Rabbimiz Allah’ın vazifeli kılıp gönderdiği Peygamberler, önce insanları bilgilendirdiler. Onlara kendilerinin bilmesi gerekli olan herşeyi anlattılar. Aynı konuyu soruldukça veya ihtiyaç duyuldukça defalarca, kafaları çatlatırcasına izah ettiler… Bu hakikatleri dinleyen, anlayan ve tağutu inkâr edip Allah’a inanarak en sağlam kulpa yapışan mü’minleri, bir araya getiren Peygamberler, onları teşkilatlandırdı. Bir ümmet oldu mü’minler, bir vücûdun parçalan idiler, bütünleştiler… Kardeşler oldular, birbirlerinin velileri haline geldiler… Allah yolunda kurşun ile birbirleriyle perçini eştiler, birbirleriyle kaynaşan saflar oluşturdular…
Peygamberler (Allah’ın salat ve selamı cümlesinin ü-zerine olsun), sadece tebliğ etmediler… Vazifeleri, tebliğ etmek idi… Tebliğin en mükemmelini yaptılar, davet ettiler ve daveti kabul edip iman edenleri, Rabbimiz Allah’ın emrettiği şekilde teşkilatlandırdılar… Bu mü’minler, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar, yeryüzündeki fitne ve fitnecilerle savaşıp onları gideren İslâm ordusunu ettikleri gibi, Allah’ın hükümleriyle hükmeden İslâm devletini de kurup yönettiler…
Demek ki, Peygamberler, insanlara yalnızca tebliğ etmediler. Tebliğ, birinci merhale, davet, ikinci merhale, iman edenleri teşkilatlandırmak üçüncü merhale vs.. Merhale merhale ümmetin oluşumunu Rabbimiz Allah’ın emirleri çerçevesinde gerçekleştirdiler… Rabbimiz, şöyle buyurur:
“Biz, senden evvel kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka (Peygamberler) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.
(Onlar) Apaçık deliller ve. Kitablarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur’ân’ı) indirdik. Ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye.[1]
Risalet ehli olan Peygamberler, hep erkek insanlardan seçilip göndermişlerdir. Bilinmeyen şeylerin bilenlerden sorulup öğrenilmesi emredilmiştir… Bu, her sahada böyledir. Bilinmeyen şeyler, ehli olan, o işte sadık olup, haberine itibar edilen sadıklardan sorulmalı ve öğrenilmelidir… Haberci, salih ve sadık olmalı, çünkü fasıkların haberine itibar edilmez, ya da yeni bir araştırmayı gerektirir…
Bütün Peygamberler sadık şahsiyetli ve Allah’ın seçip terbiye ettiği kişilerdir… İnsan-ı Kâmildir, Rasuller ve Nebiler… Rabbimiz Allah, onları apaçık delillerle ve kendilerin vahiy mahsûlü olan mukaddes Kitablarla göndermiştir… Bu, Sünnetullah’tır… Bu, değişmez bir hakikattir… Çünkü Sünnetullah’da hiç bir değişme söz konusu olamaz!…
“(Bu) Allah’ın öteden beri sürüp gitmekte olan Sün-neti’dir. Sen, Allah’ın Sünnetinde kesinlikle hiçbir değişiklik bulamazsın. [2]
“(Bu) Daha önceden gelip geçenler hakkında (uygulanan) Allah’ın Sünnetidir. Allah’ın Sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın.[3]
“(Bu) Senden Önce gönderdiğimiz Rasullerimizin bir Sünnetidir. Sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın. [4]
“…Sen, Allah’ın Sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın Sünneti’nde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. [5]
