Daha önce bölümlerde beyan edildiği üzere, insanı ihya vazifesi ile mükellef olan muvahhid mü’minler maddî ve mânevî yönleriyle çok iyi yetişmelidirler… Bir mü’min-i kâmil, bir insan-ı kâmil ve örnek bir şahsiyet olmalıdırlar… Böyle olgun bir şahsiyet için, çok iyi bir öğretim ve eğitim gereklidir…
Bu katıksız iman sahibi muttaki mü’minin belli başlı özellikleri şunlardır:
1) Sarsılmaz, Sağlam ve Katıksız Bir İman
Rabbimiz Allah Teâlâ, nasıl beyan etmiş ve razı olmuş ise, önderimiz Rasulullah (s.a.s.), nasıl izah etmiş ve bildirmiş ise, o şekilde katıksız iman etmek, muvahhid mü’minin baş kulluk vazifesidir… İmanına, hiçbir bid’at ve hurafe karıştırmadan, şirk ve küfrün zerresini kondurmadan iman etmek gerek…
İman, bütün tağutları ve tağutî değerleri reddedip, Allah’a ve Allah’ın iman edilmesini beyan buyurduğu şeylere hiçbir tereddüd, şek ve şübhe duymadan inanmaktır… İkrah-ı mülci olmadığı müddetçe imanından hiçbir taviz vermeyen, hatta ikrah-ı mülci altında iken bile sabrı tercih edip sarsılmayan muvahhid mü’min, kâmil bir mü’min ve kâmil bir insandır… imanından taviz vereceğine, canını vermeyi tercih eden muttaki mü’min, temsil etmiş olduğu hak dâvâsı olan “İslâm Dâvâsı”nda Allah’ın izni ve yardımı ile başarılı olur… Bu olgun ve örnek şahsiyet, imanı zamana uyduran değil, zamanı ve mekânı imana göre şekillendirmeye çalışan bir şahsiyettir… Onun, Tevhid üzere bu direnci, diğer insanlara örnek olur ve hidayet bulmalarına vesile teşkil eder… Bu imanî direnç, insanların ihya olmasını gündeme getirir ve insanlar, onu kendilerine örnek edinir, önderleri kabul eder, onun gibi iman sahibi olmaya koşarlar… O, sarsılmaz imanıyla bir hidayet rehberi ve Allah’ın izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkaracak bir önderdir… Çünkü yegâne önder Rasulullah (s.a.s.)’ın varisidir…
Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:
“Rasul, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü’-minler de. Tümü, Allah’a, meleklerine, kitablarına ve Rasul-lerine inandı. ‘O’nun Rasulleri arasında hiçbirini (diğerin-den) ayırt etmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz, bağışla-manı (dileriz). Varış, ancak Sana’dır’ dediler.”([1])
“Ey iman edenler, Allah’a, Rasulüne, Rasul’e indirdiği Kitaba ve bundan önce indirdiği Kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitablarını, Rasullerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şübhesiz uzak bir sapıklıkla sapmıştır.”([2])
“Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Rasulüne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık olanların tâ kendileridir.”([3])
“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şübhesiz doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır, bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.”([4])
“De ki: ‘Rabbim, gerçekten beni doğru yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim’in hanif (muvahhid) dinine… O, müşriklerden değildi.’
De ki: ‘Şübhesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır.
O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben, böyle emrolundum ve ben, müslüman olanların ilkiyim.’
De ki: ‘O, her şeyin Rabbi iken ben, Allah’dan başka bir Rab mı arayayım?”([5])
İslâm’ı, sağlam akîdesi ve salih ameliyle temsil eden ihya eri muvahhid mü’minin her şeyi Allah için olmalıdır… O, herhangi bir felaket veya herhangi bir olağan üstünlük karşısında asla sarsılmaz ve imanında şübheye düşmez… İşte, bu konuda önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in beyanları…
Muaz el-Cühenî (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kim Allah için verir, Allah için önler, Allah için sever, Allah için buğzeder ve Allah için evlenirse, o kimsenin imanı bütünleşmiştir.”([6])
Ebu Zerr (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Amellerin en faziletlisi, sevdiğini, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.”([7])
Ebu Said el-Hudrî (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), bir gün bizlere Deccâl’dan uzunca bahsetti. O’nun bize, tahdis ettiği hadis içinde şöyle buyurdu:
“Deccâl (Medine’ye de) gelecektir. Fakat Medine kapılarından içeri girmek, ona haram kılınmıştır. Yalnız Medine etrafındaki bazı çorak ve çakıllı araziye inecektir. O gün Medine halkının en hayırlı bir siması, yahud insanların hayırlılarından birisi, Deccâl’e karşı çıkar ve:
– Ben, şehadet ederim ki, muhakkak sen, Rasulullah’ın bize haber verdiği Deccâl’sın! der.
Bunun üzerine Deccâl, başındaki şekâvet ehline:
– Şimdi ben, bu adamı öldürür, sonra diriltirsem, benim (ulûhiyet) iddiası işimde şübhe eder misiniz? diye sorar.
Onlar da:
– Hayır, şübhe etmeyiz, derler.
Deccâl, hemen o adamı öldürür, sonra da diriltir. Ve diriltir diriltmez o adam:
– Vallahi benim, senin Deccâl olduğun hakkındaki şimdiki kanaatim, bundan evvelki imanımdan daha kuvvetlidir, der.
Bu defa Deccâl, bu adamı tekrar öldürmek ister, fakat bir daha ona musallat edilmez (yani onu öldürmeye güç yetiremez).”([8])
Fudeyl b. Iyaz (rh.a.) şöyle demiştir:
– Mü’min, sözü az, ameli çok olan kuldur. Münafık ise, çok konuşur, az amel eder!
