Giriş

Merhamet olunmuş ümmetin ilmiyle amil ulemâsından mutlak müctehid İmam Hasan el-Basrî (rh.a):

“Biz, onu çok güzel bir hayatla yaşatırız.” (Nahl, 16/97) ayetini tefsir ederken:

-Cennetten başka hoş bir hayat hiçbir yerde yoktur! de­miş­tir.[1]

Cennet… Dünya hayatlarında katıksız ve gölgesiz iman edip imanlarının gereği ve yaratılış gayeleri olan yalnız Allah’a ibadet etmeyi hakkıyla yerine getiren muvahhid mü’min kulların ebedî vatanı… Ahiret hayatının sonsuz yurdu.. Kendisinden razı olunmuş iman sahibi ve kendisinden kabul edilmiş salih amel­ler işleyen muttakî, muvahhid mü’min müslüman şahsiyetlere, yegâne  Rableri Allah Teâlâ tarafından verilen eşi, benzeri olma­yan bir mükâfât!…

Kendisinden başka hüküm koyucu ve hükmüne itaat edile­cek ilâh olmayan Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya yapılan iman ve itaatın en güzel karşılığı: Cennet yurdu!.. Ebedî vatan!..

Çok kısa ve fanî dünya hayatında, Rabbimiz Allah Teâlâ’nın emirlerine, yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s)’in gösterip öğrettiği gibi itaat ederek ibadet etmek, mu­vahhid mü’min kullara ahrette ebedî bir hayat olan cenneti kazandırmaktadır…

“Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şübhesiz Biz onu, güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle mu­hakkak veririz.”[2] buyuran yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ, dünya hayatlarında kendisine gereği gibi kul olan mü’min müslüman­ların ahiretteki mutlu cennet hayatlarını şöyle beyan buyuruyor:

“Ateş halkı ile cennet halkı bir olmaz. Cennet halkı, um­duklarına kavuşup mutluluk içinde olanlardır.”[3]

Azîm olan Rabbimiz Allah, mutlaka doğru buyurdu… Şek­siz ve şübhesiz iman edip doğruluğunu tasdik ederiz… Ateş halkı ile cennet halkı hiçbir zaman bir olmaz.. Biri red, diğeri ka­buldur… Biri hayırdır, diğeri evettir… Biri inkâr, bir tasdik­dir… Biri ebedî hüsran ve âzâb, diğeri ebedî kurtuluş, huzur ve mutluluktur…

Mutlak adâlet sahibi Allah Teâlâ, yeryüzüne imtihan için gönderdiği insan kullarının “Misak ahdi”ne[4] vefâlı olup olmamala­rına göre onları değerlendirip, kazandıklarının karşılı­ğını tam bir şekilde vermektedir… “Misak ahdi” anında, Allah’ın yegâne Rabb, kendilerinin Allah’ın kulları olarak kabul edip tasdik ederek şahid olanlar, bu ahidlerine vefâ gösterip iman ederek itaat üzere dünya hayatlarını sona erdirirlerse, cennet halkından olurlar… Eğer “Misak ahdi”‘ ne vefâ göstermez, yer­yüzündeki ha­yatlarında Allah Teâlâ’dan başka rabler edinecek ve o sahte rablere itaat edecek olurlarsa, ateş, yani cehennem halkından olurlar…

Muvahhid ile müşrik, mü’min ile kâfir bir olmaz… Bunlar, birbirlerinden çok ayrı ve çok farklıdırlar…

Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Yoksa Biz, iman edip salih amellerde bulunanları, yer­yüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi (bir) mi tutacağız? Ya da muttakîleri facirler gibi (bir) mi tutacağız?”[5]

Hayır!… Bunlar, bir değil ve bir tutulmazlar…

“İman eden kimse, fasık olan gibi olur mu? Bunlar, eşit olmazlar.”[6]

“De ki: “Murdar ile temiz -murdarın çokluğu hoşuna gitse de- bir olmaz. Ey temiz akıl sahibleri, Allah’dan korkup sakı­nın. Umulur ki, kurtuluşa erersiniz.”[7] diye buyurun Rabbimiz Allah, tağutu kabul edip itaat ederek ateş, yani cehennem halkı olanlar ile Allah’a katıksız iman edip itaat ederek cennet halkı olan muvahhid mü’minlerin aynı olmadıklarını beyan buyur­maktadır..