Rabbimiz Allah (c.c) Sünneti gereği son Nebisi ve son Rasulü Muhammed Mustafa (s.a.s.)’e de, zikri yani Kur’ân’ı indirmiştir… Rasulullah (s.a.s.)’in de vazifesi, insanlara kendileri için Rabbimiz Allah’ın indirdiğini apaçık açıklasın ve insanlar, akılları ölçüsünde kendilerine açıklanan ilâhî vahyi iyice düşünsünler, kavrasınlar ve gereğini yapsınlar…
Demek ki Rasulullah (s.a.s.), kendisine vahyedilen Kur’ân-ı Kerîm’i ayet ayet, sûre sûre muhatabları olan insanlara hem okuyor, hem de açıklıyordu. Okudukları Kur’ân-ı Kerîm’in ayetleri, açıkladıkları da mübarek sözleri, yani hadisleri idi… Rasulullah (s.a.s.), insanlara Kur’ân-ı Kerîm’i sözleriyle açıklıyordu. Nasıl uygulanacağını gösteriyor ve haraketleriyle açıklıyordu. Ayrıca mü’minlerin söz ve davranışlarından Kur’ân’â aykırı olmayanlarına karşı da susuyor ve tasdik mânâsında anlaşılan bu sükutu da, Kur’ân-ı Kerîm’in bir başka açıklamasıydı… Böylece kendisine Allah tarafından vahyedilen Kur’ân-ı Kerîm’i insanlara, sözleriyle, hareketleriyle ve bazan sukutuyla açıklayan Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti ortaya çıkıyordu. Yani kalî, fiilî ve takriri Sünnet,.. Sünnet-i Rasulullah (s.a.s.), yani Kur’ân-ı Kerîm’in izahı!.. İzahsız anlaşılamayan Allah kelamı Kur’ân’ın izahı, Rasulullah (s.a.s.) tarafından Rabbimiz Allah’ın emri ve denetimiyle yapılıyordu…
Şöyle buyuruyordu Rabbimiz Allah: “De ki: Şübhesiz, ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim. Yalnızca bana, sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı’umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak kılmasın.[6]
Kendisine, insanların ilâhının bir tek ilâh, rabblerinin bir tek Rabb ve meliklerinin bir tek Melik olduğu, yani insanları yaratan, nzık veren, eğiten, geliştiren, onlar için kanun koyan, emrini geçiren ve yegane hakimleri olan Allah (c.c.) olduğu vahyedilen Rasulullah (s.a.s.), kendilerine son Nebî ve son Rasul olarak gönderilen, hemcinsleri olan insanlar gibi bir beşerdir… Allah (c.c), kendisini seçmiş ve vahyetmiştir.
“Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa” yani gereği şekilde iman etmiş ve imanına şirki, küfrü, bid’at ve hurafeyi karıştırmamış ise, Allah’ın emrettiği ölçüde salih amelde bulunsun, imanına şirk ve küfür karıştırmadığı gibi, ameline de şirk, küfür, bid’at ve hurafe karıştırmasın!..
Önderimiz ve biricik hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.), bir beşerdir, bir insandır… Rabbbimiz Alİah, O’na ne değer vermiş ve bize O’na karşı nasıl davranmamızı emretmiş ise, biz mü’rnin muvahhidler, Rasulutlah (s.a.s.)’e karşı öyle davranmalıyız. Bu konuda, ne ifrat, ne de tefride düşülmemesi gerekir. Her konuda Rabbimiz Allah’ın emri üzerine vasat ölçüyü titizlikle koruyan mü’min muvahhidler, bu konuda da hassas olmalıdırlar.
Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.) de, biz mü’min muvahhidleri uyarmakta ve bu konuda aşırılıktan bizleri sakındırmaktadır.
