“Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir. O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.”([32]) diye buyuruyor Rabbimiz Allah…
Bu ayet-i kerimenin iniş sebebine baktığımız zaman olayı çok daha iyi anlayabiliriz…
Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), amcası (Ebu Talib)’e:
“La ilâhe illallah de, bunun sebebiyle kıyamet gününde ben, senin lehine şehadet edeceğim.” buyurdu.
Amcası (Ebu Talib):
– Kureyş, beni ayıplayarak: Ebu Talib’i buna, ancak korku sevketti, demeseler, seni mutlaka memnun ederdim, dedi.
Bunun üzerine Allah:
“Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir.” (Kasas, 28/56) ayetini indirdi.([33])
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu ayetin tefsirinde şunları beyan ediyor:
“Hak Teâlâ, bu ayette, ‘Sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin.’ buyurmuş. Bir başka ayetinde ise: ‘Şübhesiz sen, dosdoğru bir yola hidayet edersin.’ (Şûra, 42/52) buyurmuştur. Bu iki ifade arasında bir tezat yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e nisbet ettiği, yapacağını söylediği ‘Hidayet’ davet ve açıklamadır. Ona nisbet etmediği ‘Hidayet ediş’ ise, imana göğsü açma ve muvaffakiyet verme mânâsındaki hidayettir. Zirâ bu imana muvaffakiyet ve göğsü açma, kalbe verilen ve sayesinde kalbin hayat bulduğu bir nurdur. Nitekim Cenab-ı Hak:
‘Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasın-da yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse…’ (En’âm, 6/122) bu-yurmuştur.”([34])
İnsanları, iman ve salih amel yönüyle ihya etmek vazifesini üstlenen muvahhid mü’minlerin yapacağı şey, onları bilgilendirmek, onlara öğretmek ve onları eğitmektir… Kendilerine İslâm’ı tebliğ etmek, iyiliği, hayrı, doğruyu ve insan fıtratına uygun olanı anlatmaktır… Kendilerine dosdoğru olanı tebliğ etmiş olduğu insanlar, eğer İslâm’ı kabul eder, inanır ve emrolundukları gibi yaşamak isterlerse, onlarla kardeş olup, İslâm kardeşliğinin gereğini yapmak, mü’min müslümanın bir kulluk vazifesidir… O, en yakınları ve sevdiklerine de İslâm’ı tebliğ edip anlatacak, kendisinin tanımadığı uzakta olanlara da imkânı elverdiği ölçüde ulaşıp Allah’ın dinini izah edecektir… Onların hidayetlerine vesile olmaya çalışacak, üzerine düşeni en iyi şekilde yapmaya gayret edecektir… Hidayet vermek, Rabbimiz Allah Teâlâ’ya aiddir…
İhya eri olan muvahhid mü’min, kendilerine İslâm’ı tebliğ edip, dosdoğru yola davet ettikleri insanlar, ona ve anlattıklarına karşı gevşek davranıp kayıtsız kalabilirler… Onun anlattığı doğruları kabul etmeyebilir, hatta yalanlayıp karşı da çıkabilirler… Muvahhid mü’min, her zaman olduğu gibi, insan eğitiminde de çok sabırlı olacak ve ilk tepkilerden dolayı yılmayacak, insanlardan umut kesmeyecek ve “Niye inanmıyorlar?” diye kendisini yıpratmayacaktır… İnsanı ihya ve onu eğitmek, en zor işlerdendir… Çok sabır isteyen bir vazifedir… İhya eri, kendisine düşen vazifesini hakkıyla yapacak ve muhatablarına hidayet vermesi için Rabbi Allah’a çok dua edecektir… Onun, sığınacağı ve kendisinden yardım dileyeceği yalnızca Rabbi Allah’dır…
Rabbimiz Allah, Rasulullah (s.a.s.)’e ve onun varisleri olan muvahhid mü’minlere şöyle buyurur:
“Onların hidayete ermesi, senin üzerinde (bir yükümlülük) değildir. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir.”([35])
“Şimdi onlar, bu söze (Kur’an’a) inanmayacak olurlarsa sen, onların peşi sıra esef ederek kendini kahredeceksin (öyle mi?)”([36])
“Kötü olarak işledikleri kendisine çekici-süslü kılınıp da onu güzel gören mi (Allah katında kabul görecek)? Artık şübhesiz Allah, dilediğini saptırır, dilediğini hidayete eriştirir. Öyleyse onlara karşı nefsin hasretlere kapılıp gitmesin (kendini üzerek mahvetme).