Mü’minin sözü, bir fermandır, bir inceliktir (el-Hükm ve’l-Hikem). Suskunluğu düşünce, bakışı ibret, ameli iyiliktir. Sen, böyle olabilirsen her anın ibadettir.([9])
2) Yeterli İlme Sahib Olmak
Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır.”([10])
Faydalı ve kendisiyle amel edilecek ilmi arayıp elde etmek, kadın olsun, erkek olsun her muvahhid mü’min için farz-ı ayn’dır. O muvahhid mü’minin, akîde ve amel ile ilgili mükellef olduğu bütün ilmi öğrenmesi gerekir… Ayrıca insanı ihya vazifesinde bulunan muvahhid şahsiyetin, diğer insanların öğretim ve eğitimiyle meşgul olacağı için, başka bilgilere de ihtiyacı vardır… İçinde yaşadığı toplumun, siyasî, iktisadî, hukukî, ictimâî durumlarıyla ilgili mes’eleleri bilmesi gerekli… Bununla beraber, bölgelerin ve kavimlerin adetleri, örfü ve geleneklerinin bilinmesi, insanlarla yakınlaşma konusunda büyük fayda sağlayacaktır…
İhya erinin, gerek kendi bölgesi ve gerekse dünyada yaşanan, meydana gelen günün mes’eleleri ve haberlerinden haberdar olmalıdır… Bütün bunları bilen ve İslâm ölçüsüyle değerlendirip yorumlayan muvahhid mü’min, İslâm’ı tebliğ edip Allah’a davet etme konusunda çok daha rahat hareket edip etkili olabilir… Bunun hepsi de, sağlam bir ilimle gerçekleşir… Malum olduğu üzere, her mü’min müs-lüman âlimdir ve Peygamberlerin varisidir…
Ebu’d-Derda (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Muhakkak âlimler, Peygamberlerin varisleridirler. Şübhesiz Peygamberler, ne altın, ne de gümüş miras bırakırlar. Peygamberler, miras olarak ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim Peygamberlerin mirası olan ilmi elde ederse, tam bir hisse almış olur.”([11])
Rasullerin ve Nebîlerin varisleri olan muvahhid mü’-minler, devraldıkları ilim mirasını gereği gibi emrolunduk-ları şekilde sarfederken, varisleri oldukları Rasuller ve Nebî-ler gibi davranmalıdırlar… Sadık varislere düşen vazife bu-dur!..
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Onlar (o peygamberler), Allah’ın risaletini tebliğ edenler, O’ndan içleri titreyerek, korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesab görücü olarak Allah yeter.”([12])
“İşte bu örnekler, Biz, bunları insanlara vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası bunlara akıl erdiremez.”([13])
“Kulları içinde ise, Allah’dan ancak âlim olanlar içleri titreyerek korkarlar.”([14])
İbn Abbas (r.a.) bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir:
– Kim Allah’dan korkarsa o, âlimdir.([15])
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Hikmetli söz, mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, o mü’minin kendisi ona daha layıktır.”([16])
İlmi ve hikmeti elde eden âlim muvahhid mü’minler, onunla amel eder ve kulluk vazifelerini gerçekleştirirler… Onlar ilmi, kendisiyle ibadet etmek için öğrenir ve uygular-lar… Yoksa sadece birçok şeyi bilmek ve bilmezlerin karşı-sında onunla övünmek için ilim elde etmezler… Böyle bir ilmin faydasız olduğunun farkındadırlar… Ayrıca bu şekil-de ilim sahibi olmanın günah olduğunun idrakındadırlar…
Cabir b. Abdullah (r.anhuma)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Ne âlimlere karşı iftihar ve övünmek için, ne cahillerle münakaşa etmek için ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim taleb etmeyiniz.
Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa, ateşe (müste-haktır), ateşe (müstehaktır).”([17])
Cabir (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Allah’dan faydalı ilim dileyiniz ve (sahibine) fayda sağlamayacak ilimden Allah’a sığınınız.”([18])
3) Takvalı Olmak
Seyyid Şerif Cürcânî, takva’yı şöyle tarif eder:
“Takva: Lügatta, ittika, yani sakınma ve korunma anlamındadır.
Ehl-i hakikata göre takva, Allah’a itaatla O’nun azabın-dan sakınmakdır. Nefsi, yapmak veya terk etmekle azaba müstehak olacağı şeyden korumaktır.”([19])
Rabbimiz Allah, kendisinden başka ilâh kabul etmeyen, Rabb, Melik ve İlâh olarak O’na katıksız iman eden muvah-hid mü’min kullarına takvayı emrediyor… Ancak müttaki mü’minlerin ömür boyu müslüman olarak yaşayabilecek-lerini ve müslüman olarak ölmeyi hak ettiklerini beyan bu-yurur… Mü’min müslüman olarak yaşamak ve mü’min müslüman olarak ölmek, en büyük saadettir…
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Ey iman edenler, Allah’dan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öylece korkup sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.”([20])
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.):
“Allah’dan nasıl korkmak lazımsa, öylece korkun” aye-ti hakkında şöyle der:
– O’na itaat edilip isyan edilmemesi, zikredilip unutulmaması, şükredilip küfran-ı nimette bulunulmaması.([21])
Rabbimiz Allah, kendi katında en kıymetli olan varlığın mü’minler olduğunu ve mü’minler içinde en muttaki olanın en üstün olduğunu beyan buyurur:
“Ey insanlar, gerçekten Biz sizi, bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şübhesiz Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şübhe yok Allah, bilendir, haber alandır.”([22])
“Bilin ki Allah, muttakilerle beraberdir.”([23])
Muttaki mü’minler, Allah’ın dostları ve Allah Teâlâ da muttaki mü’min kullarının dostudur:
“Haberiniz olsun, Allah’ın velileri (dostları), onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.
Onlar, iman edenler ve (Allah’dan) sakınanlardır.”([24])
“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekleyicisi)dir. Onları, karanlıklardan nura çıkarır.”([25])
Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’nın dost edindiği ve kendilerinden razı olduğu muvahhid muttaki mü’minler, Rasu-lullah (s.a.s.)’ın “Ehl-i Beyti”nden olup O’nun dostlarıdır-lar… Muttaki mü’minler, Allah ve Rasulü (s.a.s.)’i dost edinmiş ve dostları olmuşlardır…
Abdullah İbn Ömer (r.anhuma)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Gerçekten benim dostlarım muttakilerdir.”([26])
Enes b. Malik (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.)’e:
– Muhammed’in Ehl-i Beyti kimlerdir? diye soruldu.
Rasulullah (s.a.s.):
“Bütün muttakiler.” buyurdu.
Ve:
“O’nun dostları, muttakilerdir.” (Enfal, 8/34) ayetini oku-du.([27])
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.)’e:
– İnsanların (Allah katında) en çok kerem ve ihsana nâil olanı kimdir? diye soruldu.