Ata b. Rabah şöyle diyor:
Rasulullah (s.a.s.)’in yanına bir zat girdi. (Bu sırada) Rasululiah bir yastığa yaslanmış oturuyordu. Önünde de içinde ekmek bulunan bir tabak vardı. Ekmeği tabaktan alıp yere koydu ve yastıktan beri çekilerek:
“Ben, sadece bir kul gibi yeyip içen, oturup kalkan bir kulum.[7]
Bu konuda bir başka önemli hadis-i şerifi İmam Ömer b. Hattab (r.a.) nakleder. Emiru’l-mü’minin Ömer (r.a.), minberin üzerinde şöyle diyordu:
Ben, Rasulullah (s.a.s.)’den işittim:
“Nasranîlerin (Hristiyanların) Meryem oğlunu (İsa’yı) batıl ve aşırı surette medhettikleri gibi, sakın sizler de beni medhde aşırı gitmeyiniz. Şübhesiz ki, Ben, ancak bir kulum. Onun için bana, Allah’ın kulu ve Rasulü deyiniz!” buyurdu.[8]
İşte bu eşsiz ve seçkin kulu, Rabbimiz Allah biz müslüman muvahhidler için hayat örneği olarak tayin buyurmuştur:
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü u-manlar ve Allah’ı çokça zikredenler için, Allah’ın Rasulünde güzel bir örnek var. [9]
Kasem ile olayın ehemmiyetini beyan buyuran Rabbimiz Allah, [10]Rasulullah (s.a.s.)’in kimler için örnek olduğunu da beyan buyurmuştur…
Kur’ân-ı Kerîm, nasıl ki, müttakîlerin hidayet rehberiyse, Rasulullah (s.a.s.) de yalnızca mü’min muvahhidler, yani Allah’ı çokça zikredenler, yani hayatlarının her anında Rabbleri Allah’ın emrettiği şekilde davrananlar içinen güzel hayat örneğidir…
Rasulullah (s.a.s.), ne sıradan bir insandır, ne de i-lâhlaştınlacak bir zattır… O, bir beşerdir ki, kendisine Risâlet ve Nübüvvet verilmiş ve mü’min muvahhid kullar için hayat örneği olarak Rabbimiz Allah tarafından seçilip vazifeli kılınmıştır.
Allah’dan başka ilâh, rab ve hâkim tanımayan, yalnızca Allah’ın kanunlarına tabi olan, ahirete iman eden, ayrıca Allah’ı çokça zikredenler, tüm hayatlarını Rasulullah (s.a.s.)’in hayatına tabi kılmalıdırlar… O’nun gibi yaşamaya gayret etmelidirler… Allah’a nasıl kulluk yapılacak ve Allah’ın rızası nasıl kazanılacaksa onu, Rasulullah (s.a.s.)’den öğrenmelidirler… Hayatın her sahasında ve her anında Örnek ve önder Rasulullah (s.a.s.)’dir… Devlet yönetiminde örnek Rasulullah (s.a.s.), hükümet icraatlarında Örnek Rasulullah, ekonominin düzenlenmesinde, hukukun adilâne olmasında örnek Rasulullah (s.a.s.),’dir… Sosyal hayatın her biriminde örnek Rasulullah (s.a.s.)’dir… Mü’min muvahhidler, böyle inanır ve böyle tatbik ederler… Bu, onların imanlarının bir gereğidir!.. Allah’ın rızasını kazanmanın vazgeçilmez şartıdır:
“De ki: Eğer siz, Allah’ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
De ki: Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin, eğer yüz çevirirlerse, şübhesiz Allah, kâfirleri sevmez.[11]
Rabbimiz Allah, mü’min muvahhid kullarının kendisine karşı olan sevgilerinin samimiyetini Rasulü (s.a.s.)’e uymak ile değerlendirmiştir. Bir mü’min kulun Allah’ı sevip sevmediğini ölçmek isteyen, o kulun Rasulullah (s.a.s.)’e karşıki tutumuna ve bağlılığına baksın!… Allah’ı seven ve Allah’ın kendilerini sevdiği kuilar, [12] Kur’ân-ı Kerîm’e tabi oldukları gibi Rasulullah (s.a.s.)’in Sünnetine de tabi olmalıdırlar… Ayet-i kerimeye dikkat edilecek o-lunursa, “Eğer siz, Allah’ı seviyorsanız bana uyun…” bu-yurulmaktadir… “Bana uyun…” ibaresi açıktır. Bunu, eğip bükmeye hiç bir ihtiyaç olmadığı gibi, buna imkân da yoktur. Kitab’a uyanlar, Kitab’ı yâni Kur’ân’ı en iyi açıklayan, sözleriyle, hâl ve hareketleriyle Kur’ân’a gereği gibi tabi olan Rasulullah (s.a.s.)’e de uymak zorundadırlar… Bu tabii oluş, Allah’a karşı sevgilerinden ileri gelmektedir… Bu sevginin tabii sonucu, Allah’ın da kulunu sevmesi ve günahlarını affetmesidir.