Gerçekten Allah, yaptıklarını bilendir.”([37])
“Onlar, mü’min olmayacaklar diye neredeyse kendini kahredeceksin (öyle mi?)”([38])
Mü’minlere pek düşkün, sıkıntıya düşmeleri gücüne giden, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan Rasulullah (s.a.s.)([39]) ve onun varisleri olan muvahhid şahsiyetler insanların gerçeği bilip anlamaları için bütün imkânlarını seferber etmişlerdir… Onlar, insanların hidayet bulması için çok çalışmış, muhatablarında gördükleri olumsuzluklar kendilerini son derece üzmüştür… Rabbimiz Allah, zikredilen ayet-i kerimelerde, başta Rasulullah (s.a.s.)’i, sonra ihya erleri olan muvahhid mü’min kullarını teselli etmektedir…
Şöyle buyurmakta Rabbimiz Allah:
“Sen, affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.
Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah’a sığın.
(Allah’dan) sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip anarlar), sonra hemen bakarsın ki, görüp bilmişlerdir.”([40])
İslâm davetçisinin karşısına, hevasını ilâh edinen veya hevasını ilâh edinene itaat edip onu Rab edinmiş olanlar her zaman çıkabilir… Akîde konusunda şirk ve küfrün içinde olan birçok kişilere muhatab olur İslâm davetçisi… Onları İslâm’a davet ederken, onlara doğruları anlatmaya çalışırken, Kur’an ile hareket eden ve mücadelesini en güzel şekilde yürüten muvahhid şahsiyet, muhatabının inanç problemlerini, psikolojik ve sosyolojik yapısını göz önünde bulundurmalıdır…
Rabbimiz Allah, hevasını ilâhlaştıran, küfür ve şirk içinde olan insan tipini şöyle beyan buyurur:
“Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilâh edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?
Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir, ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler, hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın (ve aşağı)dır-lar.”([41])
İbn Abbas (r. anhuma) dedi ki:
– Hevâ, Allah’tan başka kendisine ibadet olunan bir ilâhtır. Sonra bu ayet-i kerimeyi okudu. “Heva ve hevesini ilâh edinen kimse” buyruğunun, heva ve hevesine itaat eden kimse, anlamında olduğu da söylenmiştir.
el-Hasen’den rivayete göre:
– O neyi severse, mutlaka ona tabi olan kimse, diye açıklandığı nakledilmiştir ki, anlam birdir.
“O kimseye sen mi vekil olacaksın?” Onu, imana geri döndürüp bu fesaddan çıkartıncaya kadar onu koruyacak ve ona kefil olacak sen misin? Yani hidayet ve sapıklık senin iradene havale edilmiş, bırakılmış değildir. Sana düşen ancak tebliğdir.([42])
“Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara (Kur’an’la) büyük bir cihad ver.”([43])
Müşrik ve kâfir olanlara İslâm’ı tebliğ ederken, akıllarını erdirmeye ve Kur’an-ı Kerim’i izah etmeye çalışmak gerekir… Tebliğ ve davet metodu, Allah Teâlâ’nın Kur’an’da öğrettiği ve Rasulullah (s.a.s.)’in uyguladığı metod olmalıdır…
Çağın şirk ve küfür ideolojilerine inanan ve inandıklarına sadık olan, hatta o uğurda canlarını veren kişilerle konuşurken, onların şirk ve küfrünü tasdik etmeyerek, hürmet duymayarak, onlara tebliğ edilmelidir… Küfür ve şirk ehline itaat asla mümkün değildir… Onların küfür ve şirkten kaynaklanan fikirlerine saygı duymak, bir mü’min müslüman için imkânsız bir şeydir… Kendileri saldırgan harbîler olmadıkları müddetçe onlarla iyi geçinmek, insanî ilişkileri güzel bir şekilde sürdürmek ve yumuşak davranarak tebliğ etmek, mü’minlerin vazifesidir… Böyle bir durum, çok sabır ve tahammül gerektiren bir şeydir…
İslâm ile yeni tanışanlar ve akîdenin inceliklerini kavrayamayanlar, zaman zaman akîdeye ters düşen sözler söyleyip istekte bulunabilirler… Onların cehaletleri, kendilerinin durumları göz önünde bulundurularak bir özür olarak kabul edilir… Onlara karşı sert davranmadan, öfkelenmeden ve kendilerini ürkütüp kırmadan, bu sözlerinin, bu fikirlerinin, bu isteklerinin yanlış olduğu beyan edilmelidir… İhya erleri olan mü’min müslümanlar, insanları ihya etmeye çalışırken, hiçbir şey bilmeyen birisi nasıl eğitilecek ise, öyle davranmalıdırlar… Çünkü onlara yepyeni bir hayat öğretilmektedir… Onlar, bugüne kadar öğrendikleri birçok değeri bırakıp onun yerine yeni değerler kabul edeceklerdir… Bir zamanlar hararetle savunduğu, uğrunda kavga ettiği, savaş verdiği, hatta kan döktüğü ideolojisini terk edecek ve Hak Din İslâm’a girecektir… Böyle bir değişim, birçok insan için basit olmasa gerektir… İnsanın zorlandığı, nefsi, çevresi ve toplumu tarafından baskı altında tutulduğu, horlandığı bir hâldir bu!.. Bundan dolayı kendilerine merhametle yaklaşılmalı, aşırı olmamak üzere hoşgörülü davranılmalıdır… Bu merhamet ve hoşgörü çerçevesinde eğitim ve öğretimleri yapılmalı, kendilerine iman ve salih amelin incelikleri öğretilmelidir…
Ebu Vakid el-Leysî (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), (Mekke’den) Huneyn’e çıktığı zaman (yolda) müşriklerin, “Zat-ı Envat” adı verilen ve üzerine silahlarını astıkları bir (köknar) ağacına uğradı.