Cehennem ateşinin yakacağı olan Misak ahdini bozan in­sanlar, ahirette âzâb içinde iken, Misak ahdine vefâlı olan mu­vah­hid mü’minler cennet bahçelerindeki pınarların başında ve cennet köşklerinde umduklarına kavuşup mutluluklar içinde ebedî bir hayat yaşarlar… Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun ve hangi çağda yaşarsalar yaşasınlar muvahhid mü’min­ler, tağutu reddetmiş ve Allah’a inanmış, bu katıksız imanlarının gereği olan salih amelleri emrolundukları gibi işlemiş ve gerek akîdede, gerekse amelde Allah’a asla şirk koşmamış seçkin şahsiyetlerdir…

Allah Teâlâ, yalnızca kendisine şirksiz ibadet eden, kadın olsun, erkek olsun muvahhid mü’min kullarının velî­si­dir…[8] On­ları, küfrün, şirkin, bid’attın, hurafenin, isyan ve tûğyanın, fısk ve fücûrun, günah ve dalâletin karanlıklarından kurtarıp, Tevhid, iman, salih amel ve güzel ahlâk nûruna çıkarır… Şirk karanlık, Tevhid nûrdur… Küfür karanlık, iman nûrdur… Tağut karanlık, İslâm nûrdur…

Rabbimiz Allah, kendisine şirk koşmadan katıksız iman eden mü’min müslüman kullarını itaat ve ibadetlerini mükâfâtı olarak cennete koyarken, kendisine şirk koşup tağuta kul olan­lara cenneti haram kılmıştır…

“Mesih (İsa)’ın dediği (şudur): “Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şübhesiz cenneti haram kılmıştır. Onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur.”[9]

Zulmedenler!.. Varlığın yaratılış: gayesine ters düşenler… Fıtrata aykırı davrananlar… Eşyanın tabiatını bozanlar!… Zulüm: Varlığın, tabiatı gereğin olması gerekli yerden alınıp, tabiatına aykırı olan bir yere konulmasıdır…

Şirk, en büyük zulümdür.. Müşrik ise, en büyük ve korkunç zalim… Müşrik, -kendi payına-eşi benzeri olmayan Âlemlerin yegâne  Rabbi Allah Teâlâ’yı, Rablik makamından azledip, O’nun yerine ya kendisini, ya da birilerini geçiren, ya Allah ile beraber veya Allah’a rağmen rablik makamına geçirdiğine inanıp itaat eden kişidir.. Her tağut ve tağuta itaat edenler, şirk suçunu işle­yenlerdir… Böylece en büyük zulmü işlemiş oluyorlardır…

“Hani Lokman oğluna-öğüt vererek-demişti ki: “Ey oğ­lum, Allah’a şirk koşma. Şübhesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.”[10]

Şirk, Rablik makamında Allah’ın yerine tağutu görmek, Al­lah’ın hükümlerinin yerine tağutun hükümlerine itaat etmek­tir… Tağutu, Allah’a ortak etmektir şirk!..

Tağut, Allah’ın hükümlerinin karşısına dikilip baş kaldıran, Allah’ın hükümlerinin yerine geçmesi için hükümler koyan ve onları uygulayan, egemen olduğu insanların Allah’a değil, kendi­sine itaat etmesini isteyip itaat ettiren her varlıktır… Bunun insan olması ve insandan başka herhangi bir nesne olmasının önemi yoktur…[11]

Yegâne Rabbimiz Allah, bütün Nebî ve Rasul kullarını şu vazife ile gönderdiğini beyan buyurur:

“Andolsun, Biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve ta­ğuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir Rasul gönder­dik.”[12]

Allah Teâlâ tarafından vazifelendirilip kendilerine vah­ye­­dile­rek içinde yaşadıkları toplumlara gönderilen Rasuller (Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun), bu vazifelerini hakkıyla yapmış ve insanları tağuta itaat etmekten alıkoyup, Allah’ın iman ede­rek ibadet etmelerini sağlamaya çalış­mış­lardır… Allah’ın hidayet bulmuş Salih kulları olan ve kendilerinden hiçbir ücret istemeyen Rasullere uyanlar,[13] tağutu tanımayıp Allah’a iman ettikleri için sapasağlam olan kurtuluş kulpuna yapışmış ve cennet halkın­dan olmuşlardır…[14]

Şirk, en büyük zulüm olup kulun, Rabbi Allah Teâlâ’ya karşı işlemiş olduğu en büyük günahtır… Şirk, büyük günahla­rın en büyüğüdür… Allah’ın hükümleriyle beraber, Allah’ın hü­kümlerinin bir çoğunu geçersiz kılıp onların yerine, hevasından kaynaklanan hükümleri koyarak eğemen oldukları ülkelerde, egemen oldukları toplumlara uygulayan tağutların hükümlerine razı olup onları uygulayan ve itaat edenler, Rabbimiz Allah’a şirk koşmuşlardır!..