Allah’a itaat etmek, Kur’ân’a tabi olmak demek olduğu gibi, Rasulü’ne itaat etmek de, Rasulullah’ın Sünne-ti’ne tabi olmak demektir. Kim ki, bu hakikatten yüz çevirir, itaat etmeyi reddederse, küfretmiş, yani kâfir olmuş olur. Elbette, Rabbimiz Allah, kâfirleri sevmez. O’nun sevgisi, kendisine ve Rasulü’ne iman edip itaat edenleredir… Çünkü o mü’min muvahhid kullar da, yalnızca Allah’ı sever, Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederler… Allah’ı ve Rasulü (s.a.s.)’i sevmek ve bu sevgide samimi olmak, hem imanın, hem de kurtuluşun ölçüsüdür!..
Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) önderimiz şöyle buyurur:
“Hiç biriniz, ben kendisine, çocuğundan babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.[13]
İmam Buhâri’nin ilk rivayetinde [14]hadis şöyle başlıyor:
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki…” Kasem ile başlayan hadis, kasemden sonra gelen konunun önemini vurguluyor. Rasulullah (s.a.s.)’i, çocuğundan, babasından ve tüm insanlardan daha çok sevmeli ve sevginin gereğini yapmalı mü’min muvahhidler.
Sevmek, sevilenin sevgisini ve rızasını kaybetmemek için tüm gayret ve imkânım sarfetmektir… Sevdiğini memnun etmek ve sevgisini arttırmak için çaba sarfetmek, sevgideki samimiyetin ölçüsüdür.
Yine Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) sevgisi, şu ölçü ile izah edilmiştir:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Hiç bir kul, ben kendisine, ehlinden, malından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça (kâmü) iman etmiş sayılmaz.[15]
Böylece hiç kimsenin itirazı kalmayan kâmil imanın kâmil Ölçüsü verilmiş oldu: Mü’min muvahhidler, önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’i, anasından, babasından, hanımından, çocuklarından, kardeşlerinden, malından, mülkünden, tüm insanlardan daha çok sevecek ve Rasulullah (s.a.s.)’în hukukunu, bunların hukukundan evlâ bilecek, üstün tutup koruyacaktır!…
Rasulullah (s.a.s.)’in ümmetinden olma şerefine hak kazanan mü’min muvahhidler, O’nu, tatlı canlarından da daha çok sevmelidirler.
“Peygamber, mü’minler için kendi nefislerinden daha evlâdır ve O’nun zevceleri de, onların anneleridir. [16]
Öz nefsinin hukukunu korumaktan önce Rasulullah (s.a.s.)’in hukukunu korumalıdır mü’min muvahhidler… Canından daha çok sevmeli ve hürmet göstermeli Rasulullah (s.a.s.)’e.
Hakikî imanın tadını almanın üç şartından birisiydi: “Allah ve Rasulü kendisine başkalarından daha sevgili olmak!.. [17]
Emiru’l-mü’minin İmam Ömer b. Hattab (r.a.) yuka-nda zikredilen, Rasulullah (s.a.s.) sevmek hadisini işitince, Rasulullah (s.a.s.)’e:
Yâ Rasulullah, sen bana, canımdan gayrı her şeyden sevgilisin, deyince. Rasulullah (s.a.s.):
“Canından da ya Ömer!”, buyurmuştur. Ömer derhal: -Canımdan da, demiş. Rasulullah (s.a.s.):
“Şimdi oldu ya Ömer!” buyurmuşlar.[18] Abdullah b. Amr b. el-As (r.a.)’ın rivayetiyle “Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Sizden herhangi birinin gönlü, benim getirdiğim dine tabi oluncaya kadar hakkıyla iman etmiş olmaz. [19]
Rasulullah (s.a.s.)’i canı dahil olmak üzere her şeyden daha çok seven ve ona tabi olan mü’min muvahhidler, hayatî meselelerinde muhayyer bırakılmamışlardır. Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği vakit, erkek olsun, kadın olsun hiç bir mü’min için kendi işlerinde seçme hakkı (muhayyerlik) olmaz. Kim Allah’a ve Rasulü’ne isyan ederse, muhakkak açıktan açığa sapıklık etmiş olur.[20]
Dikkat edilirse, “Alİah ve Rasulü, bir işe hüküm verdiği vakit…” buyuruluyor. Yani Allah’ın buyurması, Kur’ân-ı Kerîm, Rasulünün buyurması, Sünnet-i Seniy-ye… Bazı garib ve zeval bulmuş zihniyete sahib olanlar, Kur’ân-ı Kerîm’i savunma ve koruma adına Rasulullah (s.a.s.)’in hukukuna tecâvüz edip O’nu devreden çıkarmak istiyorlar… Niyetlerinin durumu, Allahu âlem. Fakat hâl ve tavırlarında isyanın tamamıyla hâkim olduğu gerçeği gözler önünde… Kur’ân’ı savunacağız derken, Hadisin ve pratiğinin, yanı Sünneti inkârına gidiyor, ya da hafife alıyorlar… Bu tipler Rasulullah (s.a.s.)’e tabi olmak konusunda imtina ediyorlar…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Ümmetimin hepsi cennete girecektir. Ancak imtina edenler girmeyecektir.”
