Yegâne Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler, (düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi alın da savaşa bölük bölük çıkın, ya da topluca çıkın.
Şübhesiz içinizde ağır davrananlar vardır. Şayet size bir musibet isabet edecek olsa: ‘Doğrusu Allah, bana nimet verdi, çünkü onlarla beraber olmadım,’ der.
Eğer size, Allah’dan bir fazl (zafer) isabet ederse, o zaman da, sanki onunla aranızda hiç bir yakınlık yokmuş gibi kuşkusuz şöyle der: ‘Keşke onlarla birlikte olsaydım. Böylece ben de büyük kurtuluş ve mutluluğa erseydim.’
Öyleyse dünya hayatına karşılık ahireti satın alanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşırken öldürülür, ya da galib gelirse, ona büyük bir ecir vereceğiz.[1]
Bütün çağları, zamanı ve mekânı kuşatan yegâne hayat rızamı İslâm, insan hayatının her yönünü, insanın faydasına ve hayrına düzenlemiştir… İslâm’ın, insan hayatından yana cevab-Sız bıraktığı hiç bir soru, çözemediği hiç bir problem ve noksan. “ır hâlde koyduğu hiçbir yanı yoktur!.. İnsanı bir bütün olarak ele almış ve onun bütün ihtiyaçlarını giderici bir hayat proğra-mı sunmuştur… İnsanın, ferd ve toplum olarak yeryüzünde nasıl mutlu bir şekilde yaşayacağına, sağlık, barış ve huzur içinde bulunmanın ilkelerini apaçık beyan etmiştir… Ferdî, ailevî ve toplumsal bütün mes’elelerine çözüm getirir cevab vermiştir…
İslâm, insanın ihtiyacı olan ekonomik, eğitim, hukukî ve siyasî her sahayı düzenlemiş, nasıl inanıp davranacaklarını izah etmiştir… Allah’ı Rabb, İslâm’ı din, Rasulullah (s.a.s.)’i yegâne önder ve hayat örneği olarak kabul edip katıksız iman eden muvahhid mü’minler, hayatlarının her yönüyle Allah ve Rasulü (s.a.s.)’in.hükümlerine teslim olmuşlardır… Allah ve Rasulü (s.a.s.), mü’minlerin nasıl inanmaları ve nasıl davranmalarının ilkelerini beyan buyurmuştur… Mü’min müslümanlar, bu ilkelere göre inanır, bu ilkelere göre düşünür ve bu ilkelere göre yaşamaya çalışırken, bu ilkeleri hayata hakim kılmaya gayret
ederler…
Yegâne hayat nizamı İslâm’a teslim olan mü’min müslümanlar, İslâm’a göre barışır, İslâm’a göre savaşırlar… İslâm’a göre düşünür, İslâm’a göre konuşurlar… İslâm’a göre inanır, İslâm’a göre hareket ederler… Herşeyleri İslâm’dır… Onlar, İslâm ailesinin muvahhid şahsiyetleridirler… Onlar, Selman eli Farisî (r.a.) gibi, “İbnü’l-İslâm” yani İslâm’ın oğlu olduğuna i man eder ve bu gerçeği her yerde haykırırlar!..
Rabbimiz Allah, onlara barışın şartlarını beyan buyur- r, onlar hemen teslim olup uyarlar:
“Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir.[2]
“Ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavime sığınanlar ya da hem sizinle, hem kendi kavimleriyle savaşrna (istemeyip bun)dan göğüslerini sıkıntı basıp size gelenler (dokunulmazdır). Allah dileseydi, onları üstünüze saldırtır, böylece sizinle çarpışırlardı. Eğer sizden uzak durur (geri çekilir), sizinle savaşmaz ve barış (şartların)i size bırakırsa, artık Allah, sizin için onların aleyhinde bir yol kılmamıştır.[3]
“Barış daha hayırlıdır. [4]
Rabbimiz Allah, mü’min müslüman kullarına düşmanlarıyla nasıl savaşmalarının gereğini beyan buyurunca, onlar hemen teslim olup savaşın şartlarına göre amel etmeye başlamışlardır:
“(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din (egemenlik) tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur. [5]
“Onların sizlerle topluca savaşması gibi, siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takva sahibleriyle beraberdir.” [6]
“Bundan dolayı, savaşta onları yakalarsan, öyle darmadağın et ki, onlarla arkalarından gelecek olanlarfı caydır). Umulur ki, ibret alırlar. [7]
“Ve eğer antlaşmalarından sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç besleyip saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir, belki cayarlar. [8]
“Hafif ve ağır savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.[9]
Bu şekilde buyuran Rabbimiz Allah, mü’min müslüman kullarına, düşmanlarına karşı savaşırken çok iyi hazırlanmalarını, gerekli tedbirlerini almalarını, istişare sonucu bölük bölük veya topluca savaşa katılmalarını emrediyor…
İmam Kurtubî (rh.a.), bu ayette emredilen tedbirin önemini şöyle açıklıyor:
“Yüce Allah: ‘Ey iman edenler, koruma tedbirlerinizi
alın…..’ buyruğu, Muhammed (s.a.s.) ümmetinden ihlâs sahibi