Rabbimiz Allah, büyük günahların en büyüğü olan şirk su­çunun affetmeyeceğini beyan buyuruyor:

“Gerçekten Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur.”[15]

İslâm topraklarını işgal edip Allah’ın hükümlerini geçersiz kılıp hevalarından kaynaklanan hükümleri egemen kılan tağutlara ve tağûtî düzenlere rağbet ederek kabullenen, onlara itaat noktasında kusur etmeyenler, tağutları Allah’a ortak kıl­mışlardır… Her gün yüzlerce, hatta binlerce müslümanı katle­den, genç-ihtiyar, kadın ve çocuk demeden mazlum müslüman kanını oluk oluk akıtanlara yardımcı olanlar, onların saffında bulunanlar da onlar gibidirler… Dilleriyle ve hâlleriyle tağutların yanında yerini alanlar ve onların hükümleriyle hayatlarını dü­zenleyenler, tağutları kendilerine rab edinmişlerdir…

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ ile hudud yarışına giren, Al­lah’ın helâl kıldığını haram kılan, haram kıldığını helâl kılan, yani Allah’ın serbest bıraktığını yasaklayan, yasaklandığını serbest bırakan egemen zalim tağutların destek­leyicisi olup itaat edenler, onları Allah’dan başka rabler etmiş­lerdir…[16]

Sahih imanın ilk şartı, yeryüzünde böyle rableştirilmiş olanları reddetmektir… Sahte rableri ve yalancı ilâhları red­detme­den iman gerçekleşmez… “Lâ ilâhe…”demek, bütün tağut­laş­mış yalancı ilâhları reddetmek demektir…

Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ:

“Artık kim tağutu tanımayıp…” buyurarak, bu hakikatı beyan etmiştir… “Lâ ilâhe” deyip bütün tağutların inkârı, onlara aid olan bütün cahilî değer(siz)lerin kalbden, beyinden, hâl ve hareketlerden, kısaca ferdî, alevî ve toplumsal hayattan silinip atılması gündeme gelmedikçe, “illallah” gerçekleşmez… “İllallah”ise, ayet-i kerimenin diğer yarısı olan “Allah’a inanırsa… “hakikatını beyan eder…

“Lâ ilâhe illallah”, “…artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, O, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır, bunun kopması yoktur…”[17]demektir…

Muvahhid mü’min şahsiyet olmak, tağutu her yönüyle inkâr ve reddetmek ile gerçekleşir… İslâm topraklarını işgal edip müslümanları esaret altına alarak mustaz’af hâline getirip sömüren zalim egemen tağutlar reddolunmadıkça, sahih iman ve salih amel gerçekleşmez… Dolayısıyla kişi, muvahhid mü’min müslüman olamaz… Allah ile beraber, güç-kuvvet sahibi ve hüküm koyucu olarak tağut kabul edilip ona itaat edilirse, bu hâl bir şirk hâli olduğu için iman gerçekleşmez… Katıksız iman ve salih amel gerçekleşmeyince kişi, mü’min müslüman olamaz ve cennete giremez… Cenneti kazanmak, katıksız iman ve salih amel ile olur… Cennete, ancak salih amel işleyen mü’min­ler gi­rer… Cennete, mü’minlerden başkası giremez ve Allah, cenneti müşriklere ve kâfirlere haram kılmıştır…

Emiru’l-Mü’minin İmam Ömer İbnü’l-Hattâb (r.a) anlatıyor:

Hayber savaşının meydan geldiği gün, Rasulullah (s.a.s)’in Ashabı’ndan birkaç kişi gelerek:

-Filan şehid, filan şahid, dediler.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s):

“Hayır! Ben onu, (ganimetten) aşırdığı bir hırka yahud bir yağmurluktan dolayı cehemmemde gördüm.” buyurdu.

Bundan dolayı Rasulullah (s.a.s):

“Ya İbnü’l-Hattâb, git de: (Cennete, mü’minlerden başkası giremez)diye cemaatin için de nidâ et!” buyurdu.

Ben de çıktım ve:

-Dikkat! ” Cennete, mü’minlerden başkası giremez” diye ni­dâ ettim.[18]

Mü’min, katıksız ve gölgesiz iman edip imanını canından daha iyi korumaya çalışan muvahhid kuldur… Çünkü canından daha kıymetli kabul edip inandığı ve koruduğu iman, onu ebedî cennetlik edecektir.. Bunun için imanı ve dini uğrunda canını seve seve vermekte, Allah yolunda cehd ve gayret etmektedir… Katıksız iman eden Tevhid ehli muvahhid mü’minler, Allah’ın kuşatıcı rahmeti ve yardımı ile emrolundukları salih amelleri işlemekle imanları kuvvetlendirmekte ve cennetteki derecelerini yükseltmektedirler…

Dünya hayatlarında, gerek gece, gerekse gündüz emrolun­dukları ibadetleri yegâne önderleri Rasulullah (s.a.s)’den öğrenip gördükleri gibi işlemeye gayret eden muvahhid mü’minler, takvaya dikkat ederek İslâm üzere yaşamaya bütün imkânlarıyla çalışmaktadırlar… Gündüz, şirk koşmadan iman ve tevhid üzere kulluk vazifelerini yaparken, gecelerini de gafletle geçirmekten sakınarak emrolundukları üzere ibadet ile ihya ederler…

