zalimin her türlü zulmünü kerih görüp ona itiraz eden, eliyle, diliyle ve kalbiyle değiştirmeye çalışanlar kurtulurlar… Fakat kim ki, zalimin zulmüne karşı çıkmaz, itiraz etmez ve onu değiştirmeye çaba harcamaz, aksine zalime zulmünde yardımcı olursa, o kimse de zalim gibidir, zulme ortaktır… İslâm, bu tip zalimlere ortak olan, dolayısıyla zulüm işleyen kimseleri, kim ve ne olursa olsun reddeder… Özellikle bunlar, ilim ehli kişiler iseler, onları asla kabul etmez ve suçlarının çok daha korkunç, cezalarının çok daha ağır olduğunu beyan eder…
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazan’dan Allah’a sığınınız!
Sahabîler:
– Ya Rasulullah, Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazan nedir? diye sordular.
Rasulullah (s.a.s.), onlara cevaben:
“Cehennemde öyle bir deredir ki, cehennem her gün dört yüz defa ondan (Allah’a) sığınır.” buyurdu.
Sahabîler:
– Ya Rasulullah, kimler bu dereye girer? diye sordular.
Rasulullah (s.a.s.):
“O dere, amelleri ile riyakarlık eden Kur’ân okuyucuları için hazırlanmıştır. Allah’ın en çok öfkelendiği kurralardan (Kur’ân bilen âlimlerden) bir kısmı da, şübhesiz emirleri (yöneticileri) ziyaret eden kurralardır.” buyurdu.
(Râvî) el-Muharibî dedi ki:
– Emirlerden maksad, zalim olan emirlerdir.[23]
el-Hasanü’l-Basrî (rh.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Bu ümmet, Kur’ân okuyanları emirlerine (idarecilerine) meyletmedikçe, salihleri, facirlerini ‘temizsiniz’ diyerek tezkiye etmedikçe, hayrı, yani iyi işleri bol olanları, şerri bol olanları batıl zanlara sevk etmedikçe, Allah’ın eli ve himayesi altındadırlar. Fakat bunları yaptıkları zaman Allah elini onlardan kaldırır ve onların üzerine zorba olanlarını musallat eder ve bunlar da onlara, azabın en kötüsünü tattırırlar ve Allah da onlara, ihtiyaç ve fakirlik de vurur. Ve kalblerini korkuyla doldurur.”[24]
Muttaki ulemâ, halktan ve egemen yöneticilerden müstağnî olmalıdır… Eğer halka ve egemen yöneticilere maddî bir bağ ile bağlanacak olursa, onlara boyun büker, ihtiyaçlarından dolayı onların emirlerine girer… Bundan dolayı adaletli davranamaz!.. Halkın ve egemen yöneticilerin arzularına göre hareket eder… Verdiği fetvalar, halkın ve egemen yöneticilerin menfaatlarına aykırı olamaz… Halk facir, egemen yöneticiler de zalim tağutlar oldukları bölgelerde, onlara muhtaç olup emirlerine giren ilim ehli olan kişiler, hatâ üstüne hatâ yapar, zilletin en aşağılık olanına düşerler…
Şu apaçık bir hakikattır ki, ümmet içinde iki sınıf insanın düzelmesi, ümmetin düzelmesidir… Onların bozulması, ümmetin bozulup bozguna uğramasıdır… Bunlar: Umerâ ve ulemâdır… Yani egemen yöneticiler ve âlimler…[25] Egemen yöneticiler ve âlimler, katıksız iman ehli ve salih amel işleyenler olduğu müddetçe ümmet, adalet üzere olur, huzur ve saadet bulur… Eğer egemen yöneticiler, adaleti, ihsanı, vicdanı terk eder, İslâm’dan uzaklaşır ve Kur’ân’dan saparlarsa, o bölgenin âlimleri de onların memurları olur, zulümde onlara yardımcı olurlarsa, ümmet, bozguna uğrar… Son yüz yıldan bu yana ümmet, bu korkunç felâketi yaşamaktadır… Bu felâket ve bu bozgunun bitmesi için, umerâ ve ulemânın tekrar İslâm’a dönmesi gerekir… Bütün gayr-ı İslâmî işlerden, yöntemlerden, ideolojilerden vazgeçip katkısız bir şekilde İslâm’a teslim olunca, zulüm, felâket ve bozgun biter…
Bu konuda ilim ehline çok büyük görevler düşmektedir… Onlar, bir yanda halkı eğitip şuurlandırırken, diğer yanda zulüm eden zalim yöneticilerin ıslahına çalışacaklardır… Zalimlerin zulmünü gidermeye çalışacak, adaletin tekrar hakim olması için çaba göstereceklerdir…
Muvahhid ve muttaki âlimin ölümü, âlemin ölümü olduğu gibi, âlimin yanılması da insan kitlelerinin yanılması ve hatâ etmesi demektir…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“(Bir âlimin verdiği) yalnız fetva yüzünden hatâya düşen kişiye günah yoktur. Bütün vebal, yalnız fetva veren (âlim)in boynunadır.”[26]
Muaz b. Cebel (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Sizin için üç şeyden korkuyorum:
Âlimin hatâsı (zellesi).