Rasulullah (s.a.s.):
“İnsanların en kerimi, en muttaki olanıdır.” buyur-du.([28])
Hayatının her anında, yegâne Rabbi Allah’ın huzurun-da olduğunu ve Rabbi Allah’ın kendisini gördüğünü idrak edip, Allah’ın farkında olan muttaki mü’min, emrolunduğu gibi davranır… Böylece takvaya erer… Takva sahibi olan muttaki mü’min, İslâm’ı temsil yetkisine sahib olur…
Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), takvayı ve muttaki mü’-min kulu şöyle beyan buyurur…
Atiye es-Sa’dî (r.a.)’den.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kul, sakıncalı şeylerden korktuğundan dolayı, sakıncasız şeyi de bırakmadıkça muttakiler derecesine ulaşa-maz.”([29])
Cabir b. Abdullah (r.anhuma) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.)’in huzurunda bir adam ibadet ve ictihadıyla, başka bir adam da takvasıyla anıldı.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):
“Takvaya hiçbir şey muadil (eşit) olamaz.” buyurdu.([30])
Ebu Said el-Hudrî (r.a.)’dan:
Bir adam, Rasulullah (s.a.s.)’e gelerek:
– Bana nasihatta bulun, dedi.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Takvaya sarıl! Çünkü takva bütün hayırları içine alır. Cihada sarıl! Çünkü o, müslümanların ruhbanlığıdır. Allah’ın zikrine ve Kur’ân okumaya devam et! Çünkü o, yeryüzünde senin için nur, gökyüzünde ise, hatırlanıştır. Dilini de, hayırdan başka şeyden koru! Çünkü böyle yapmakla, şeytana galib gelirsin!”([31])
4) Tevazu
Muvahhid mü’min, kibirden ve riyâdan tamamen arınmış ve alçak gönüllü bir olgun şahsiyettir… Rabbi Allah’a gereği gibi kulluk ederken mütevazi ve hemcinsi olan insanlarla her türlü muamelede mütevazi olan bir kişidir… Haddini ve seviyesini bilir… Neyi, nerede konuşacağını ve neyi, nerede yapacağını bilen, her şeyi yerli yerince değerlendiren ve bulunması gerekli yere koyan ilim sahibi bir insandır…
Onun tevazusu, sahib olduğu katıksız imandan ve fazi-letinden kaynaklanır… Gurur ve kibir, mutevazi mü’min-den uzaklaşmış ve ona yaklaşacak herhangi bir vesile bula-mamaktadır…
Rabbimiz Allah, mutevazi mü’min kullarını şöyle övmektedir:
“O Rahmân olan (Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü (mütevazi) olarak yürürler ve cahiller kendilerine muhatab oldukları zaman da, ‘selâm’ derler.
Onlar, Rablerine secde ederek ve kıyama durarak gecelerler.”([32])
Iyaz b. Hımar (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Şübhesiz ki, Allah bana, sizin tevazu göstermenizi bildirdi. Tâ ki kimse, kimseye karşı böbürlenmesin; kimse, kimseye tecavüzde bulunmasın.”([33])
Ebu Hureyre (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Bir kimse, Allah için tevazu gösterirse Allah onu, ancak yükseltir.”([34])
5) Dosdoğru Olmak
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Ey iman edenler, Allah’dan sakının ve sadıklarla birlikte olun.”([35])
İman eden mü’min, imanın gereği olan salih ameli işleyerek takva ehli olmalı ve dosdoğru olanlarla beraber bulunmalıdır… Katıksız iman edip salih amel işlemek, Rabbi Allah’a verdiği misak ahdine sadık kalmak, yani dosdoğru olmak demektir…([36]) İman konusunda dosdoğru olmak, Âlemlerin Rabbi Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmadan ve İslâm ilkelerinden hiçbirini inkâr etmeden inanmak demektir… Salih amel konusunda dosdoğru olmak, ibadet ederken, ya-ni Allah’ın emrettiği ve Rasulullah (s.a.s.)’in gösterdiği gibi yaşarken, ibadette Allah’a ortak koşmadan yaşamak demektir… Hayata, Allah’ın hükümlerinden başka hiçbir hükmü egemen kılmamak gerek… Çünkü mü’min müslü-manın, namazı, bütün ibadetleri, hayatı ve ölümü Allah içindir… Muvahhid mü’min, böyle emrolunmuştur…([37]) O, yaşarsa, Allah için yaşar ve ölürse, Allah’ın razı olduğu bir hâl üzere ölür… Her şeyi Allah için olmak demek, Alla-h’ın emrettiği ve razı olduğu şekilde olmak demektir… Bu da, yegâne önder ve hayat örneği olan Rasulullah (s.a.s.)’e tabi olmak, O’nun Sünneti’ne uymakla gerçekleşir… Sadık olmak ve sadıklarla beraber bulunmak, bu demektir…
Rabbimiz Allah, sadıkları şöyle beyan buyurur:
“Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Rasulüne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte on-lar, sadık (doğru) olanların tâ kendileridir.”([38])
“Çünkü Allah, (sözüne bağlı kalıp doğru olan) sadıkları, sadakatlerinden dolayı mükafatlandıracak.”([39])
Süfyan b. Abdullah es-Sakafî (r.a.) şöyle demiştir:
– Ya Rasulullah, İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu, senden sonra hiçbir kimseye sormayayım, dedim.
Rasulullah (s.a.s.):
“Allah’a iman ettim de ve dosdoğru ol!” buyurdu.([40])
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Doğruluk, insanı hâlis iyiliğe götürür. Hâlis iyilik de, cennete kılavuzluk eder. İnsan, doğruluk ede ede nihayet bu seciyesiyle sıddîk olur.”([41])
Misak ahdine sadık kalan ve imtihan yurdu olan dünya hayatında Rabbi Allah’a verdiği sözde duran muvahhid mü’minler, Allah Teâlâ tarafından şu şekilde mükafatlandırılacaklar…
“Allah dedi ki: ‘Bu, sadıklara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için, içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah, onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte, büyük kurtuluş ve mutluluk budur.”([42])
6) Sabır Etmek
Rabbimiz Allah, sabreden muvahhid mü’minlerin önderi, kulu ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)’e şöyle buyurur:
“Andolsun, senden önce de Rasuller yalanlandı. Onlara yardımımız gelinceye kadar yalanladıkları ve eziyete uğratıldıkları şeye sabrettiler. Allah’ın sözlerini (va’dini) değiştirebilecek yoktur. Andolsun, gönderilenlerin haberlerinden bir bölümü sana da geldi.”([43])
“Artık sen, sabret, Rasullerden azim sahiblerinin sabret-tiği gibi.”([44])
“Öyleyse sen, sabret. Şübhesiz Allah’ın va’di haktır. Kesin bilgiyle inanmayanlar, sakın seni telaşa kaptırıp hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesin.”([45])
“Sabret, senin sabrın ancak Allah(ın yardımı) iledir. Onlar için hüzne kapılma ve kurmakta oldukları hileli düzenlerden dolayı sıkıntıya düşme.