Rabbimiz Allah Teâlâ’nın izni ve yardımıyla cennet yolunun yolcusu olan muvahhid mü’minler, bu yolculuklarında gece ve gündüzlerini, Allah’a kul olmak için ihya etmenin yaratılış gayeleri olduğu şuuru içerisindedirler… Çünkü yegâne Rabbleri Allah ve yegâne önderleri Rasulullah (s.a.s), kendilerine kulluk vazifelerini bildirmiş, onları geretiği gibi eğitmiştir… Allah, muvah­hid mü’minlerin üzerindeki nimetini tamamlamış, en büyük nimet olan İslâm’ı onlar için hayat nizamı olarak seçmiş ve ondan hoşnud olmuştur…[19]

Gündüzlerini Allah’a kul olmakla değerlendiren mü’min müslümanlar, gecelerini de Rabbleri Allah’a kul olmakla geçirmelidirler…

“O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendilerine muhatab oldukları zaman “selâm”derler.

Onlar, Rablerine secde ederek ve kıyama durarak gecelerler.”[20]

“Onların yanları (gece namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler.”[21]

Rahmân ve Rahîm Allah Teâlâ’nın muvahhid mü’min kulları, gündüz Rabbleri Allah’ın emrine, Rasulullah (s.a.s)’in gösterdiği şekilde itaat ettikleri gibi, geceleri de bütünüyle gaflet uykusuna yatmaz, bir mikdar uyur dinlenir, diğer zamanını yine Rasulullah (s.a.s)’in gösterdiği şekilde kalkar, Rabbi Allah’a ibadet edip O’nu zikrederler…

Ebu Hüreyre (r.a)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Kim korkarsa, geceleyin de yola koyulur ve kim geceleyin de yola koyulursa, menziline ulaşır.

Dikkat edin! Allah’ın ticaret için ortaya koyduğu malı çok pahalıdır. Dikkat edin! Allah’ın malı cennettir!”[22]

Gündüzleri, sapasağlam imanı ile salih amel işleyerek, cennete ulaştıracak dosdoğru yolda yürümeye devam eden, kadın olsun, erkek olsun Allah’ın muvahhid mü’min kulları, bu yolculuklarına emrolundukları gibi ibadet etmekle geceleri de devam ederler.. Bu hâl, Allah’dan gereği gibi korkan muttakî mü’min kulların hâlidir…

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, muvahhid mü’min muttakî kullar için hiçbir gözün görmediği nimetlerle donatılmış cennetini ticaret için ortaya koymuş ve bedelini verip satın alacak kullarına vermek üzere yaratmıştır…

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

“Ey iman edenler, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticareti haber vereyim mi?

Allah’a ve O’nun Rasulüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz.

O da, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte büyük mutluluk ve kurtuluş budur.

Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah’dan yardım ve zafer (nusret) ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele.”[23]

“Hiç şübhesiz Allah, mü’minlerden –karşılığında onlara mutlaka cennet vermek üzere– canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler…”[24]

Yegâne Rabbleri Allah Teâlâ’ya kesin iman eden ve Allah’ın iman etmelerini emrettiği iman ilkelerine şübhesiz inanan muvahhid mü’minler, Allah’a verdikleri ahidlerine sadık kalmış, dünya hayatlarında emrolundukları gibi amel etmişlerdir…

Bu günün muvahhid mü’minleri, her ne kadar yüz yılı geçen bir işgal altında olmalarının esaretini yaşıyor ve zalim ta­ğut­ların egemenliklerinde bulunuyorlarsa da, selefleri olan muvah­hid mü’minler gibi davranmalı ve üzerlerine düşen kulluk vazifelerini yerine getirmelidirler… Şirke, küfre ve tuğyana karşı İslâmî tavrını netleştirmeli, saffını belirlemeli ve hakkın üstünlüğü, batılın yok olması için bütün gayretleriyle çalışmalıdırlar… Mü’min müslümanlar, kardeşler olduğu şuur ve inancıyla gönül gönüle, elele vermeli ve ümmet bütünlüğünü oluşturup, bu birlik içinde meselelerini hâl etmelidirler..

Ahidlerine sadık ve vefâlı muvahhid mü’minlerin dâvâlarındaki samimiyetlerini, imanlarındaki ihlâsı ve tavırlarındaki dik duruşlarını şöyle beyan buyuruyor Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ:

“Mü’minlerden öyle erkek-adamlar vardır ki, Allah ile yap­tığı ahide sadakat gösterdiler. Böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi de beklemektedir. Onlar, hiçbir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler.