– Ya Rasulullah, onların Zat-ı Envat’ı olduğu gibi, bize de bir Zat-ı Envat tayin et!.. dediler.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):
“Sübhanallah! Bu söz, Musa’nın kavminin:
– Ey Musa, onların ilâhları (var, onların ki) gibi sen de bize bir ilâh yap, (A’raf 7/138) demesine benzedi.
Nefsim, yed-i kudretinde (benliğime hakim) olan Zât’a yemin ederim ki, siz de kendinizden önceki (Yahudi ve Hıristiyan) milletlerin yoluna mutlaka uyacaksınız!” buyurdu.([44])
İmam Taberî (rh.a.) şöyle diyor:
“Rasulullah (s.a.s.), bu hadis-i şerifi ile müslümanları, Allah’a ortak koşmaya sevkedecek bütün tavır ve hareketlerden sakındırmakta ve bu tür davranışlarda iyi niyetli olmanın fayda vermeyeceğine işaret buyurmaktadır.”([45])
Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in hatırlatmış olduğu ayet-i kerimedeki olay Rabbimiz Allah tarafından beyan buyrulmakta, Musa (a.s.)’ın kavminin içine düştükleri cehalete karşı Ulu’l-azm Rasullerden olan Musa (a.s.)’ın tavrı nakledilmektedir…
“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki:
‘Ey Musa, onların ilâhları (var, onların ki) gibi, sen de bize bir ilâh yap.’
O (Musa): ‘Siz, gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz.’ dedi.
‘Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir.
O, sizi âlemlere üstün kılmışken, ben, size Allah’tan başka bir ilâh mı arayacağım?’
Hani size dayanılmaz işkenceler yapan, kadınlarınızı sağ bırakıp, erkek çocuklarınızı öldüren Fir’avn’ın ailesinden sizi kurtardık. Bunda, Rabbinizden sizin için büyük bir imtihan var.”([46])
Cehalet içinde olan bilgisiz ve görgüsüz fertlerin ve toplumların öğretilip eğitilmeleri basit bir olay değildir… Onlarla ilgilenmek, cahilliklerini bilgi haline getirmek, kaba- sabalıklarını yontup adam etmek kolay bir şey olmadığı malumdur… Sabır edilişten dolayı sabır taşının çatladığı olay, cahil insanların eğitim ve öğretimidir… Bunu, Allah Teâlâ’nın Rasul ve Nebîleri başarmışlardır… Onların varisle-ri olan, muvahhid mü’minler de becermeye ve başarmaya gayret etmelidirler…
Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), mescidde otururken bir bedevî, mescide girip namaz kıldı. Sonra da:
– Allah’ım, bana ve Muhammed’e rahmet eyle. Bizimle beraber bir başkasına rahmet eyleme (acıma), dedi.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):
“Geniş olan şeyi men ettin (Allah’ın geniş tuttuğu rah-metini daralttın).” buyurdu.
Aradan fazla bir zaman geçmeden bedevî, mescidin içinde (bir kenara) bevletti. Bunu gören sahabîler, bedevîye doğru koştular. Fakat Rasulullah (s.a.s.), onlara mani oldu ve:
“Siz, ancak kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak değil. O (bedevînin) bevli üzerine büyük bir kova dolusu veya doluya yakın su dökünüz.” buyurdu. ([47])
Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:
Bir defa biz, mescidde Rasulullah (s.a.s.) ile birlikte bulunuyorduk. Ansızın bir bedevî çıkageldi ve mescidin içine bevletmeye kalkıştı. Bunun üzerine Rasulullah’ın ashabı:
– Heey!.. Heey!.. dediler.