Şübhesiz Allah, korkup sakınanlarla ve iyilik edenlerle beraberdir.”([46])
Ümmetin önderi ve hayat örneğine yapılan bu hitablar, O’nun varisleri olan muvahhid mü’minleri de kuşatır… Rasulullah (s.a.s.)’i örnek edinip O’nun Sünneti’yle amel etmeye gayret eden muvahhid mü’minler de, önderleri gibi sabretmelidirler… Rabbimiz Allah’ın kendilerine verdiği bütün imkânları, emrolundukları gibi, yani örnekleri Rasu-lullah (s.a.s.)’den gördükleri gibi kullandıktan sonra hak üzere ayak diretecek ve haklarında hayırlı bir sonuç yarat-ması için geri kalanı yegâne Rabbimiz Allah’a havale ede-cekler… İşte, sabretmek budur!.. İmtihan sırasında, bütün zorluklara imkânların en son noktasına kadar direnmek, sızlanıp şikayet etmemektir sabır… Bir zorlukla beraber iki kolaylığın olduğuna inanmak([47]) ve zora dayanabilmektir sabır!..
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Sabır ve namazla yardım dileyiniz. Bu, şübhesiz, içi saygıyla ürperenlerin dışında kalanlar için bir ağırlıktır.”([48])
“Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir.”([49])
Yahya b. el-Yeman der ki:
– Sabır, Allah’ın sana rızık olarak verdiği hâlden başkasını temenni etmemek, Allah’ın senin için hükmetmiş olduğu dünya ve ahirete dair hükümlerine rıza göstermektir.
Emirü’l-mü’minin İmam Ali (r.a.) şöyle der:
– Sabrın imana göre durumu, başın cesede karşı konumu ayarındadır.([50])
İnsanı ihya meselesi, bir sabır meselesidir… Çok uzun zaman alan ve hayırlı bir sonuç için çok direnmek isteyen bir meseledir… Bundan dolayı, insanın ihyası ve hidayet bulması meselesiyle ilgilenen muvahhid şahsiyetlerin, bu konudaki her zorluğa ve her olumsuzluğa karşı sabretmesi gerekir… Böyle bir direniş, hayır üzere olmak ve hayırlı bir sonuca ermek demektir… Zafer, sabredenlerindir… Sabır, zaferin anahtarıdır… Bütün varlığı Allah için olan muvah-hid mü’minler, sabrı kuşandıkları zaman zafere ulaşırlar inşallah!..
Abdullah İbn Ömer (r.anhuma)’nın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Halk arasına girip de eziyetlerine sabreden mü’minin sevabı, halk arasına girmeyen ve onların eziyetlerine sabretmeyen mü’minin sevabından daha fazladır (ve daha hayırlıdır).”([51])
Suhayb (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Mü’minin işine şaşarım. Gerçekten onun bütün işleri hayırlıdır. Bu, mü’minden başka hiçbir kimsede yoktur.
Kendisine varlık isabet ederse, şükreyler. Bu, onun için hayır olur. Darlık isabet ederse, sabreyler. Bu da onun için hayır olur.”([52])
Ebu Said el-Hudrî (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Şu muhakkak ki, kim (isteyip) iffetli kalmak isterse, Allah onu, iffetli kılar. Kim de sabretmeye çalışırsa Allah, ona da sabır ihsan eder.
Kim insanlardan müstağnî olmak isterse, Allah onu müstağnî kılar. Sizlere, sabırdan daha hayırlı ve sabırdan daha geniş hiçbir atiye asla verilmemiştir.”([53])
7) Ümitvar Olmak
Muvahhid, Âlemlerin yegâne Rabbi Allah’ı şeksiz, şübhesiz ve ortaksız birlemiş, O’ndan başka rab, melik ve ilâh tanımamış, kabul etmemiş Tevhid ehli bir şahsiyettir… Mü’min, böyle sapasağlam ve katıksız bir şekilde Rabbi Allah’a iman etmiş, şirki, küfrü ve tağutu bir yönüyle reddetmiş, izzet sahibi bir inanmış insan-ı kâmildir… Müslüman, bu katıksız imanının gereği olan, Allah’a tam teslim olmuş, emirlerini emrolunduğu ve Rasulullah (s.a.s.)’den gördüğü gibi yapan, nehyettiklerinden alabildiğince kaçınan, ihlâs sahibi bir yüce değerdir…
Her muvahhid bir mü’min, her mü’min bir müslü-mandır!.. Muvahhid mü’minler, Rabbleri Allah’dan yana hiçbir zaman ümitleri kesilmez… Onlar Allah’dan ümitlerini kesmeyen ve Rableri Allah’dan rabıtaları asla kopmayan de-ğerli şahsiyetlerdir… Onlar, üzerlerine düşen kulluk vazife-lerini, bütün imkânlarını kullanarak yerine getirmeye gay-ret eder, sonra Allah’a tevekkül ederler…
Katıksız imanlarını koruyup, her gün salih amellerle kuvvetlendirmeye çalışırken, üzerlerine düşen vazifeyi yap-tıklarında, Rabbleri Allah’ın kendilerine yardımcı olduğun-dan hiçbir zaman şübhe etmezler… Her anda bir imtihanda olduğunun farkına varan muvahhid mü’minler, Allah Teâlâ’nın şu emirlerini idrak etmişlerdir:
“Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin.”([54])
“Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kes-mez.”([55])
“Öyle ki Rasuller, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir. Biz, kimi dilersek o, kurtulmuştur. Suçlu-günahkâr topluluğundan zorlu azabımız kesin olarak geri çevrilmeyecektir.”([56])
İnsanı ihya vazifesiyle meşgul olan muvahhid mü’min-ler, Allah’ın şu va’dının her zaman ve her mekânda gerçek-leştiğine ve bu zamanda da gerçekleşeceğine katıksız iman ederler:
“Ey iman edenler, eğer siz, Allah’a (Allah adına İslâm’a ve müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.”([57])
“Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.