Sahabîler:
Ya Rasulullah, kimler imtina edecekler?, diye sordular.
Rasulullah:
“Her kim bana itaat ederse, cennete girecektir. Her kim de bana âsî olursa o da, (davetimi kabul ve emirlerime itaatten) çekinip imtina etmiş olur (ve cennete giremez)” buyurdu.[21]
Rabbimiz Alİah, şöyle buyurur:
“Biz, Peygamberlerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar, kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah’dan bağışlanma düeselerdi, elbette Allah’ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı.
Hayır, öyle değil, Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerden seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme içlerinde hiç bir sıkıntı bulunmaksızın tam bir teslimeyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.[22]
Yine buyurdu Rabbimiz Allah: “Kim Peygambere itaat ederse, gerçekten Allah’a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz, seni onların üzerine koruyucu göndermedik. [23]
Aynı konuda Abdullah b. Ömer (r.a.)’mn rivayetiyle önderimiz Rasulullah (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse, Allah’a isyan etmiş olur. [24]
İman etmenin şartlarından birisi de, Rasulullah (s.a.s.)’in hükmüne tam teslim olmaktır. Çünkü Rasulullah (s.a.s.)’e itaat etmek Nübüvvetin ve Risâletin gayesinin gereğidir. Çünkü bütün Peygamberler Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilmeleri için gönderilmişlerdir… Onları vazifeli kılan Rabbimiz Allah, kendilerine uyulmasını emretmiştir, mü’min muvahhid kullarına!.. Çünkü Peygamberler her ne yapıyorlarsa, Allah’ın emriyle yapıyorlar. Onlar, kendilerinden yani nevalarından bir şey yapamazlar. Böyle bir yetkileri ve arzulan da olmamıştır… Rabbimiz Allah, şöyle buyurur: “O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz.
O (söyledikleri) yalnızca vahyolunmakta olan bir vahyidir. [25]
Rasulullah (s.a.s.)’in söyledikleri vahy ve yaptıkları vahyin denetimindeydi. Bundan dolayı O’na itaat etmek
Allah’a itaat etmek idi. Ve O’na itaat etmemek, karşı çıkmak, Sünnetine göre yaşamamak, O’na isyan etmekti. Bu isyan aynı zamanda Allah’a isyan etmek olduğunu yine en doğrusunu buyuran ve tasdik olunan Rasulullah (s.a.s.), haber vermişti…
Allah’a ve Rasulullah (s.a.s.)’e itaat edenlerin, yani mü’min muvahhidlerin mükafatlarının en değerlilerinden birisi şu idi:
“Kim, Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerin nimet verdiği Peygamberler, sıddıklar (doğrular ve doğrulayanlar) şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar!…
Bu fazl (bol ihsan) Allah’dandır. Bilen olarak Allah yeter.[26]
Kişi, sevdikleriyle beraberdir. Sevdikleri, yani iyilik üzere itaat ettikleriyle beraberdir… Mü’min muvahhidler, Rasulullah (s.a.s.)’e itaat ederlerse, sıddîk ve salihlerden-dirler… Hep beraber cennette, Rabbimiz Allah’ın cemalini görme nimetine, nimetlerin en yücesine ulaşırlar…
Şöyle buyurur Rabbimiz:
“Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Peygambere itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursu”[27]
Hayat, iman ve cihaddır, yani iman ve itaat!… Dosdoğru namaz kılmak, Rasulullah (s.a.s.) gibi, zekatı vermek O’nun tayin ettiği ölçüde… Diğer meselelerde de aynı ölçü geçerlidir ve bu ölçüye dikkat edilmeli, yani Rasulullah (s.a.s.)’e itaat…
“Allah yazmıştır: Andolsun, Ben galip geleceğim ve Peygamberlerim de. Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır.
Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim bulamazsın ki onlar, Allah’a ve Rasulü’ne karşı baş kaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar. Bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır, orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı oimuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır, İşte onlar, Allah’ın fırkasıdir (Hizbullah). Dikkat edin, şübhe-siz Allah’ın fırkası olanlar felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların tâ kendileridir.[28]
Allah, mutlak galibtir ve O’nun izniyle Peygamberleri davalarıyla beraber diğerlerine galibtirler.
Allah’a ve ahiret gününe iman etmenin göstergesi, Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat ve Alİah ile Rasulü’ne isyan edenlerle ilişkisini kesmektir!… Bu isyankârlar en yakınları da olsa, mü’min muvahhidlerin tavrında yani o Allah’a ve Rasulullah (s.a.s.)’e baş kaldıranlarla dost olmama tavrında bir değişme olmaz… Bu itaatkâr durumlarından dolayı Rabbimiz Allah’ın sevgisini, yani rızasını kazanmışlar ve imanları kuvvetlenmiş, Hizbullah’tan olmuşlardır… Onlar, Allah’a güvenip dayandıkları için, Allah da onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir…
Ebu Rafı (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Herhangi birinizi tahtına (koltuğuna) yaslanmış olup, benim emrettiğim veya yasakladığım bir husus ona intikal edince (umursamadan): “Bilemem (Kur’ân’dan başka bir şey tanımam ve tabi olmam), biz, Kitabullah’da ne bulduksa, ona tabi olduk.” (Artık hadise tabi olmayız) söyler durumda bulmayayım.[29]
Aynı konuda, şu hadis meseleyi daha net açıklamaktadır.
EI-Mikdam b. Ma’diyekrib (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.), şöyle buyurdu:
“Dikkat! Kendisine benden bir hadis ulaşacak ve koltuğuna gerilmiş olduğu halde: “Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Bu Kitabta neyi helâl bulursak, onu helâl kabul eder ve neyi haram bulursak, onu haram kılarız!” diyecek olan bir adam çıkacak mı?
Oysa Rasulullah’ın haram kıldığı şey, Allah tarafından haram kılınan şey gibidir. [30]
Mesele bu kadar açık ve net iken, başka söz söylemeye ihtiyaç var mıdır? Rabbimiz Allah (c.c), Rasulullah (s.a.s.)’in mukaddes vazifesi için şöyle buyurur:
“Andolsun ki: Allah mü’minlere, içlerinden kendilerinden onlara bir Peygamber göndermekle iütufta bulunmuştur. (Ki O) onlara ayetler okuyor, onları arındırıyor ve onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar, apaçık bir sapıklık içindeydiler. [31]
Ve yine Allah, Rasulü (s.a.s.)’e şöyle buyurur:
Allah, sana Kitab ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah’ın üzerindeki fazlı çok büyüktür. [32]
Mikdam b. Mediyekrib (r.a.)’ın rivayetiyle önderimiz Rasuluüah (s.a.s.)’de bu konuda şöyle buyurur: .
“Dikkat! Bana Kur’ân verildi. Kur’ân’la beraber onun bir benzeri daha verildi.[33]
Ümmetin imamlarından ve ümmet için rahmet olanlardan İmam Şafiî Muhammed b. İdris (r.a.) Kitab ve hikmetle ilgili ayetleri zikrettikten sonra şunları söylüyor: “Er-Risâle” isimli meşhur usûl kitabında:
“Bu ayet-i kerimelerde Allahu Teâlâ, Kitab ve hikmeti zikretmektedir. Kitabtan maksad Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân ilmini bilen, itimat ettiğim âlimlere göre ise hikmet, Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’in Sünneti’dir.
Buradaki mevzumuz da, söylenene yakındır. Tabiî her şeyin doğrusunu Allahu Teâlâ (c.c.) bilir.