Rasulullah (s.a.s.):
“Onun bevlini kesmeyin! Bırakın onu!” buyurdu. Ashab da, bevlini bitirinceye kadar onu bıraktılar. Sonra Rasulullah (s.a.s.), onu çağırarak kendisine şunları söyledi:
“Şübhesiz ki, bu mescidler, ne şu bevlden, ne de pislikten hiçbir şeye yaramazlar. Bunlar, ancak Allah (Azze ve Celle’yi) anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için (bi-na edilmişler)dir.”
Yahud Rasulullah (s.a.s.)’in dediği gibidir. Daha sonra Rasulullah (s.a.s.), cemaatten birine emir buyurdu. O da bir kova su getirerek, bevlin üzerine serpti.([48])
İnsanları uyarmaya çalışan, onları Allah’a davet edip ihya etmeye gayret eden muvahhid mü’minler, gerek muhatabı olan inanmayan veya fasık olan ferdlerden, gerekse Allah’ın kullarını kendisine kul yapan mevcud tağutî egemenlerden çok acı ve çirkin sözler duyup, hakaret görmekle beraber, hapishane, işkence ve zindan ona mekan olur. Bu gerçeğin daha önceden bilinip hesaba katılması gerekir ki, ihya erleri, kendilerini ona göre hazırlamalı ve sabrı kuşanmalıdırlar…
Mü’minlerin hayat örneği olan önderimiz Rasulullah (s.a.s.) ve diğer Rasullerin hayatları, muvahhid şahsiyetler için birer derstir… Onların mücadelesi ve tavrı, mü’minler için tavsiye edilmiştir…
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor:
Şimdi ben, Rasulullah (s.a.s.)’in yüzüne bakıyor gibiyim: O, peygamberlerden bir peygamberi hikaye ediyordu ki, kavmi, onu dövmüş de kan içinde bırakmışlar. Fakat o, yüzünden hem kanı siliyor, hem de:
– Ya Allah, kavmimi mağfiret eyle! Çünkü onlar bilmi-yorlar, diyordu.”([49])
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:
Rasulullah (s.a.s.), -Huneyn savaşı sonunda- bir ganimet taksimi yapmıştı. Bu sırada (cahil bedevî) bir adam:
– Şübhesiz bu, kendisinde Allah’ın rızası kast olunmayan bir taksimdir, dedi.
Ben de, onun bu sözünü Rasulullah’a haber verdim. Rasulullah, bu sözden çok öfkelendi.
Hatta ben, O’nun yüzünde öfke eserini gördüm.
Sonra Rasulullah (s.a.s.):
“Allah, Musa’ya rahmet eylesin! Yemin olsun o, bundan daha çok sözlerle ezalandırılmıştı da sabretmişti.” buyurdu.([50])
Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)‘dan:
Aişe, Rasulullah (s.a.s.)’e:
– Sana, Uhud gününden daha şiddetli bir gün erişti mi? dedi.
O da :
“Yemin olsun ki, kavmin Kureyş’den gelen birçok zorlukla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü karşılaştığım zorluk, hepsinden şiddetli idi. Şöyle ki:
Ben, (Kureyş’den gördüğüm ezâ üzerine Taif’e gidip) hayatımın korunmasını Abdu Kulal’ın oğlu İbn Abdu Yalil’e teklif ettiğim zaman o, benim dileğime cevab vermemişti. Ben de kederli ve hayretli bir halde yüzümün doğrusuna (Mekke’ye) dönmüştüm. Bu hayretim Karnu’s- Sealib mevkiine kadar devam etti. Burada başımı kaldırıp (semaya) baktığımda, beni gölgelemekte olan bir bulut gördüm.
Buluta (dikkatle) baktığımda bunun içinde Cibril’in bulunduğunu gördüm.
Cibril, bana nidâ etti de:
-Allah, kavminin senin hakkında dediklerini ve seni korumayı reddettiklerini muhakkak işitti. Ve Allah, sana şu Dağlar Meleği’ni gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen, ona emredebilirsin, dedi.
Bunun üzerine Dağlar Meleği, bana nidâ edip selâm verdi. Sonra:
-Ya Muhammed, Cibril’in bu söylediği bir hakikattır. Sen, ne istersen emrine hazırım. Eğer Ebu Kubeys ile Kuay-kan denilen şu iki yalçın dağı Mekkeliler üzerine kapakla-mamı istersen (onu da emret), dedi.