Müşrikler istemese de o dini (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için Rasulünü hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.”([58])
Muvahhid mü’minler, İslâm’ın egemen olduğu ülkeleri müstevli tağutlar tarafından işgal edilse de, kendileri zalim tağutların esareti altına girseler de, kesinlikle umutları kesilmez ve tükenmez… Onlar, Allah’ın yardımı ve izniyle bu esaretten, bu işgalden kurtulacaklarına inanırlar… Yine Allah’ın izniyle insanların hidayet bulacaklarına inandıkları için İslâm’ı tebliğ etmeye ve İslâm’a davet etmeye durmadan-dinlenmeden devam ederler… Her günün fecr-i sadıkı ile yepyeni umutlarla hayata başlarlar… Allah ile rabıtalarını sağlamlaştırır, imanlarını kuvvetlendirir ve azimlerini güçlendirirler… Önderleri Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ni işlemeye ve O’nu izlemeye devam ederler…
Muğire b. Şu’be (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.)’i tanıdığım ilk günde ben ve Ebu Cehil b. Hişam, Mekke sokaklarının birinde yürümekteydik. Rasulullah’la karşılaştığımızda, Ebu Cehil’e şöyle dedi:
“Ya Ebu’l-Hakem, Allah’a ve Rasulü’ne gel! Seni, Allah’a davet ediyorum.”
Ebu Cehil, O’na şöyle karşılık verdi:
– Ya Muhammed, sen, bizim ilâhlarımıza küfretmekten vaz geçmeyecek misin? Senin, daveti tebliğ ettiğine şehadet etmemizi mi istiyorsun? Senin, tebliğ ettiğine şehadet ediyoruz. Ancak Allah’a andolsun ki, söylediğin şeylerin gerçek olduğunu bilseydim sana tabi olurdum.([59])
Emirü’l-mü’minin İmam Ali (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), Hacc ve panayır zamanlarında Arab kabilelerine baş vurup onları İslâmiyete davet ediyor ve hiç-bir kimse, O’nu dinleyip davetini kabul etmiyordu.
Rasulullah (s.a.s.), Mecenne, Ukaz ve Minâ panayırlarında kabilelere birer birer gidiyor ve her sene bunu tekrar-lıyordu. Hatta o duruma geldi ki, bu kabilelerden kimisi, kendisine:
– Sen, hâlâ bizden umudunu kesmedin mi? demeye başladı.([60])
Habbab b. Eret (r.a.) anlatıyor:
(İslâm’ın ilk günlerinde) Rasulullah (s.a.s.), Kâbe’nin gölgesinde kaftanını yastık yaparak dayandığı bir sırada kendisine, (Kureyş müşriklerinin işkencelerinden) şikayet ettik:
– (Ya Rasulullah,) bizim için Allah’dan zafer dileyemez misin? (Bunların zulmünden) kurtulmamız için Allah’a dua edemez misiniz? dedik.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Sizden önceki ümmetler içinde öyle (mazlum) kişi bulunmuştur ki, müşrikler tarafından onun için yerde bir çukur kazılır, o kişi bu çukura (başı meydanda kalarak) gömülürdü. Sonra büyük bir testere getirilir, başı üstüne konulur, ikiye bölünürdü de (bu işkence) o mü’mini dininden döndüremezdi. (Bir başkasının da) demir taraklarla eti-nin altındaki kemiği ve siniri taranır da bu işkence, o mü’-mini dininden çeviremezdi.
Allah’a yemin ederim ki, O, şu İslâm Dini’ni muhakkak kemâle erdirecektir. Öyle bir derecede ki, bir süvari (yalnız başına) San’a’dan Hadramevt’e kadar (selâmetle) gidecek, Allah’dan başka hiçbir şeyden korkmayacak, yahud koyun sahibi yolcu, koyunu üzerine kurt saldırmasından korkacaktır. Fakat sizler, acele ediyorsunuz!”([61])
Şirkin egemen, müşriklerin hükümette olduğu Mekke şirk devleti tağutları tarafından işkencenin en korkuncuna uğratılan muvahhid mü’minlerin en zor anlarında bunları beyan ediyordu önderimiz Rasulullah (s.a.s.)… Âlemlerin Rabbi Allah’ın kendisine bildirmesiyle bilen, hevasından bir şey konuşmayan, her ne ki söylüyorsa, kendisine vahyolu-nan Rasulullah (s.a.s.),([62]) en zor ve en dar anlarında bile umudunu yitirmemiş, Allah’a tam mânâsıyla tevekkül edip ümitvar olmuştur… Muvahhid mü’minlerin acele etmeden, sabrederek, kulluk vazifelerini hakkıyla yerine getirmelerini buyuruyor ve İslâm’ın mutlaka üstün geleceğini, mü’min müslümanların kurtulup zafere ulaşacaklarını müjdeliyor-du…
Şu iki olayın nakli, konumuzun daha iyi anlaşılmasına vesile olup kanaatimizi pekiştirmektedir…
Adiyy b. Hatim (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.):
“Sen, Hire şehrini biliyor musun?” diye sordu.
Ben:
– Bilmiyorum, fakat adını duydum, dedim.
O (s.a.s.):
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Allah, bu işi başarıya götürecek ve öyle olacak ki, kadın, tek başına Hire şehrinden çıkıp Mekke’ye kadar gelecek, hiç kimsenin kendisini korumasına ihtiyaç duymadan Kâbe’yi tavaf edecek ve Hürmüz oğlu Kisra’nın hazineleri de fetih edilecektir.” dedi.
Ben:
– Hürmüz oğlu Kisra’nın mı? diye sordum.
O (s.a.s.):
“Evet, Hürmüz oğlu Kisra’nın! Hem malı o kadar çoğalacak ki, kimse onu kabul etmeyecek.” buyurdu.
Rivayete göre Adiyy b. Hatim şöyle demiştir:
– İşte görüyorsunuz, bugün bir kadın, gerçekten tek başına Hire’den tâ Mekke’ye kadar gider ve kimsenin onu korumasına da ihtiyaç duymadan Beytullah’ı tavaf eder.