Münafığın Kur’ân’ı alet ederek mücadeleye kalkışması.
Dünya nimetlerinin size açılması.”[27]
Ziyad b. Hudayr (r.a.) anlatıyor:
Bana, Ömer (r.a.):
– Biliyor musun İslâm’ı ne yıkar? diye sordu.
– Hayır, dedim.
Şöyle açıkladı:
– Onu, âlimin hatâsı (sürçmesi), münafığın Kur’ân vasıtasıyla mücadelesi, saptırıcı önderlerin hükmü!..[28]
İmam Ömer (r.a.), Temimü’d-Dârî (r.a.)’a gelip:
– Âlimin kayması nedir? diye sordu.
O da, şu cevabı verdi:
– Âlim, insanlarla birlikte kayar. Fakat insanlar da ona tutunurlar. Âlimin, o hatâsından dönüp tevbe etmesi mümkündür. Fakat insanlar, o yanlış harekete tutunmaya devam ederler.[29]
Emirü’l-mü’minin İmam Ali (r.a.) şöyle der:
– Hikmet sahibi kişilerin sözleri doğruysa devâdır, yanlışsa hastalık.
İlim ikidir:
Yaratılıştan olan, duyup bellenen.
Duyulup bellenen bilgi, yaratılışta bilgi kabiliyeti yoksa fayda vermez.[30]
Sorumluluğunun ve vazifesinin farkında olan âlim, çağındaki her mes’ele ile ilgilenir, kendisindeki İslâmî ilimlerle çağın ilimlerini ve teknolojisini birleştirmeye gayret eder… Sorumlu muttaki âlim, çağının insanlarını ilgilendiren her türlü ilimle ve problemlerle ilgilenir, bu konularda problemlere çözümler üretir… Siyasetten ekonomiye, eğitimden hukuka ve sanayiden teknolojiye bütün sosyal ve insanî mes’eleler muttaki âlimlerin mes’eleleridir. Onların ilgi alanlarına girmeyen hiçbir hayatî ve insanî mes’ele yoktur… Muvahhid ulemâ, bütün bu hayatî ve insanî mes’eleleri yaratılış gayesi doğrultusunda, İslâmî ölçülerle ele alır ve en doğrusunu ortaya koyarak adaletin sağlanmasına çaba gösterirler…
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şübhesiz, temiz akıl sahibleri öğüt alıp düşünürler.”[31]
“Peki, sana Rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen (âmâ) gibi midir? Ancak temiz akıl sahibleri öğüt alıp düşünebilirler.
Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü (misakı) bozmazlar.”[32]
Peygamberlerin gerçek varisleri olan muttaki âlimler, peygamberlerin yolundan giderek içinde bulundukları toplumlarda hidayet rehberi olurlar… Hakka davet ettikleri toplumlara, varisleri olduğu peygamberler gibi seslenir ve onları hakikatı beyan ederler:
“Ey kavmim, ben sizden, buna karşılık, bir mal istemi-yorum. Benim ecrim, yalnızca Allah’a aiddir.”[33]
“De ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben, Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiblenmek sûretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım, ancak Allah iledir. O’na tevekkül ettim ve O’na içten yönelip dönerim.”[34]
Sorumluluğun şuurunda olan ve vazifesini gereği gibi yapmaya son imkanına kadar çaba gösteren muttaki âlimler, bu şekilde davranırken, ilme ihanet edip ilimlerini dünya menfaatı karşılığında satan ve Allah’ın apaçık ayetlerini gizleyenlerin durumu nedir?.. Allah’ın ayetlerinde bu ilim hainlerinin durumu şu şekilde beyan olunmuştur:
Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Gerçekten apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için kitabta açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de (bütün) lânet ediciler.
Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince) artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim.”[35]
“Allah’ın indirdiği kitabtan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar, onların yedikleri karınlarında ateşten başkası değildir. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onlar için acı bir azab vardır.
Onlar, hidayete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azabı satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar.
Bu, Allah’ın kitabı şübhesiz hak olarak indirmesindendir. Kitab konusunda anlaşmazlığa düşenler ise, uzak bir ayrılık içindedirler.”[36]
“Hani kendilerine kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu, gizlemeyeceksiniz’ diye kesin söz almıştı. Fakat onlar, bunu, arkalarına attılar ve ona karşı az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey, ne kötüdür.”[37]
İmam Kurtubî (rh.a.) tefsirinde, Bakara Sûresi, 174. ayeti tefsir ederken şöyle der:
– Derim ki:
Bu ayet-i kerime her ne kadar yahudî âlimleri hakkında ise de, elde edeceği dünyalık sebebiyle kendi isteğiyle hakkı gizleyen müslümanları da kapsamına alır.[38]
İmam Taberî (rh.a.) diyor ki:
– Ayet, her ne kadar bu özel kişilere işaret etmekte ise de hükmü, Allah’ın insanlara açıklamasını farz kıldığı bilgileri saklayan herkesi içine almaktadır.
İslâm Dini, Allah’ın insanlara gönderdiği bilgileri onlardan gizlemeyi yasaklamış ve bunu yapanların lânetleneceklerini beyan etmiştir.[39]
İmam İbn Kesir (rh.a.) Âl-i İmrân Sûresi’nin 187. ayet-i kerimesini tefsir ederken şunları kaydediyor:
“Bu ifâde, Ehl-i Kitab’ı azarlama ve tehdiddir. O Ehl-i Kitab ki, Allah Teâlâ, peygamberlerinin dilinden Muhammed (s.a.s.)’e iman edeceklerine, insanlar arasında O’nun adını anıp yücelteceklerine ve Peygamber olarak Allah Teâlâ kendisini gönderdiğinde O’na uyacaklarına dair söz almıştı. Onlar ise, bunu gizlediler, basit dünyevî bir haz, alçak ve boş bir karşılık ile O’nun dünya ve ahirette va’d etmiş olduğu hayra karşı çıktılar. Verdikleri söz ve biat ne kötü oldu.
Bu ayette aynı zamanda bilginler uyarılmakta ve Ehl-i Kitab’ın gittiği yoldan giderek, onların başlarına gelen akibetin kendi başlarına gelmesinden ve bu sebeble insanların onların yoluna girmesinden sakındırılmaktadır. Âlimlere düşen sahib oldukları, faydalı ve salip amellere ileten ilmi, etraflarında bulunanlara bolca vermeleri ve bilgilerini saklamamalarıdır.”[40]
İlmi gizleyip halka anlatmayanlar, veya İslâm topraklarını işgal eden müstevli egemen tağutların emriyle ve onların zalim yönetimlerine zarar vermeyecek şekliyle ilmi yorumlayarak halka açıklayıp onları yanıltanlar, ayet-i kerimelerde böyle anlatılmıştır… Önderimiz Rasulullah (s.a.s.) de, ilmî hakikatları, dünya menfaatı karşılığında saklayanların kıyametteki azablarının çetin olacağını beyan buyurmuştur…
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdular:
“Hıfz ettiği bir ilim kendisine sorulup da onu gizleyen bir adam, kıyamet günü ateşten bir gem onun ağzına vurulmuş olduğu hâlde (mahşere) getirilir.”[41]
Eyyüb (rh.a.) anlatıyor:
el-Kasım (b. Muhammed b. Ebu Bekr)’e (bir şey) sorulduğunu işitmiştim (de) o, şöyle cevab vermişti:
– Vallahi biz, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Bilseydik ne (bunu) sizden saklardık, ne de (bunu) sizden saklamamız bize helâl olurdu.[42]
İman ve vicdan sahibi olan ilim sahibi bir kişi, ilmini saklayamaz!.. İlmiyle, hem kendi amel eder, hem de diğer insanların ondan faydalanmasını ister… Her şeye rağmen ilmini yayan ve toplumun rehberliğinde bulunan âlimler çağlar boyu var olmuş ve var olmaya devam edecektir de!.. Her ne kadar ilme ihanet edenler olmuşsa da, ilme sadakat gösterenler de azınlık da değildirler… Onlar, birer hazine olan ilimlerini, Allah yolunda her muhtaç olana sarf etmişlerdir…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Kendisinden istifâde edilmeyen bir ilmin misali, kendisinden Allah yolunda harcama yapılmayan bir hazinenin misali gibidir.”[43]
Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:
“Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar… Onlara, acı bir azabı müjdele.”[44]
“Kendilerine kitab verdiklerimiz, O’nu (Peygamberi) çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü bildikleri hâlde mutlaka gerçeği gizlerler.”[45]
“Onlar cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder(önerir)ler ve Allah’ın, fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz, o kâfirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır.”[46]
Yezid b. Ebi Habib (r.a.) şöyle anlatır:
– Âlim ve fakîh bir kimsenin imtihanı, kendisinin yerine konuşacak biri olduğu hâlde, dinlemekten daha çok konuşmanın ona hoş gelmesidir. Çünkü dinlemekte, selâmet ve ilimce artma vardır. Kulak veren, zaten konuşmanın ortağıdır. Konuşmakta ise, Allah’ın koruması müstesna şaşırmak, zînetlenmek, fazlalaştırmak, veya eksiltmek vardır.