Buna karşı Rasulullah (s.a.s.):
“Hayır, ben Allah’ın bu müşriklerin sulbunden yalnız Allah’a ibadet eder ve Allah’a hiçbir şeyi ortak kılmaz (mu-vahhid) bir nesil meydana çıkarmasını arzu ederim.” De-di.([51])
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Benim meselimle insanların meseli, ancak şu adamın meseli gibidir:
O, bir ateş yaktı da, ateşin ışığı etrafını aydınlattığı zaman, küçük kelebekler ve ateşin içine düşer olan şu hayvancıklar, ateşin içine düşmeye başladılar. O adam da, bu hayvancıkları geri çekmeye başladı. Fakat hayvanlar, ona galip gelip hepsi ateşin içine düşüyorlardı. İşte ben de, sizlerin izar bağınızdan tutuyor ve sizleri ateşten çekip kurtarmaya çalışıyorum. İnsanlar ise, ateşe giriyorlar.”([52])
Ateşe girmek onun için bir zevk olan pervaneyi ateşten uzaklaştırmak kolay bir iş değildir… Dünya gururu ve kibiri içinde olan gafil insanları uyarmak, uyandırmak ve bu gururdan, bu kibirden uzaklaştırmak, onların imanlı birer mütevazi kul olmalarını sağlamak da kolay bir iş değildir… Çok çileli ve çok yorucu bir iştir… Bundan dolayı çok çalışmak ve çok sabırlı olmak gerekir… O insanlara, içinde bulundukları şirk ve küfür hâlinin korkunç akibetini, kötü durumunu anlatacak, akıllarını erdirecek, şuurlan-dırıp vazgeçmelerine vesile olacak bir ihya erinin, çok tahammüllü olması lazımdır… Onun karşılaştığı zorluklar, başına gelen belâlar ve çektiği çile, imanının kuvvetli, amelinin salih olma ölçüsüncedir… İmanı ne kadar kuvvetliyse ve ihlâsı ne kadar çok ise, imtihanı da ona göre ziyadeleşir… Çünkü imanı kuvvetli ve ihlâsı sağlam olan muvahhid mü’min, zorluğa dayanıklı ve çileye karşı sabırlıdır… Onun bu hayırlı tavrı, kendisini başarılı kılıp zafere ulaştırır… Allah’ın izni ve yardımıyla hayırlı ve güzel bir sonuca erer…
Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a.) anlatıyor:
“Ya Rasulullah, hangi insanların başına gelen belâ daha şiddetli olur? dedim.
O (s.a.s.): Peygamberler, sonra sırayla (Allah katında) rütbece en üstün olanlar. Kul, dindarlığının (kuvvetliliği ve zayıflığı) durumuna göre belâya uğrar. Eğer dininde kuv-vetliyse belâsı şiddetli olur. Ve şayet dindarlığında gevşelik-zayıflık olursa, dindarlığı derecesine göre belâya uğrar. Belâ, kuldan ayrılmaz (peşini bırakmaz). Nihayet kul (uğ-radığı belâlarla günahlarından arınıp) üzerinde hiç günah kalmayarak yeryüzünde dolaşınca belâ, onun peşini bırakır.”([53])
Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan ve insanlığın kurtuluşu için şart görülen bu vazifeyi yaparken, çok yumuşak olunmalı, öfkeye hâkim bir tavır sergilenmelidir… Hilm sahibi olan mü’minler, bu vazifede başarılı olurlar…
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Onlar, bollukta ve darlıkta infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah iyilik yapanları sever.”([54])
Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:
Bir adam -ki o, Cariyetu’bnu Kudame’dir- Rasulullah (s.a.s.)’e:
– Bana, bir nasihat tavsiye et, dileğinde bulundu.
Rasulullah, ona:
“Gadaplanma (kızma/sinirlenme)!” buyurdu.