Kisra’nın hazinelerini fethedenler arasında ben kendim de bulundum. Nefsim, kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, üçüncüsü de olacaktır. Zirâ Peygamber Efendimiz (s.a.s.), onu da söyledi.([63])
İbn İshak (rh.a.) anlatıyor:
Selman el-Farisî (r.a.)’dan haber aldım ki, o, şöyle dedi:
– Hendekten bir bölüme vurdum. Bir kaya, bana karşı katı geldi. Rasulullah (s.a.s.) ise, bana yakın bir yerde idi. Vurduğumu ve yerin bana sert geldiğini görünce indi, elim-den kazmayı aldı. Bir darbe ile oraya vurdu ki, kazmanın altından bir parıltı parladı. Sonra bir darbe daha indirdi. Ve onun altından diğer bir parıltı parladı. Sonra üçüncü bir darbe daha vurdu ve onun altından diğer bir parıltı daha parladı.
Dedim ki:
– Babam ve anam sana fedâ ya Rasulullah, kazmanın altından sen vurdukça parladığını gördüğüm şey nedir?
Dedi ki:
“Ya Selman, sen, onu gördün mü?”
Dedim ki:
– Evet.
Buyurdu ki:
“Birinciye gelince, Allah bana, onunla Yemen’i fethetti. İkinciye gelince Allah, onunla bana Şam ve batıyı fethetti. Üçüncüye gelince, Allah, onunla bana doğuyu fethetti.”
İbn İshak (rh.a.) dedi ki:
Bana, itham etmediğim bir kimse, Ebu Hureyre’den naklen haber verdi ki o, işte bu memleketler, Ömer (r.a.) ve Osman (r.a.) zamanında ve ondan sonra fetholundukları zaman şöyle diyordu:
– Aklınıza gelen yerleri fethettiniz. Ebu Hureyre’nin nefsi elinde olan Zât’a Kasem ederim ki, siz, hiçbir şehir fethetmediniz ve kıyamete kadar da hiçbirini fethetmeyeceksiniz ki, ancak Allah Subhanehu, Muhammed (s.a.s.)’e bundan önce oraların anahtarlarını vermemiş olsun.([64])
8) Ekonomik Bağımsızlık
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (ma’rufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”([65])
Bu ayet-i kerimenin tefsirinde, İmam Kurtubî (rh.a.):
“İyiliği emredecek olanların ilim adamı olmaları gerekmektedir. Çünkü bütün insanlar ilim adamı değildir.”([66]) açıklamasını yaparken, İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) şöyle diyor:
“Bu ayet, üç emri ihtiva etmektedir: Hayra davet, iyiliğe emretme ve kötülükten sakındırma… Hayra davetin, hayrın, ma’rufun ve münkerin ne olduğunu “bilme” şartına bağlı olduğu herkesçe malumdur. Çünkü cahil kişi, çoğu kez insanları batıla davet eder, münkeri emrederken, ma’ruf (iyi) olanı yasaklar. Yine çoğu kez o, kendi mezhebindeki hükmü bilir, amma başkasının mezhebindeki hük-mü bilmez. Böylece de başkasını, mezhebinde münker ol-mayan şeyden yasaklamış olur. Yine cahil, bazen yumuşak davranması gereken yerde sert, sert davranması gereken yerde yumuşak olur ve bazen günahta devamını arttıracak kimselere nehy-i münker yapar. Böylece bu mükellefiyetin din âlimleri için olduğu kesinleşir. Âlimlerin, ümmetin bir kısmını teşkil ettiklerinde şübhe yoktur. Bunun bir benzeri de:
‘O (mü’minlerin) her kısmından, din hususunda iyice ilim sahibi olmaları için birtakımın bulunması gerekmez miydi?…’(Tevbe, 9/122) ayetidir.
Biz, bazı insanların bu mükellefiyeti yerine getirmesi hâlinde, diğer mü’minlerden düşeceği mânâsında bir farz-ı kifâye olduğunda ittifak ettik. Durum böyle olunca mânâ: ‘Bazınız bu işi yerine getirsin…’ şeklinde olur. Böylece de bu, hakikatte herkese olmayıp, bazı müslümanlara farz olmuş olur.”([67])
İki imamın açıklamalarından anlaşılan odur ki, insanı ihya meselesi, bu konuda ciddî eğitim ve öğretim yapmış, âlim ve ilmiyle amel eden izzet sahibi muvahhid mü’min-lerin işidir… Onların, hayra davet, iyiliğe emr ve kötülük-ten nehyetme meselesini, usûlünü ve uslûbunu en iyi bilen olmaları gerekir… Bu yeterli ilim ve güzel ahlâklarıyla insanları ihyaya çalışırken, onlara İslâm’ı anlatıp kendilerini Allah’a davet ederken, ekonomik bakımından bağımsız olmaları gerekir… Maddî imkân bakımından halka muhtaç olmamalı, halktan ve egemen güçlerden müstağnî olması gerekir… Böyle bir durum, o şahsiyetin sözlerinin tesirli olmasını ve kabul görmesini sağlar… İhya ve davet işini yalnızca Allah için yapacak, ücretini Allah’dan bekleyecek, dünyalık hiçbir menfaat beklentisi olmayacaktır…
İhya eri olan muvahhid mü’min, yalnız Allah rızasını gözeterek, Allah’ı gaye edinerek yaptığı ihya ve davet çalışmasında Muhattablarına, varisi olduğu Rasuller ve Nebîler gibi hitab etmelidir:
“Buna karşılık ben, sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim, yalnızca Âlemlerin Rabbine aiddir.”([68])
“(Ey Peygamber) de ki: ‘Ben, bana karşı sizden bir ücret istemiyorum ve (kendiliğinden) bir yükümlülük getirenlerden de değilim.”([69])
“De ki: ‘Ben, bunun için sizden bir ücret istemiyorum. O (Kur’ân), âlemlere bir öğüt ve hatırlatmadan başkası değildir.”([70])
“Ey Kavmim, ben, bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına aid değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz?”([71])
“De ki: ‘Ben, buna karşılık, Rabbinize doğru bir yol tutmayı dileyen (insanlar olmanız) dışında sizden bir ücret istemiyorum.”([72])
Sehl b. Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor:
Bir adam, (bir gün) Rasulullah (s.a.s.)’in yanına gelerek:
– Ya Rasulullah, bana, öyle bir amel (ibadet) göster ki, ben onu işlediğim zaman beni Allah sevsin ve insanlar da sevsin, dedi…
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.), (ona):
“Dünyaya rağbet gösterme ki Allah, seni sevsin ve insanların ellerinde bulunan (nimet ve imkânlar)dan yüz çevir ki, onlar (da) seni sevsin.” buyurdu.([73])
İnsanı ihya hareketinde vazifeli ve İslâm’a davet eden izzet sahibi muvahhid mü’minler, bu çalışmalarını Allah için yaptıklarından ve karşılığında halktan hiçbir şey beklemediklerinden dolayı, rızıklarını temin etmek için her biri helâl bir kazanç yolunu tutması, çalışıp helâl yoldan ihtiyaçlarını gidermesi gerekir…
el-Mikdam (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Hiçbir kimse, kendi elinin çalışmasını yemekten daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir. Allah’ın Peygamberi Davud (a.s.) da kendi elinin emeğini yer idi.”([74])
Ebu Hureyre (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah, koyun güdenden başka Peygamber göndermedi” buyurdu.