Bu âlimlerin bir kısmı, insanların bir kısmını, “şerefleri ve ileri gelmeleri sebebiyle” kendisiyle konuşmaya daha çok hak sahibi sayar da, miskinleri hakir görür, onları ilme layık görmez.
Âlimlerden, ilmini saklayan ve öğretmeyi kayıp görenler de vardır. İlmin, ancak kendisinde bulunmasını arzu eder. Onlardan bir kısmı, ilimde sultan gibi davranır ve bir sözünün reddolunmasına kızar.
Onlardan bir kısmı, kendini fetva makamına tayin eder de şayet ona, bilmediği bir mes’ele getirilirse, “bilmiyorum” demekten utanır, atar ve böylece lüzumsuz külfete girenlerden yazılır.
Onlardan bir kısmı, her işittiğini rivayet eder. O kadar ki, sözünün desteklenmesi için yahudî ve hristiyanların sözlerini rivayet ederler.[47]
Yezid b. Ebi Habib (r.a.)’ın bu beyanları, ilme ihanet eden ilim ehlini çok güzel bir şekilde açıklamaktadır!..
[1] Ebu’l-Kasım Rağıb el-Isfahânî, Tafsilu’n-Neşeteyn ve Tahsilu’s-Saadeteyn
– Mutluluğun Kazanılması, çev. Lütfi Doğan, İst.1974, Sh.178.
[2] Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C.1, Sh.76, Hds.244.
Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.206, Hds.819.
İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.178, Hds.2. İbn Ebi Dünya, İbn
Hıbban ve Beyhakî’den.
[3] Sahih-i Buhârî, Kitabu Bed’i’l-Halk, B.10, Hds.76.
Kitabu’l-Fiten, B.17, Hds.46.
Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zühd ve’r-Rikak, B.7, Hds.51.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5, Sh.205-207 ve 209.
[4] İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.181, Hds.7. Taberânî, Mu’cemu’l-
Kebir’den.
Şatibî, el-Muvâfakât – İslâmî İlimler Metodolojisi, çev. Dr. Mehmet Erdo-
ğan, İst.1990, C.1, Sh.53 (Ebu Hüreyre’den).
Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.27, Hbr.64 (İmam eş-
Şa’bî’nin beyanı olarak).
[5] İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.184, Hds.13. Taberânî,
Mu’cemu’l-Kebir’de isnadı, “Hasen” dir.
Aynı eser, C.1, Sh.183, Hds.11. Bezzar’dan (Ebu Berze, r.a.)’ın rivayetiyle.
İmam Suyutî, A.g.e., C.3, Sh.295, Hds.3467(8134). Ayrıca C.1, Sh.220, Hds.417(761). İbn Kanî’nin Mu’cemi’nden.
İmam er-Rûdânî, A.g.e., C.1, Sh.61, Hds.262.
Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C.2, Sh.296, Hbr.1122 (Basra ulemâ-
sından Cundeb’in sözü olarak).
[6] Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, C.1., Sh.479, Hds.357.
İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e. C.1, Sh.184, Hds.15, Beyhakî’den.
Kuzâî, Şihâbu’l-Ahbâr Tercümesi, Sh.210, Hds.708.
İmam Suyutî, A.g.e., C.1, Sh.297, Hds.606(1053), İbn Adiyy, el-
Kâmil’den.
