Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Şübhesiz ebrâr olanlar (iyiler ve iyilik yapanlar), elbette nimetler (le donatılmış cennetler) içindedirler.
Ve şübhesiz facir (kötü) olanlar da, elbette çılgınca yanan ateşin içindedirler.
Onlar, din günü oraya yollanırlar.”[1]
Bu ayet-i kerimeler, Allah Teâlâ’nın:
“(O gün onların) bir bölümü cennette, bir bölümü çılgınca yanan ateşin içerisindedirler.”[2] buyruğundaki gibi bir taksimdir.[3]
Rabbimiz Allah’ın şu ayetleri de bu taksimi beyan buyurmaktadır:
“Kıyamet saatinin kopacağı gün, (mü’minlerle kâfirler birbirlerinden) ayrılırlar.
Böylece iman edip salih amellerde bulunanlar, artık onlar, bir cennet bahçesinde sevinç içinde ağırlanırlar.
Ancak inkâr edip ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar ise, artık onlar da azab için hazır bulundurulurlar.”[4]
Abdullah ibn Ömer (r.anhuma) şöyle demiştir:
-Allah Teâlâ, (Kur’ân-ı Kerim’de) o salih kimselere “Ebrâr” ismini vermiştir. Çünkü onlar, hem babalara, hem de çocuklara iyilik etmişlerdir. Senin üzerinde babanın hakkı olduğu gibi, çocuğunun da senin üzerinde hakkı vardır.[5]
Elmalılı M. Hamdi Yazır (rh.a.), tefsirinde “Ebrâr” kelimesini açıklarken şunları söyler:
“Ebrâr, ‘berr, kelimesinin çoğuludur. Nitekim ‘rabb, kelimesinin çoğulu da ‘erbâb, gelir. ‘Fâil, kalıbı, ‘ef’âl, şeklinde çoğul yapılabildiğine göre, bu kelimenin ‘bârr, kelimesinin çoğulu olabileceği söylenmiştir.
Berr, iyilik sahibi, tam anlamıyla hayır sahibi, itaat edici, iyi insan demektir. ‘Allah hakkını edâ eden ve adağını yerine getiren kimse, diye de tarif edilmiştir.
Hasen’den:
-Karıncayı incitmez, kötülüğe razı olmaz kimse, diye de rivayet edilmiştir.
Bârr, iyilik yapıp ihsânda bulunan ve bir de sözünde ve yemininde duran kimse mânâsına gelir.”[6]
İman edip Salih amel işleyen iyiler ve iyilik yapanlar, nâim cennetlerini hakkederler… Yegâne Rabbi Allah katındaki durumunu bilmek ve idrak etmek isteyen, akîdesine ve amellerine dikkat etsin!.. iyice düşünsün!.. Eğer akîdesiyle ve amelleriyle “ebrâr” zümresinden olduğuna İslâm ölçüsünce kanaat getirirse sevinsin, değilse çokça tevbe edip kendisini düzeltmeye gayret etsin!..
Rivayet olunduğuna göre, Süleyman b. Abdulmelik, Mekke’ye gitmek üzere, Medine’ye uğrar. Derken Ebi Hâzım’a:
-Yarın Allah’a nasıl gidilecek, nasıl gideceğiz? diye sorar.
O da:
-İyi olan kula gelince, o tıpkı yolculuktan ailesinin yanına dönen gaib kimse gibidir. Günahkâra gelince, o da efendisinin yanına dönen kaçmış köle gibidir, der.
Bunun üzerine Süleyman b. Abdulmelik ağlar ve şöyle der:
-Ah! Benim için Allah katında ne olduğumu bir bilebilsem!
Ebu Hâzım, O’na:
-Amelini, Allah’ın Kitab’ına vur, ona arzet! dedi.
O:
-Bunu, Allah’ın Kitab’ının neresinden çıkarıyorsun? diye sorar.
O da:
“Şübhesiz ebrâr olanlar, elbette nimetler (le donatılmış cennetler) içindedirler.
Ve şübhesiz facir(kötü) olanlar da, elbette çılgınca yanan ateşin içindedirler.” (İnfitar, 82/13-14) ayetinde, diye cevab verir.[7]
Rabbimiz Allah Teâlâ, “ebrâr”ın özelliklerini şöyle beyan buyurur:
“Şübhesiz ki iyiler (ebrâr), karışımı kâfur olan bir kadehten içerler.
Allah’ın kullarının kendisinden içtikleri bir kaynak. Onu, fışkırttıkça fışkırtıp akıtırlar.
Adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar.
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.
‘Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür.
Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz.’
Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir.
Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirilmiştir.
Orada tahtlar üzerinde yaslanıp dayanmışlardır. Orada ne (yakıcı) bir güneş, ne de dondurucu bir soğuk görür.
(Meyvelerin) gölgeleri onlara pek yakın ve devşirilmeleri kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmış.
Çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır.
Gümüşten billur kaplar ki, onları belli bir ölçüyle tesbit etmişlerdir.
Orada, onlara bir kadeh içirilir ki, karışımı zencefildir.
Bir pınar ki, orada ‘Selsebîl’ olarak
Çevrelerinde (gençlikleri ve dinçlikleri) ebedî kılınmış civanlar dolaşır durur. Sen, onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın.
Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.
Onların üzerinde hafif ipek ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. Rabbleri onlara tertemiz bir şarab içirmiştir.
Şübhesiz bu, sizin için bir mükâfattır. Sizin çaba harcamanız şükre değer (meşkur/makbul) görülmüştür.”[8]
O gün öyle yüzler vardır ki, nimette (engin bir mutluluk içinde)dirler.
Harcadığı çabadan dolayı hoşnuddur.
Yüksek bir cennettedir.
Orada anlamsız bir söz işitmez.
Orda durmaksızın akan bir kaynak vardır.
Orda yükseklere kurulmuş tahtlar vardır.
Konulmuş (içecek dolu) kaplar.
Dizi dizi yastıklar.
Ve serilmiş yaygılar.”[9]
Ebrâr, Rabbimiz Allah’ın:
“Hayırlarda yarışınız”[10] emrine tam itaat ederek, bütün imkânlarıyla hayırlı olana koşturan muvahhid mü’min şahsiyetlerdir.
Hayırlarda yarışan ebrârın vasfını beyan buyuran Rabbimiz Allah, onları şöyle açıklar:
“Gerçekten Rabblerine olan haşiyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar,
Rabblerinin ayetlerine iman edenler,
Rabblerine ortak koşmayanlar,
Ve gerçekten Rabblerine dönecekler diye vermekte olduklarını kalbleri ürpererek verenler,
İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar, bundan dolayı öne geçmektedirler.”[11]
Rabbimiz Allah Teâlâ, muvahhid mü’min kullarına hitaben:
“İyilik ve takva konusunda yardımlaşın.”[12] buyurarak şu emri veriyor:
“De ki: ‘Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının! Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah’ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesabsız ödenir.”[13]
Ebrâr, yani iyiler ve iyilik yapan kullar, Rabbleri Allah’a hiçbir şirk koşmadan, bir muvahhid, bir hanif olarak ibadet etmeye çalışırken, korku ve ümit arasında yaşamaya gayret eder ve Rabbleri Allah’a yönelerek şu duâyı yaparlar:
“Bize, bu dünyada da, ahrette de iyilik yaz. Şübhesiz ki biz, Sana yöneldik.”[14]
[1] İnfitar, 82/13-15.
[2] Şura, 42/7.
[3] Bkz. İmam Kurtubî, A.g.e., C.18, Sh.461.
[4] Rum, 30/14-16.
[5] İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B.52, Hbr.94.
İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı, C.2, Sh.69, Hds.1428 (2592). Rasulullah (s.a.s.)’den hadis olarak İbn Ömer (r.anhuma)’nın rivayeti. Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’den.
İbn Kesir, A.g.e., C.15, Sh.8350. İbn Asakir’in İbn Ömer (r.anhuma)’dan rivayetle hadis olarak.
Ayrıca bkz. Münâvî, Feyzu’l-Kadir, C.2, Sh.574, Hds.2592.
[6] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İst. 1997, C.8, Sh. 359-360 (Yenda Yayınları)
Sadeleşmiş nüsha, sadeleştirenler: Doç. Dr. İsmail Karaçam, vdğ. İst. T.Y. C.8, Sh.460-461.(Azim Yayınları)
[7] Fahruddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir-Mefatihu’l-Gayb, çev. Prof. Dr. Suat Yıldırım, vdğ. Ank. 1995, C.18, Sh.556.
[8] İnsan, 76/5-22.
[9] Ğaşiye, 88/8-16.
[10] Bakara, 2/148. Mâide, 5/48.
[11] Mü’minun, 23/57-61.
[12] M’aide, 5/2.
[13] Zümer, 39/10.
[14] A’raf, 7/156.