– Sen de mi (koyun güttün)? diye sordular.
Rasulullah (s.a.s.):
“Evet, ben de Mekke ahalisi için kararit üzerine koyun güderdim.” buyurdu.([75])
Avf b. Malik el-Eşcâî (r.a.) anlatıyor:
Dokuz veya sekiz veya yedi arkadaş Rasulullah (s.a.s.)’ın yanında idik.
(Bize):
“Allah’ın Rasulüne bey’at etmez misiniz?” buyurdular.
Biz:
– Sana, bizler (çoktan) bey’at ettik ya Rasulullah! dedik.
Sonra (yine):
“Allah’ın Rasulüne bey’at etmez misiniz?” dedi.
Bunun üzerine biz, ellerimizi açarak:
– Biz, sana bey’at ettik ya Rasulullah, (daha) neye bey’at edeceğiz? diye sorduk. Rasulullah (s.a.s.):
“Allah’a ibadet edeceğinize, O’na hiçbir şeyi şerik koşmayacağınıza, beş vakit namazı kılacağınıza, itaat edeceğinize, başkalarından bir şey istemeyeceğinize bey’at edeceksiniz.” buyurdular.
Vallahi, sonraları bu arkadaşlardan bazılarını gördüm. Birinin kamçısı yere düşse, hiçbir kimseden:
– Şunu, bana ver, diye istemezdi.([76])
Allah’a davet eden ihya eri mü’min müslüman şahsiyet, başkalarına muhtaç olmadan zarurî ihtiyaçlarını gider-meye gayret etmelidir… Özellikle borçlanmaktan ve borcu-nu ödeme noktasında geciktirmekten çok sakınması gere-kir… Çünkü böyle bir hâl, tertemiz olan şahsiyetini lekele-yebilir… Toplum içindeki hürmet edilen mevkisini sarsa-bilir…
Diğer insanlara yük olmamaya ve onlardan bir şey istememeye gayret etmelidir… Eğer çok ihtiyaç sahibi olursa, hâlden bilen, kâmil ve salih şahsiyetlere müracaat etmelidir…
İbn Firasî’den.
el-Firasî, Rasulullah (s.a.s.)’e:
– Dileneyim mi ya Rasulullah? dedi. Rasulullah (s.a.s.):
“Hayır, eğer mutlaka bir şey istemen gerekirse, salih kişilerden iste!” buyurdu.([77])
Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), namazın içinde (yani sonunda):
“Allahım, ben, kabir azabından sana sığınırım. Deccâl Mesih fitnesinden de sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnelerinden de sana sığınırım.
Allah’ım, ben, günah işlemekten ve borçlu olmaktan da sana sığınırım.” diye dua ederdi. Bir sözcü, kendisine:
– Borçtan Allah’a sığınmayı neden çok söylüyorsun? dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):
“İnsan borçlandığı vakit, söz söyler de yalan uydurur, söz verirde sözünde durmaz!” buyurdu.([78])
[1]) Bakara, 2/285.
[2]) Nisa, 4/136.
[3]) Hucurat, 49/15.
[4]) Bakara, 2/256.
[5]) En’âm, 6/161-164.
[6]) Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfati’l-Kıyame, B. 22, Hds. 2642.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B. 16. Hds. 4681.
[7]) Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B. 3, Hds. 4599.
Sünen-i Neseî, Kitabu’l-İman, B. 2, Hds. 4954-4956.
[8]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Fiten, B. 28, Hds. 75.
Kitabu Fedaili Medine, B. 9, Hds. 16.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fiten, B. 21, Hds. 112-113.
[9]) Ebu Nuaym el-İsfahânî, Hilyetu’l-Evliya-Sahabeden Günümüze Allah Dostları, Çev. Said Aykut, Vdğ. İst. 1995, C. 2, Sh. 453.
[10]) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 17, Hds. 224.
Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, Çev. İsmail Mutlu, İst. 1996, C. 1, Sh. 72, Hds. 14.
İmam-ı Azam Ebu Hanife, Müsned, Sh. 39, Hds. 30/1, 31/2.
Kuzâî, Şihabü’l-Ahbâr Tercümesi, Çev. Prof. Dr. Ali Yardım, İst. 1999, Sh. 59, Hds. 120.
[11]) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 17, Hds. 223.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B. 19, Hds. 2822.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-İlm, B. 1, Hds. 3641.
Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İlm, B. 11 (Bab başlığında).
[12]) Ahzab, 33/39.
[13]) Ankebut, 29/43.
[14]) Fatır, 35/28.
[15]) Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 32, Hbr. 340.
[16]) Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B. 19, Hds. 2827.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’z-Zühd, B. 15, Hds. 4169.
Kuzâî, A.g.e., Sh. 41, Hds. 35.
Zubeyr’ubn Harb, Kitabu’l-İlm, Çev. Prof. Dr. Salih Tuğ, İst. 1984, Sh. 185, Hds. 157.
[17]) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 23, Hds. 254.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B. 6, Hds. 2792.
Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hds. 380.
İmam Hafız el-Munzirî, Hadislerle İslâm – Terğib ve Terhib, Çev. A. Muhtar Büyükçınar, Vdğ. İst. T.Y. C. 1, Sh. 162-163, Hds. 2-3. Hakim, İbn Hıbban ve Beyhakî’den.
[18]) Sünen-i İbn Mace, Kitabu’d-Dua, B. 3, Hds. 3843.
Ayrıca Bkz. Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, C. 2, Sh. 188, Hds. 509.