[7] İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.187, Hds.21. İmam Ahmed b.
Hanbel ve Beyhakî’den.
[8] Bkz. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B.20, Hds.78.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.10, Hds.2263.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Melahim, B.17, Hds.4340.
[9] Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.23, Hbr.40.
Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.27, Hbr.268.
[10] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.27, Hbr.269.
Abdulah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.23, Hbr.39.
Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C.1, Sh.199, Hbr.730.
İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.182, Hbr.9. Beyhakî’den.
[11] Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabü’z-Zühd, Sh.27, Hbr.62.
Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C.1, Sh.265, Hbr,1009.
Ebu Nuaym el-Isfahânî, A.g.e., C.1, Sh.385.
[12] İmam Gazâlî, A.g.e., C.3, Sh.266.
[13] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.43, Hds.152.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’z-Zühd, B.35, Hds.2489.
Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Cihad, B.22, Hds.3123.
Ahmed İbn Hanbel, Müsned, C.2, Sh.322.
İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.63, Hds.1. İbn Hıbban’dan. Sh.66,
Hds.2. İbn Huzeyme, Sahih’inden.
İmam Buhârî, Halku Ef’ali’l-İbad – Hadis-i Şerifler Işığında İlâhî Kelâmın
Müdafaası, çev. Yusuf Özbek, İst.1992, Sh.104, Hds.335.
[14] A’raf, 7/175-178.
[15] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, C.7, Sh.3167.
[16] Cuma, 62/5.
[17] Fahruddin er-Râzî, A.g.e, C.21, Sh.480.
[18] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sayd, B.24-25, Hds.2859.
Sünen-i Neseî, Kitabu’s-Sayd ve’z-Zebaih, B.24, Hds.4289.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.59, Hds.2357.
[19] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sayd, B.24-25, Hbr.2860.
[20] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Hzr.Necati Yeniel – Hüseyin
Kayapınar, İst.1991, C.11, Sh.38-39.
[21] Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Biat, B.36, Hds.4190.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B.61, Hds.2360.
Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, C.1, Sh.398, Hds.115.
İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.4, Sh.451, Hds.5. İmam Ahmed b. Hanbel’den. C.4, Sh.452, Hds.6-7. Taberânî, İbn Hıbban, İmam Ahmed b. Hanbel ve Ebu Ya’lâ’dan.
[22] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B.16, Hds.63.
[23] Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.23, Hds.256.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’z-Zühd, B.36, Hds.2490.
[24] Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.207, Hds.821.
[25] Bkz. İmam Gazâlî, A.g.e., C.1, Sh.20, Dipnot:19.
[26] Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.8, Hds.53.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-İlm, B.8, Hds.3657.
Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.20, Hds.161-162.
[27] Taberânî, Mu’cemus-Sağir, C.2, Sh.395, Hds.690.
Kuzâî, A.g.e., Sh.211, Hds.712.
[28] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.23, Hbr.220.
Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.327, Hbr.1475.
[29] Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.321, Hbr.1449.
[30] Nehcü’l-Belaga, Sh.417.
[31] Zümer, 39/9.
[32] Ra’d, 13/19-20.
[33] Hud, 11/29.
[34] Hud, 11/88.
[35] Bakara, 2/159-160.
[36] Bakara, 2/174-176.
[37] Âl-i İmrân, 3/187.
[38] İmam Kurtubî, A.g.e., C.2, Sh.479.
[39] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberî, A.g.e., C.1, Sh.384.
Ayrıca bkz. Fahruddin er-Râzî, A.g.e., C.4, Sh.109.
[40] İbn Kesir, A.g.e., C.4, Sh.1502-1503.
[41] Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.24, Hds.261.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.3, Hds.2787.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-İlm, B.9, Hds.3658.
Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, C.1, Sh.169, Hds.105.
Zubeyr’ubn Harb, Kitabu’l-İlm, Sh.182, Hds.142.
İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.1, Sh.172-173, Hds.1-4. İbn Hıbban, Beyhakî ve Hakim’den.
[42] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.17, Hbr.113.
Zubeyr’ubn Harb, Kitabu’l-İlm, Sh.182, Hbr.139.
[43] Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.46, Hds.562.
İbn Hacer el-Askalânî, Metalibu Âliye, C.3, Sh.63, Hds.3026.
Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2, Sh.499.
[44] Tevbe, 9/34.
[45] Bakara, 2/146.
[46] Nisa, 4/37.
[47] Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd, Sh.24, Hbr.48.