Çünkü Allah (sözüne bağlı kalıp doğru olan) sadıkları, sadakatlarından dolayı mükâfâtlandıracak.”[25]

Bu ayet-i kerimenin amcası Enes İbnu’n-Nadr (r.a) ve benzeri şahidler hakkında inzâl olduğunu beyan eden Enes b. Malik (r.a) şöyle anlatıyor:

Amcam Enes İbnu’n-Nadr, Bedir savaşından uzakta bulunmuştu. Bunun için O:

-Ya Rasulullah, müşriklerle yaptığın ilk savaştan uzakta bulundum. Yemin olsun eğer Allah beni müşriklerle savaşta hazır bulundurursa, ne yapacağımı Allah muhakkak insanlara gösterecektir! demişti.

Uhud günü gelip de müslümanlar cephesi açılınca (bozulunca), Enes İbnu’n-Nadr:

“Ya Allah, ben Senden, şunların, yani Rasulullah’ın Saha­bîlerinin yaptıkları bozulma ve kaçma suçundan dolayı özür ve bahanelerinin kabulunu isterim. Şunların, yani müşriklerin Ra­su­lullah’a karşı yaptıkları savaştan ve cinayetten de Sana sığınırım, dedi.

Sonra (müşriklere doğru)ilerledi. Bu sırada Enes ibnu’n-Nadr’a, Sa’d ibn Muaz rast geldi.

Enes ibnu’n-Nadr, O’na:

-Ya Sa’d ibn Muaz, ben cennet istiyorum! Ve Nadr’ın Rabbine yemin ederim ki ben, cennetin kokusunu Uhud berisinde hissedip buluyorum!dedi.

Sa’d ibn Muaz, Rasulullah’a:

-Ya Rasulullah, ben, İbnu’n-Nadr’ın düşmanlara karşı yaptığı harika kahramanlıkları anlatmaya mukdedir değilim, dedi.[26]

Uhud şehidlerinden Enes ibnu’n-Nadr (r.a)’ın: “Ben, cennetin kokusunu Uhud berisinde hissedip buluyorum!” sözünü açık­layan İmam İbn Battal (rh.a) ve başkaları şunları söylemişlerdir:

“Bu sözün hakikat olması muhtemeldir ve Hz.Enes, hakikaten cennetin kokusunu duy­muştur. Yahud güzel bir koku hissetmiş de onu, cennet kokusu diye anmıştır. Şehidler için ha­zır­lanan cenneti gözünün önüne getirerek onun burada, savaş meydanında olduğunu tasavvur etmiş olması da câizdir. Bu takdirde mânâ şöyle olur:

-Ben, pekâlâ biliyorum ki cennet, bu yerde kazanılır. Bundan dolayı ona can atıyorum!”[27]

Tağutu reddedip Allah’a iman eden her muvahhid mü’min, Uhud şehidlerinden Enes ibnu’n-Nadr (r.a)’ın şuurunda olmalı ve O’nun gibi cennet özlemiyle yaşamalıdır… Allah’a verdikleri ahidlerinde sadık olanları takib etmeli ve onlar gibi davranmalıdır… Mutluluk ve kurtuluş budur…

“Mutlu olanlar da, artık onlar cennettedirler. Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe, orada süresiz kalacaklardır. (Bu,) kesintisi olmayan bir ihsândır.”[28]

Usame b. Zeyd (r.anhuma)’nın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s):

“(İçinizde) cennet için çabalayıp gayret edecek kimse yok mu?

Şübhesiz cennete denk hiçbir şey yoktur. Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki cennet, güzel, sağlam ve yüksek saraylarda, yüz parlaklığı ve mutluluk-refah içinde sonsuza dek devamlı kalınacak parlayan nûr, (rüzgar esintisiyle) sallanıp dalgalanan güzel kokulu yeşillik, sağlam köşk ve (şeklen) güzel hanım ve çok giysiden ibarettir.”

Ashab:

-Ya Rasulullah, cennet için çabalayıp gayret edenler bizleriz! dediler.

O (s.a.s):

“İnşallah, deyiniz.” buyurdu.

Sonra cihad etmeyi anlatarak (Ashabı), ona teşvik etti.[29]

Abdullah ibn Mes’ud (r.a) anlatıyor:

Biz (Kırk kişi kadar bir topluluk) bir kubbenin içinde Rasu­lullah (s.a.s)’in beraberinde bulunuyorduk.

Rasulullah (s.a.s):

“Sizler, cennet ehlinin dörtte biri olmanıza razı olur musunuz?” buyurdu.

Bizler:

“Evet! dedik.

Rasulullah:

“Cennet ehlinin üçte biri olmanıza razı olur musunuz?” diye sordu.

Biz tekrar:

“Evet! diye cevab verdik.

Rasulullah:

“Cennet ehlinin yarısı olmanıza razı olur musunuz?” buyurdu.

Bizler yine:

“Evet! diye cevabladık.

Rasulullah (s.a.s):

“Muhammed’in nefsi elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, ben sizin, cennet ehlinin yarısı olmanızı kuvvetle ümit ediyorum. Şu da muhakkak ki, cennete müslüman nefisten başkası girmeyecektir.