[19]) Seyyid Şerif Cürcânî, Kitabu’t-Ta’rîfat, Sh. 64.
[20]) Âl-i İmrân, 3/102.
[21]) İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, C. 4, Sh. 1322. İbn Ebu Hatim’den.
[22]) Hucurat, 49/13.
[23]) Tevbe, 9/36.
[24]) Yunus, 10/62-63.
[25]) Bakar, 2/257.
[26]) Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Fiten, B. 1, Hds. 4242.
İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 400, Hds. 897.
Beyhakî, Kitabu’z-Zühd, Çev. Enbiya Yıldırım, İst. 2000, Sh. 98, Hds. 197.
[27]) Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, C. 1, Sh. 310, Hds. 219.
[28]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Enbiya, B. 16, Hds. 48.
Kitabu’l-Menakıb, B. 1, Hds. 2.
Kitabu’t-Tefsir, B. 116, Hds. 209.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fedail, B. 44, Hds. 168.
Beyhakî, Kitabu’z-Zühd, Sh. 98, Hds. 199-200.
[29]) Sünen-i İbn Mace, Kitabu’z-Zühd, B. 24, Hds. 4215.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfati’l-Kıyame, B. 14, Hds. 2568.
[30]) Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfati’l-Kıyame, B. 20, Hds. 2639.
[31]) Taberânî, Mucemu’s-Sağir, C. 2, Sh. 359, Hds. 654.
Beyhakî, Kitabu’z-Zühd, Sh. 97, Hds. 195.
Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’z-Zühd ve’r-Rekaik Çev. M. Adil Teymur, İst. 1992, Sh. 213, Hds. 840.
[32]) Furkan, 25/63-64.
[33]) Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cenne, B. 17, Hds. 64.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’z-Zühd, B. 16, Hds. 4179.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B. 48, Hds. 4895.
[34]) Sahih- Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B. 20, Hds. 69.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B. 81, Hds. 2098.
Sünen-i Dârimî, Kitabu’z-Zekât, B. 35, Hds. 1683.
[35]) Tevbe, 9/119.
[36]) Bkz. A’râf, 7/172-173.
[37]) Bkz. En’âm, 6/162-163.
[38]) Hucurat, 49/15.
[39]) Ahzab, 33/24.
[40]) Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 13, Hds. 62.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’z-Zühd, B. 47, Hds. 2522.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 12, Hds. 3972.
Sünen-i Dârimî, Kitabu’r-Rikak, B. 4, Hds. 2714.
[41]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Edeb, B. 69, Hds. 119.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B. 29, Hds. 105.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B. 46, Hds. 2038.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Edeb, B. 88, Hds. 4989.
[42]) Mâide, 5/119.
[43]) En’âm, 6/34.
[44]) Ahkaf, 46/35.
[45]) Rum, 30/60.
[46]) Nahl, 16/127-128.
[47]) Bkz. İnşirah, 94/5-6.
[48]) Bakar, 2/45.
[49]) Bakara, 2/153.
[50]) İmam Kurtubî, A.g.e., C. 2, Sh. 61.
[51]) Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 23, Hds. 4032.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfati’l-Kıyame, B. 20, Hds. 2625.
İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 181, Hds. 388.
Beyhâkî, Kitabu’z-Zühd, Sh. 213, Hds. 741.
[52]) Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zühd, B. 13, Hds. 64.
Sünen-i Dârimî, Kitabu’r-Rikak, B. 61, Hds. 2780.
[53]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’r-Rikak, B. 20, Hds. 57.
[54]) Zümer, 39/53.
[55]) Yusuf, 12/87.
[56]) Yusuf, 12/110.
[57]) Muhammed, 47/7. Ayrıca bkz. Hacc, 22/40.
[58]) Tevbe, 9/32-33. Ayrıca bkz. Fetih, 48/28.
[59]) İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, C. 3, Sh. 95. Beyhâkî’den.
[60]) Muhammed Yusuf Kandehlevî, Hayatu’s-Sahabe, Çev. Ahmed Meylânî, Ank. T.Y. C. 1, Sh. 115. Beyhakî, Delâil en-Nübüvve, Sh. 105’den (Vakidî yoluyla).
[61]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Menakıb, B. 25, Hds. 116.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 97, Hds. 2649.
[62]) Bkz. Kehf, 18/110, Necm, 53/3-4.
[63]) İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, C. 5, Sh. 171. İmam Ahmed b. Hanbel’den.
İbn Hişam, A.g.e., C. 4, Sh. 314-315.
Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, C. 5, Sh. 765.
[64]) İbn Hişam, A.g.e., C. 3, Sh. 306.
Ayrıca bkz. İbn Kesir, A.g.e., C. 4, Sh. 172-176.
İbnü’l-Esir, A.g.e., C. 2, Sh. 264.
Taberî, A.g.e., C. 5, Sh. 470-473.
[65]) Âl-i İmrân, 3/104.
[66]) İmam Kurtubî, A.g.e., C. 4, Sh. 319.
[67]) Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 6, Sh. 522.
[68]) Şuara, 26/109, 127, 145, 164, 180.
[69]) Sad, 38/86.
[70]) En’âm, 6/90.
[71]) Hud, 11/51.
[72]) Furkan, 25/57.
[73]) Sünen-i İbn Mace, Kitabu’z-Zühd, B. 1, Hds. 4102.
[74]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Buyu, B. 15, Hds. 24.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Buyu ve’l-İcare, B. 79, Hds. 3528.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 1, Hds. 2188 (Birinci Cümle).
Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, C. 1, Sh. 67, Hds. 10. (İkinci Cümle).
[75]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İcare, B. 2, Hds. 3.
Kitabu’l-Enbiya, B. 31, Hds. 80.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Eşribe, B. 29, Hds. 163.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 5, Hds. 2149.
[76]) Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zekat, B. 35, Hds. 108.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’z-Zekat, B. 27, Hds. 1642.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B. 41, Hds. 2867.
[77]) Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’z-Zekat, B. 28k, Hds. 1646.
Sünen-i Neseî, Kitabu’z-Zekat, B. 84, Hds. 2577.
[78]) Sahih-i Buhârî, Ebvabu Sıfatı’s-Salat, B. 68, Hds. 99.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Mesacid, B. 25, Hds. 129.
Sünen-i Neseî, Kitabu’l-İstiaze, B. 22, Hds. 5437.
Kitabu’s-Sehv, B. 64, Hds. 1309.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Salat, B. 148-149, Hds. 880.