Bunun üzerine o kişi, Rasulullah’dan tekrar tekrar nasihat tavsiye etmesini istedi. Her defasında Rasulullah, ona:
“Gadaplanma!” nasihatinde bulundu.([55])
İmam Muhammed b. İdris eş-Şafi (r.a.), nasihat konusunda şöyle diyor:
“Herkesi uyarmak, müslümanlara bir nasihattır. Müslümanlara nasihatte bulunmak ise, terk edilmemesi gereken bir farzdır. Bu, daha çok sevab kazanmaya vesile olup onu, ancak kendini aldatan ve nasibleneceği yeri bilmeyen terk eder. Bu nasihat görevi yanında müslümanların, gerçeği izah etmeleri de gerekir. Hakkı yerine getirmek ve müslü-manlara nasihatta bulunmak da Allah’a itaattır. Allah’a itaat ise, bütün hayırları içine alır.”([56])
Rabbimiz Allah’ın izni ve yardımıyla yapılan bu imanlı, ihlâslı ve azimli çalışma sonucunda insanlar, şuurlanıp İslâm ile tanışırlar… Gerçekleri idrak eder, böylece iman edip muvahhid mü’minlerin safına katılır…
Asr-ı Saadet’e bakıldığında, Rasulullah (s.a.s.) ile As-hab-ı Kiram’ın çalışmaları ve gayretleri sonucunda insan-ların değişmiş olduğu görülür… Putlara tapan, onlara hür-met gösterip üzerlerine toz kondurmayan, hatta onları koruma adına kanlarını döküp canlarını fedâ edenlerin, iman ettikten sonra onları elleriyle nasıl parçaladıkları görülür!.. Sabırlı eğitimin, mutlu sonucu!..
İbnül-Kelbî, “Kitabu’l- Esnâm” adlı eserinde şöyle diyor:
“Mekkeli her ev sahibinin bir putu vardı. Evlerinde ona tapınırlardı. Birisi, bir yolculuğa niyetlendiğinde, evinde yaptığı son iş, eliyle ona dokunmak olurdu. Yoldan döndüğünde de evine girer girmez yaptığı ilk iş, aynı şekilde eliyle ona dokunmak olurdu.”([57])
Cahiliyye döneminin putperest müşrik ve kâfir insanları, İslâm Dini’ni kabul edip iman edince, o kadar değer verdikleri ve kendilerine ilâh yaptıkları bütün putları elleriyle paramparça ettiler…
Mekke’nin fetih günü, ayrıca put kırma günü oldu… Put kırma hareketini, put kıran İbrahim (a.s.)’ın evladından olan Rasulullah (s.a.s.) başlattı…
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor:
Mekke’nin fethi günü, Rasulullah (s.a.s.) Harem’e girdi. Halbuki Kâbe’nin etrafında ibadet için dikilmiş (kurşunla tutturulmuş) üç yüz altmış put vardı.
Rasulullah (s.a.s.), elindeki değnekle bunlara dürtüyor ve:
“Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şübhesiz batıl, yok olucudur.” (İsra 17/81) ayetini okuyordu.([58])
Abdullah İbn Abbas (r. anhuma) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), Fetih gününde, bineği üzerinde Mekke’ye girdi ve onun üzerinde tavaf yaptı. Beyt’in etrafında kurşunla bağlanmış putlar vardı. Peygamber (s.a.s.), elindeki bir ağaç dalı ile putlara işaret ediyor ve şöyle diyor-du:
“Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şübhesiz batıl, yok olucudur.” (İsra, 17/81)
Onlardan her bir puta doğru, onun yüzüne işaret etmezdi, illâ o, sırt üstü düşerdi. Hiçbir putun ensesine işaret etmezdi, illâ yüzü üstüne düşerdi. Nihayet onlardan hiçbir put kalmadı ki, düşmemiş olsun.([59])
İbn İshâk şöyle demiştir:
– Mekke fethedildiği gün Peygamber (s.a.s.) öğle namazını kıldığı zaman, bütün putların toplanarak bir araya ge-tirilmesini ve kırılıp yakılmasını emretti. Emir gereğince, bütün putlar bir araya getirildikten sonra kırılarak ateşte yakıldı.
Abbas b. Abdi’l-Muttalib, Hz. Peygamber’in içmesi için Zemzem kuyusundan bir kova su çıkardı. Hz. Peygamber de bu sudan içtikten sonra, “Hubel” adlı putun kırılmasını emretti.
Hz. Peygamber, bizzat Hubel’in üzerine çıkarak hep beraber onu kırıp parçaladılar.
Hubel putunun kırılması üzerine Zübeyr b. Avvam, Ebu Süfyan b. Harb’e:
– Ey Ebu Süfyan, Hubel kırıldı. Halbuki Uhud muharebesinde onun, sana in’amda bulunduğuna inandığın devirlerde sen, ondan ötürü gurur içindeydin, dedi.
Ebu Süfyan’da buna cevab olarak:
– Ey Avvam oğlu, sen artık bunu bırak! Eğer Muhammed’in İlâhı’na ortak başka bir şerik bulunacak olsaydı, durum başka türlü olurdu, dedi.