Zira Kur’ân-ı Kerîm, bir zikirdir. Hikmet ise, Kur’ân’a tabi kılınmıştır. Allahu Teâlâ (c.c.), kitabı ve hikmeti öğretmekle kullarına verdiği nimeti hatırlatmaktadır. Bu husus dikkate alınırsa -Allahu âlem- hikmetin, Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’İn Sünneti’nden başka bir şey olduğunu söylemek, kat’iyyen doğru değildir. [34] İmam Melik’e şu rivayet edildi. Rasulullah(s.a.s.):
“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı bağlandığınız müddetçe asla doğru yoldan sapmayacaksınız. Bunlar: Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün Sünneti’dir. [35] İrbad b. Sariyye (r.a.) şöyle demiştir. Rasulullah (s.a.s.), bize öyle bir va’z etti ki, ondan gözler(imiz) yaşardı ve kalbler(imiz) titredi. Bunun üzerine biz dedik ki:
Yâ Rasulullah, bu va’zımz, veda eden bir kimsenin va’zına benzer. Bize neleri tavsiye edersiniz?
Rasulullah buyurdu ki:
“Ben, sizi gecesi, gündüzü gibi apaydın olan (en küçük bir şübheyi kabul etmeyen gayet açık) bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar, o dinden (başka yönlere) saparlar. Sizden kim yaşarsa fazla ihtilafa şahid olacaktır. Onun için bilip tanıdığınız Sünnetime ve hidayete erdirilmiş olan Hulafay-ı Raşidinin Sünnetlerine yapışınız. Bunları dişlerinizle sıkıca tutunuz, (ya da müsîbetlere karşı dişlerinizi sıkınız). Başınızdaki halife, siyah bir köle bile olsa itaatten ayrılmayınız. Çünkü mü’min (tevazzu ve uysallığı bakımından) burnuna yular takılmış deve gibidir, hangi tarafa sevkedilirse uyar.[36]
Biricik önderimiz ve yegane hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’e itaat etme konusunda İbn Mesud (r.a.)’m bir tesbitiyle sözlerimizi bağlayalım.
Abdullah b. Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:
“Kim yarın Allah’a müslüman olarak kavuşmak isterse, şu namazlara ezan okunan yerde devam etsin. Çünkü Allah, Peygamberiniz (s.a.s.)’e Sünen-i Hûda’yı meşru kılmıştır. Bu namazlar da, Sünnet-i Hûda’dandır. Şayet cemaatı terk edip namazı evinde kılanın yaptığı gibi siz de evlerinizde kılarsanız, Peygamberinizin Sünnetini terk etmiş olursunuz, Peygamberinizin Sünnetini terk ederseniz, muhakkak delâlete düşersiniz. Hiç bir kimse yoktur ki, tertemiz abdestini alsın, sonra şu meclislerden birisine gitsin de Allah, ona attığı her adım mukabilinde bir sevab yazmasın, her adım mukabilinde onu bir derece yükseltmesin. Ve her adım mukabilinde onun bir günahım affetmeşin! Vallahi, ben öyle günümüzü görmüşümdür ki, nifakı malûm münafıkdan başka hiç birimiz cemaatı terk etmiyordu. Vallahi insan, iki kişi arasında bacakları yerde sürünerek (mescide) getirilir de safa durdurulurdu.[37]
Ve yine Abdullah b. Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:
Eğer mescidleri terk eder de (farz) namazlarınızı evlerinizde kılarsanız, Peygamberinizin Sünnetini terk etmiş olursunuz. Peygamberinizin Sünneti’ni terk ederseniz (adım adım küfre yaklaşır) kâfir olursunuz.[38]
[1] Nahl, 16/43,44
[2] Fetih, 48/23
[3] Ahzâb, 33/62
[4] Bkz. Bakara, 2/193
[5] Fâtır, 35/43 Aynı konuda diğer ayetler için bkz. En’am, 6/34, Yunus, 10/64, Rûm, 30/30.
[6] Kehf, 18/110
[7] Ahmed b. Hanbel. Kitabu’z-Zühd, çev. Mehmet Emin İnsanoğlu, Ist-1993,C.l,sh.l7,Hds.l9,21
[8] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Enbiyâ, B.50, Hds.l 15 Sünen-i Dârimî, Kitabu’r-Rikak, B.68, Hds.2787.