Sizler, şirk ehline nisbetle siyah öküzün derisi üzerindeki beyaz kıl mesabesinden başka değilsiniz. Yahud da sanki kırmızı öküzün derisi üzerindeki siyah kıl mesabesinde!” buyurdu.[30]

Rasulullah (s.a.v)’in bir defada:

“Cennet ehlinin yarısı olmanıza razı olur musunuz?” demeyerek, birincide ehl-i cennetin dörtte biri, ikincide üçte biri, üçüncüde yarısı olmaya razı mısınız? diye sorması pek güzel bir faydayı temin içindir. Bu fayda, Ashabın nefislerine sözün daha tesir etmesi ve kendilerine yapılan ikramın son dereceye bâliğ olduğunu anlatmak içindir. Çünkü insana bir şeyi tekrar tekrar vermek, ona verilen ehemmiyete delildir. Bunun ikinci bir faydası da, müjdenin tekrar tekrar verilmesi Ashabı, Allah’a karşı tekrara tekrar şükretmeye, nimetlerine karşı hamd-ü senada bulunmaya teşvik etmesidir.”[31]

Büreyde (r.a)’dan.

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Cennet ehli, yüzyirmi saftır. Bu saflardan sekseni bu ümmetten, kırkı ise diğer ümmetlerdendir.”[32]

“Tuhfe”yazarı, bu hadisin izahı bölümünde özetle şöyle diyor:

“Bu hadisten maksad, bu ümmetin çokluğu ve cennetliklerin üçte ikisini teşkil ettiğini ifade etmektir. Bu hadis, Rasul-ı Ek­rem (s.a.s)’in ümmetinin cennet ehlinin yarısını teşkil etmesinin, O’nun tarafından umulduğunu bildirir. İbn Mes’ud (r.a)’ın ha­di­sine muhalif değildir. Çünkü eş-Şeyh Abdulhakk’ın “el-Leme­ât” ta dediği gibi, durumun şöyle olması muhtemeldir:

Rasul-ı Ekrem (s.a.s), önce ümmetin cennetliklerin yarısını teşkil etmesini ümit etmişti. Sonra ümmetinin, cennetlik olanların yarısından fazla olduğu Allah tarafından kendisine müjdelenmiştir.”[33]

Ebu Umâme (r.a)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Rabbim, bana ümmetimden yetmişbin kişiyi hesab ve azab görmeden cennete sokacağını va’detti. Aynı zamanda (bun­lardan) her bin ile birlikte yetmişbin (kişi) ve avuçlarından üç avuç va’detti.”[34]

Bu hadisin şerhinde şunlar beyan edilmiştir:

“(Hadiste geçen) Hasyet ve Hasvet: İnsanın iki elini birleştirerek avuçlayıp verdiği şeye denilir. Allah Teâlâ hakkında Kur’ân ve hadislerde gelen el, avuç, parmak gibi kelimeler, bazı âlimlerce te’vil edilir. Diğer bir kısım ilim ehline göre mahiyet ve anlamı bilinmeyen terimlerdir. Çünkü defalarca anlatıldığı gibi Allah Teâlâ, bir cisim değildir ki, el, yüz, avuç ve parmak gibi organları bulunsun. Burada avuç kelimesi, çokluğu ifade etmek için kullanılmıştır.

Zümer Sûresi’nin 67. ayetinde geçen:

“Ve gökler, Allah’ın sağ elinde dürülmüştür.” Nazm-ı İlâhî de bu hadis gibidir. Bu ayete göre Allah’ın bir avucu, Hz. Muhammed (s.a.s)’in ümmetinin tamamına yeter. Bu itibarla üç avuç ifadesi, Ümmet-i Muhammediye’nin şereflendirilmesi için olabilir.

Allah, bunun hikmetini en iyi bilendir.

Hadis, şöyle de yorumlanabilir:

“Rabbim Sübhânehu, benim ümmetimden yetmişbini, üzerlerinde ne hesab, ne de azab olmaksızın ve Rabbim (Azze ve Celle)’nin avuçlarıyla üç avuç dolusunu (yani ümmetimden çok sayıda kimseyi) cennete dahil etmeyi bana va’detti. (Bu yetmişbinden) beher bini beraberinde yetmişbin kişi bulunur.”