Vakidî, hocalarından rivayeten şöyle demiştir:
Mekke fethedildiği gün, bir dellâl şöyle sesleniyordu:
– Kim Allah’a ve Rasulüne inanıyorsa, evinde put bırak-masın, kırsın!..
Bu nidâlardan sonra müslümanlar, gördükleri bütün putları kırıyorlardı. Hatta öyle ki, İkrime b. Ebu Cehil, müslüman olunca, Kureyşlilerden kimin evinde put olduğunu duyarsa, onun evine giderek o putu kırardı. Halbuki İkrime, müslümanlığı kabulünden önce, put imâl edip satan tüccarın başı idi. Mekke’de Kureyş’den olup evinde put bulunmayan hiçbir kimse yoktu.
Cübeyr b. Mu’tim’den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Mekke fethedildiği zaman, Rasulullah (s.a.s.)’in tayin ettiği bir dellâl şu ilânı yapıyordu:
– Kim Allah’a ve Rasulüne inanıyorsa, evinde put bırak-masın, kırıp yaksın! Onun parası haramdır.
Bundan evvel Mekke’de putların tavaf olunduğunu, köylülerin onu satın alarak evlerine götürdüklerini görürdüm. Kureyşli her şahsın evinde mutlaka bir put bulunur, eve girip çıktıkları zaman bu puta teberrüken sürünürlerdi.
Vâkıdî şöyle demiştir:
Utbe’nin kızı Hind (Ebu Süfyan’ın karısı) müslüman olunca, evinde bulunan putu:
– Senden dolayı bizler gururlanıyorduk, diyerek, keser ile kırıp parça parça etmişti.([60])
Kendilerine İslâm’ın tebliğ edildiği, Tevhid’in anlatıldığı putperest müşrik insanlar, katıksız iman ettikten sonra bu hâle gelmişlerdi… Elleriyle yapıp tapındıkları put ilâhlarını, yine elleriyle kırıyor ve bir daha gündeme getirmemek için yakıyor, ya da çöplüğe atıyorlardı…
Akîdedeki bu köklü değişim, kalblerde ve beyinlerde meydan gelen Tevhidî inkilâb, ahlâk sahasını da fethedip büyük bir değişime uğrattı… Toplumun şirk akîdesi, yerini Tevhid akîdesine bırakırken, şirk ahlâkının yerini Tevhid ahlâkı alıyordu… Şirke göre yapılanan toplum, ahlâksızlık üzerine bina edilmişti… Tevhid’e göre yapılanan İslâm toplumunun ahlâkı, imanın gereği olan ahlâkî anlayış idi… İman neyi gerektiriyorsa, yani Allah ve Rasulü (s.a.s.) neyi emrediyorsa hemen yapılıyor, neyi yasaklıyorsa ondan hemen vazgeçiliyordu… İçkinin haram kılınışı, buna en çarpıcı ve apaçık bir örnektir…
Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:
Ben, o gün Ebu Talha’nın evinde içki içmekte olan bir topluluğa sakilik ediyordum. Hamrın (içkinin) haram kılındığı hakkındaki kelâm indi.
Rasulullah (s.a.s.), bir nidâcıya emredip ilân ettirdi. Bu sesi işitince Ebu Talha, bana:
– Çık bak, bu ses nedir? dedi.
– Ben de çıktım, sonra dönüp:
– O nidâcı: Ey mü’minler, biliniz ki, şarap haram kılınmıştır! diye nidâ edip ilân ediyor, dedim.
Bunun üzerine Ebu Talha, bana:
-Haydi git, o şarabı dök! dedi.
(Döktüm, herkes de evindeki şarabını döktü.) Medine sokaklarında su gibi şarab aktı.([61])
İbn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:
Bir adam, Rasulullah (s.a.s.)’e bir tulum şarab hediye etti.
Rasulullah (s.a.s.):
“Bilir misin ki Allah, bunu haram kılmıştır?” buyurdu.
– Hayır, cevabını verdi ve hemen birine bir şeyler fısıldadı. Rasulullah (s.a.s.):
“Ona ne fısıldadın?” diye sordu. Adam:
– Şarabı satmasını emrettim, dedi.
Rasulullah (s.a.s.):
“Onun içilmesini haram kılan (Allah), satılmasını da haram kılmıştır.” buyurdu.
Bunun üzerine adam, tulumu açtı, içindeki (akıp) gitti.([62])
İşte katıksız imanın ve sabırla eğitimin zaferi!..
[32]) Kasas, 28/56.