[9] Ahzâb, 33/21
[10] Bkz. Bakara, 2/1-2
[11] Âl-iİmrân, 3/31-32
[12] Bkz. Mâide, 5/54
[13] Sahih-i Müslim, Kitabu’1-İman, B.16, Hds.70 Sahih-i Buharı, Kitabu’1-İman, B.7, Hds.7-8 Sünen-i Neseî, Kitabu’1-İman, B.19, Hds.4980-4985 Sünen-i İbn Mâce, Mukaddime, B.9, Hds.67
[14] Hds.7
[15] Sahih-i Müslim, Kitabu’1-İman B.16, Hds.6> Minen-i Neseî, Kitabu’i-îman, B.19, Hds.4981
[16] Ahzab, 33/6
[17] Sahih-i Buhârî, Kitabu’1-İman, B.8, Hds.9 -ahıh-j Müslim, Kitabu’1-İman, B.15, Hds.67-68
[18] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, İst. 1977, C.l, Sh.265.
Sahih-i Buhârî, Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, şerh:
Ahmed Naim, Ank. 1980, 6. Baskı, C.l, Sh.31, Kadı îyaz, Şifa-i Şerif, çev. Suat Cebeci, Ank.1992, Sh,309-310
[19] İmam Nevevi, Kırk Hadis, Hds.41 (İmam Nevevi’in notu: Hasen-sahih bir hadistir. Bu hadisi, Kitabu’l-Hucce’de sahih bir senet ile rivayet ettik.)
El Hindi, Kenzu’l-Uramal, C.l, Sh.217, Hds.1084. Hatib-i Tebrizî, Mişkatu’l-Mesâbih, Kitabu’l-İman, B.5, Fasıl: 2, Hds.167. İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri, çev Dr. Bekir Karlığa ve Dr. Bedrettin Çetiner, lst.1984. C.4, Sh.1751 (Nisa Suresi, 4/65. ayetin tefsirinde)
[20] Ahzâb, 33/36
[21] Sahih-İ Buhârî, Kitabu’l-İ’tisam, B.2, Hds.12
[22] Nisa, 4/64-65
[23] Nisa, 4/80
[24] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Ahkâm, B.l, Hds.l Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmâre, B.8, Hds.32
Sünen-i İbn Mâce, Kitabu’i-Cihad, B.39, Hds.2859- Mukaddime B.l
Hds.3 Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Bey’at, B.27, Hds.4175.
[25] Necm, 53/3-4
[26] Nisa, 4/69-70
[27] Nûr, 24/56
[28] Mücadele, 58/21-22
[29] Sünen-i İbn Mâce, Mukaddime, B.2,, Hds.13 Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Siinnet, B.6, Hds.4605 Sünen-İ Tirmizî, Kitabu’1-İim, B, 10, Hds.2800
[30] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.10, Hds.28,01 Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B.6, Hds.4604
[31] Âl-İlmrân, 3/164
[32] Nisa, 4/113
[33] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B.6, Hds.4604
[34] İmam Şafii, er-Risâle, Tahkik: A. Muhammed Şakir, çev. Ubeydul-lah Dalar, Ank ty. Sh.65, madde: 252-254
[35] İmam Malik, Muvatta’, Kitabu’l-Kader, Hds.3
Yeni terceme: Muhammed b. İdrİs eş-Şâfîî, Er-Risâle, çev. Prof. Dr.. Abdülkadir Şener. Prof. Dr. İbrahim Çalışkan, Ank. 1996, Sh.51, Md.252-254.
[36] Sünen-iİbn Mâce, Mukaddime, B.6, Hds.43 ve 42 Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Sünnet, B.6, Hds.4607 Sünen-i Tirmizî, Kitabu’1-llm, B.10, Hds.2815 Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.I6, Hds.96
[37] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Mesâcid, B.44, Hbr.257. Sünen-i İbn Mâce, Kitabu’l-Mesâcid, B.14, Hbr.777 Sünen-i Neseî, Kitabu’l-İmâmet, B.50, Hbr.849,
[38] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’s-Salât, B.46, Hbr.550.