Birinci yoruma göre, cennete hesabsız ve azabsız girenlerin sayısı daha çok olur. İmam Ahmed b. Hanbel (rh.a)’in, Ebu Umâme (r.a)dan rivayet ettiği ve “Tuhfe” yazarı’nın bu bâbın hadisini izah ederken naklettiği gibi hadis, ikinci yorumu te’yid eder. Amma bazı ilim ehlinin de dediği gibi inşaallah birinci yorum kasdedilmiştir.” [35]

Abdullah ibn Mes’ud (r.a)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasu­lullah (s.a.s):

“Rahmân (olan Allah), cenneti yaptı ve kullarını cennete davet etti. Her kim Rahmân (ın çağrısın)a icabet ederse, cennete girer. Her kim icabet etmezse, Rahmân onu cezalandırır veya ona azab eder.”[36]

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ cenneti, muvahhid mü’min kul­ları için yarattı… İnsan kullarını, katıksız iman ile salih amel işleyerek cennete girmeye devet etti.. O’nun davetine icabet edip tağutu her yönüyle inkâr ve reddederek, iman eyleyip emrolunduğu gibi ibadet edenler, cennete girmeye hak kazanırlar… Allah Teâlâ, onlardan razı olur ve onları sonsuz cennet nimetleriyle mükâfâtlandırır… Allah’ın davetine icabet etmeyen, yalnızca O’na kul olmaya razı olmayan, tağutu O’na ortak koşup tağutun hükümlerine itaat eden, böylece müşrik ve kâfir olanları da, işledikleri şirk suçuna karşılık cezalandırıp azab eder…

Rabbimiz Allah, insan kullarına cennete talib olmalarını ve cehennemden sakınmaları emretmiştir… İnsanlar, yaratılış ga­ye­lerinin gereği gibi davranır, yani şirksiz iman edip ibadet ederlerse, cennet ehlinden olurlar… Eğer yaratılış gayelerinin aksine davranır, yani ibadette başkalarını Allah’a ortak eder, Allah ile beraber onlara da itaat edecek olurlarsa, elbette cezayı ve azabı hakketmiş olurlar.

Ebedî mutluluk ve huzur yurdu cenneti taleb edip, ona ulaş­­mak için emrolunduğu gibi ibadet eden muvahhid mü’min­ler için cennet de, istekli davranıp onlar için duâ eder… Cenneti isteyen mü’min müslümanlar, cennet için hazırlık yapar, cennet yolculuğu için gerekli yol azığını yanında bulundururlar… Böyle hazırlıklı olup kendisini isteyenleri, cennet de ister. Cennet de, onlar için hazırlatılmıştır… Cennet de, kendisini arzulayıp gerekli bedeli ödeyenleri arzular..

Enes b. Malik (r.a)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Kim (Allah’dan) cenneti üç defa isterse, cennet:

-Allahım, onu cennetine dahil et, der.

Kim de cehennem ateşinden korunmasını (Allah’dan) üç defa dilerse, cehennem ateşi:

-Allahım, onu cehennem ateşinden koru, der.”[37]

Allah’dan cenneti istemek “Allahım, Senden cennet isterim” veya “Allahım, beni cennete dahil eyle” gibi duâ biçimi ile olur. Bu duâyı üç defa tekrarlamak, aynı oturumda veya başka başka yerlerde olabilir. Duânın adabından biri de, duâya devam ve israr etmektir; peşini bırakmamaktır.

Cennetin o kişi için duâ etmesi, hâl diliyle olabildiği gibi, Allah’ın izniyle sözlü de olabilir. Çünkü Allah, cansızları bile konuşturmaya kadirdir.

Cehennem ateşinden korunmak için duâ etmek de çeşitli şekillerde olabilir. Meselâ, “Allahım, beni cehennem ateşinden koru” diye duâ edilebilir. Cehennem ateşinin o kimse için duâ etmesi de, cennetin duâ etmesi gibidir.[38]

Ebu Hüreyre (r.a)’dan.

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurur:

“Bir kul, yedi kez cehennem ateşinden Allah’a sığınırsa, mut­laka cehennem, Allah’a şöyle yalvarır:

-Rabbim, falan kulun benden Sana sığındı. Onu, ateşimden koru, der.

Bir kul da duâsında yedi kez cenneti isterse, mutlaka cennet, Rabbine şöyle niyaz eder:

-Rabbim, falan kulun, Senden beni istedi. Onu, cennetine girdir.”[39]

Dünya hayatlarında katıksız iman edip dosdoğru yol üzere emrolundukları salih amelleri, emrolundukları gibi işleyen cennet yolcuları muvahhid mü’minler, cenneti hakk etmiş ve cennet için beraat belgelerini almışlardır…

Selman (r.a)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s):

“Hiç kimse elinde:

“Bismillahirrahmanirrahim.

Allah tarafından falan oğlu falana ihsân edilen yazıdır: Onu, meyveleri aşağıya sarkan yüksek cennete koyun!”

Belgesi bulunmadan cennete giremez.”[40]

Bu belgeyi elde etmek ve hakkıyla sahib olmak için ne yap­malı? sorusunu, Kitab ve Sünnet ölçüsünce cevablamaya çalışalım!..

 

 

 



[1]    Ahmed İbn Hanbel, Kitabü’z-Zühd, çev. Mehmed Emin İhsanoğlu, İst. 1993, C.2, Sh.398, Hbr. 1631.

İmam Kurtubî, El-Câmiu Li Ahkâmi’l-Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 2000, C.10, Sh.269.