[33]) Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, B. 9, Hds. 42.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, B. 29, Hds. 3403.
İmam el-Vahidî, A.g.e., Sh. 380
Abdulfettah el-Kadî, A.g.e., Sh. 292.
[34]) Fahruddin er-Râzî, A.g.e., C.17, Sh. 540.
[35]) Bakara, 2/272.
[36]) Kehf, 18/6.
[37]) Fatır, 35/8.
[38]) Şuara, 26/3.
[39]) Bkz. Tevbe, 9/128.
[40]) A’râf, 7/199-200.
[41]) Furkan, 25/43-44.
[42]) İmam Kurtubî, A.g.e. C. 12, Sh. 555.
[43]) Furkan, 25/52.
[44]) Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B. 16, Hds. 2271.
İbn Hişam, İslâm Tarihi – Siyer-i İbn Hişam Tercemesi, Çev. Hasan Ege, İst. 1985, C. 4, Sh. 115.
Ebu’l-Velid Muhammed el-Ezrakî, Kâbe ve Mekke Tarihi, Çev. Y. Vehbi Yavuz, İst. 1980, Sh. 116.
İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, C. 6, Sh. 3074-3075. Ahmed b. Hanbel (Müsned, C. 5, Sh. 218)’den.
[45]) et-Taberî, A.g.e., C. 4, Sh. 109.
[46]) A’râf, 7/138-141. Tefsiri için bkz. Fahruddin er-Râzî, A.g.e., C. 11, Sh. 39-44.
[47]) Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’t-Tahare, B. 136, Hds. 380.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Tahare, B. 78, Hds. 529-530.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’t-Tahare, B. 112, Hds. 147.
[48]) Sahih-i Müslim, Kitabu’t-Tahafe, B. 30, Hds. 100.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Tahare, B. 78, Hds. 529.
[49]) Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Enbiya, B. 56, Hds. 144.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B.37, Hds. 105.
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 23, Hds. 4025.
İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 322, Hds. 757.
[50]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’d-Daavat, B. 18, Hds. 32.
Kitabu’l-Edeb, B. 53, Hds. 88.
Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zekat, B. 46, Hds. 141.
[51]) Sahih-i Buhârî, Kitabu Bed’i’l-Halk, B. 7, Hds. 41.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 39, Hds. 111.
[52]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’r-Rikak., B. 26, Hds. 70.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fedail, B. 6, Hds. 17-19.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Emsal, B. 6, Hds. 3033.
[53]) Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 23, Hds. 4023.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B. 43, Hds. 2509.
İmam Tirmizî (rh.a.)’ın notu:
“Bu hadis, hasen-sahih’tir.”
[54]) Âl-i İmrân, 3/134.
[55]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Edeb, B. 76, Hds. 141.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri ve’s-Sıla, B. 72, Hds. 2089.
İmam Malik, Muvatta, Kitabu Hüsnü’l-Hulk, Hds. 11.
[56]) Muhammed b. İdris eş-Şafiî, Er-Risale, Sh. 30, Md. 170.
[57]) İbnü’l-Kelbî, Putlar Kitabı, Çev. Beyza Düşüngen, Ank. 1969, Sh. 39.
[58]) Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Mezalim ve’l-Gasb, B. 32, Hds. 39.
Kitabu’l-Mağazî, B. 50, Hds. 294.
Kitabu’t-Tefsir, B. 192, Hds. 241.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 32, Hds. 87.
Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, B. 18, Hds. 3345.
[59]) İbn Hişam, A.g.e., C. 4, Sh. 79.
İbnü’l-Esir, A.g.e., C. 2, Sh. 234.
[60]) Ebu’l-Velid Muhammed el-Ezrakî, A.g.e., Sh. 109-111.
[61]) Sahih-u Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B. 110, Hbr. 142.
Kitabu’l-Mezalim, B. 21, Hbr. 25.
Kitabu’l-Eşribe, B. 2, Hbr. 8-9.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Eşribe, B. 1, Hbr. 3-9.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Eşribe, B. 1, Hbr. 3673.
Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Eşribe, B. 2, Hbr. 5506.
Sünen-i Dârimî, Kitabu’l-Eşribe, B. 2, Hbr. 2095.
İmam Malik, Muvattâ, Kitabu’l-Eşribe, Hbr. 13.
[62]) Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Müsakat, B. 12, Hds. 68.
Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Buyu, B. 90, Hds. 4639.
Sünen-i Dârimî, Kitabu’l-Eşribe, B. 9, Hds. 2109.
İmam Malik, Muvattâ, Kitabu’l-Eşribe, Hds. 12.