[2]    Nahl, 16/97.

[3]    Haşr, 59/20.

[4]    Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: ‘Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar: ‘ Evet (Rabbimizsin), şahid olduk’ demişlerdi. (Bu,) kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.

Ya da: ‘Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız. İşleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edeceksin?’ dememeniz için.

İşte Biz, ayetleri böyle birer birer açıklarız, umulur ki dönerler.” A’râf, 7/172-174.

[5]    Sad, 38/28.

[6]    Secde, 32/18.

[7]    Mâide, 5/100.

[8]    “Allah, iman edenlerin velîsi (dostu ve destekçisi)dir. Onları, karanlıklardan nûra çıkarır.” Bakara, 2/257.

[9]    Mâide, 5/72.

[10]   Lokman, 31/13.

[11]   Bkz. İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyan Fî Tefsiru’l-Kur’ân, Mısır, 1324, C.3, Sh.13.

Türkçe tercümesi: Taberî Tefsirî, çev. Hasan Karakaya-Kerim Aytekin, İst. 1996, C.2, Sh.115.

[12]   Nahl, 16/36.

[13]   Bkz. Yasin, 36/20-21.

[14] “Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şübhesiz doğruluk (rüşd) sapıklıktan ap­a­çık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır, bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.” Baka­ra, 2/256.

[15]   Nisa, 4/48.

[16]   Bkz. Tevbe, 9/31.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B.10, Hds.3292.

[17]   Bakara, 2/256.

[18]   Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B.48, Hds.182.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’s-Siyer, B.21, Hds.1622.

Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Siyer, B.48, Hds.2492.

Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat-Hadislerle İslâm, çev. İsmail Mutlu-Ayşenur Kale, İst. 2003, Sh.159, Hds.92. (Ana nüsha; C.2, Hds.1825)

[19]   Bkz. Mâide, 5/3.

[20] Furkan, 25/63-64.

[21]   Secde, 32/16.

[22] Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfatu’l-Kıyame, B.14, Hds.2567.

[23] Saff, 61/10-13.

[24] Tevbe, 9/111.

[25] Ahzab, 33/23-24.

[26] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B.12, Hbr. 21.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B. 41, Hbr. 148.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 34, Hbr. 3415-3416.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.3, Sh.194.

[27] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, İst. 1983, C.9, Sh.108.

[28] Hud, 11/108.

[29] Sünen-i İbn Mace, Kitabü’z-Zühd, B. 39, Hds.4332.

İmam Hafız el-Munzirî, Hadislerle İslâm-Terğib ve Terhib, çev. A. Muhtar Bü­yükçınar, vdğ. İst.T.Y. C.7 Sh.324, Hds.36. İbn Ebi’d-Dünya, Bezzâr, Beyhakî ve İbn Hıbban, “Sahih” inde.

[30] Sahih-i Buhârî, Kitabu’r-Rikak, B. 45, Hds.115.

Kitabu’l-Eyman ve’n-Nüzûr, B. 3, Hds.20.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 95, Hds.376-378.

Sünen-i İbn Mace, Kitabü’z-Zühd, B. 34, Hds.4283.

[31]   Ahmed Davudoğlu, A.g.e., C.2, Sh.262.

[32] Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfatu’l-Cenne, B. 13, Hds.2670.

Sünen-i İbn Mace, Kitabü’z-Zühd, B. 34, Hds.4289.

Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, çev. İsmail Mutlu, İst. 1996, C.1, Sh.118, Hds.57.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5, Sh.247,255.

[33] Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mace Tercemesi ve Şerhi, İst. 1983, C.10, Sh.582.

[34] Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfatu’l-Cenne, B. 11, Hds.2554.

Sünen-i İbn Mace, Kitabü’z-Zühd, B. 34, Hds.2680.

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5, Sh.269.

[35] Haydar Hatipoğlu, A.g.e., C.10, Sh.580.

[36] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Emsal, B. 1, Hds.3020.

Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 2, Hds.12.

[37] Sünen-i İbn Mace, Kitabü’z-Zühd, B. 39, Hds.4340.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfaru’l-Cenne, B. 24, Hds.2691.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-İstiaze, B. 56, Hds.5486.

İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e.,, C.7, Sh.210, Hds.4. İbn Hıbban ve Hakim’den. Hakim, “isnadı sahih’dir” demiştir.

[38] Haydar Hatipoğlu, A.g.e., C.10, Sh.656.

[39] İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e., C.7, Sh.209-210, Hds.3.

Ebu Ya’lâ, Buhârî ve Müslim’in isnadı üzere rivayet etmiştir.

[40] İmam Muhammed b. Muhammed b. Süleyman er-Rûdânî, Cemu’l-Fevaid – Bü­yük Hadis Külliyatı, çev. Naim Erdoğan, İst. 2003, C.5, Sh.413, Hds.10120. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir ve’l-Evsat’tan.