mü’minlere bir hitab ve onlara, kâfirlere karşı cihad ile Allah yolunda ve şeriatı himaye etmek uğrunda savaşa çıkmak için bir emirdir. Bu âyet-i kerimenin bundan önceki buyruklarla ilişkisi yönüyle anlatım düzenine gelince: Şanı yüce Allah, Allah’a itaat ile Rasulüne itaati sözkonusu ettikten sonra, itaat ehli olan kimsere dini ihya etmek ve dâvasını yüceltme işini yerine getirmelerini emretti ve düşmanlarına nelere sahib olduklarını tecessüs edip tesbit etmedikçe ve üzerlerine nasıl gideceklerini bilmedikçe, cahilce düşmanlarının üzerlerine atılmamalarını emretmektedir. Çünkü emrolunan şekilde hareket etmeleri onlar için daha bir sevab vericidir. O bakımından: “Koruma tedbirlerinizi alın” buyurarak, savaşlara nasıl başlayacaklarını öğretmektedir. Bu ise, tevekküle aykırı değildir. [10]
Mü’min müslümanlar, çağlarının gereği olan silahlanmayı, meşru sınırlar içinde, yani İslâmî ölçülerde gündeme getirmeleri gerekir… Düşmanlarının elinde olan silahlardan daha üstün silahlarla donatılmalıdırlar… “Düşmanın silahı ile silahlan” diye bir hadis olmamakla birlikte, bu tesbit yanlış değildir, hatta “Düşmanın silahından daha üstün silahla silahlan” demek daha doğrudur… İslâm’ın haram kılmadığı ve helâl olarak beyan ettiği her yol ile, düşmanın saldırısını engelleyip onu yok ederek her silahla mücadele etmek mü’min müslümamn kulluk vazifesidir… İslâm’ın haram kıldığı herhangi bir yol ve herhangi bir silah, mü’min müslümanlar tarafından kullanılamaz… Meşru hedefe, meşru yoldan gidilir… Meşru hedefe, gayr-ı meşru yoldan gitmek mümkün değildir… Böyle gayr-i İslâmî bir yolu kullanmak hakkı, hiç bir mü’min müslümana tanınmamıştır… İslâm’a göre şartlan tamamen oluşmuş “Zaruret hâli” ve “İkrâh-ı Mülcî” durumu, kendi şartlarında değerlendirilir!..
Mü’min müslümanlar, düşmanlarına karşı gerek kültürel, gerek psikolojik ve gerekse sıcak savaş ile savaşacaklarında o konuyla ilgili bütün tedbirlerini alır, gerekeni yapar, eldeki imkânları kullanır ve yegâne Rabbleri Allah’a tevekkül ederler… Onların, Allah Teâlâ’ya tevekkül etmeleri, tedbir almalarına ters düşmediği gibi, gerekli tedbiri almak da Allah’a tevekkül etmeye aykırı değildir…
Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), nasıl tedbir alıp tevekkül edeceğimizin yolunu göstermiştir… İnsanlar, Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ne rağmen kendilerince aklî, mantıkî ve felsefî önermeler gündeme getirerek, İslâm’ın gayesine uymayan fikirleri öne sürmelerine itibar edilmez…
Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:
Bir adam:
Ya Rasulallah, onu (deveyi) bağlayıp da mı tevekkül ediyim, yoksa salıverip de mi tevekkül ediyim?
Rasulullah (s.a.s.):
“Bağla ve sonra tevekkül et!” buyurdu.[11]
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan. RusuluHah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Karanlık gecelerin (zifiri) karanlıklarına benzeyen fitneler zuhur etmeden amellere koşun! (Zira o fitneler zuhur ettiği vakit) kişi, mü’min olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayacak yahud mü’min olarak akşamlayacak, kâfir olarak sabahlayacak. Dinini bir dünya metaı mukabilinde satacak![12]
İç ve dış düsmanlanna karşı gerekli tedbirlerini alan ve her an hazırlıklı bulunan muvahhid mü’minlerin arasında onlar gibi olmayanlar da bulunabilir… Mü’min müslüman cemaat ve cemiyetin arasında bulunan, dışta onlar gibi olup, kendileriyle kalbi birliktelikleri olmayan bu tipler, mü’min müslümanlar arasında yaşamakta fakat her zaman onlara yük olmaktadırlar… Onlann morallerini bozmakta, onları üzüp rahatsız etmektedirler… zaman zaman mü’min müslümanların arasına fitne sokmakta, onlan birbirine düşürmekte ve güven ortamını fesad yerine döndürmektedirler… Mü’min müslümanlar, her hayırlı işe acele ederken, hızlı davranırken onlar, işi çok ağırdan alıyor, gönülsüz gönülsüz davranıyorlar… İslâm cephesinde bulunan muvahhid şahsiyetlerin başına bir felâket geldiğinde ve bir musibet isabet ettiği zaman, onlarla beraber bulunmadıkları için
Allah’a şükrederler:
Doğrusu Allah, bana nimet verdi. Çünkü onlarla beraber olmadım, der.”
Alemlerin Rabbi Allah, muvahhid mü’nıinlere bir zafer ve bol nimetler verdiğinde ise, niçin onlarla beraber bulunmadığına ve bunca nimetlere sahib olmadığına üzülür, böyle bir kayıp karşısında kendi paylarına rahatsız olup şöyle derler:
Keşke onlarla birlikte olsaydım. Böylece ben de büyük kurtuluş ve mutluluğa ererdim.”
Düşmanlarına karşı gerekli tedbiri alan muvahhid niü’minler, bu kaypak ve her halleriyle mü’min müslüman saflarına zararlı olan tiplere karşı da önlem almalıdırlar…
Müfessirler, bu tiplerin, mü’min müslümanlar arasında bulunan münafıklar olduğunu beyan etmişlerdir… Bir kısım müfessir ise bunların, mü’minlerin zayıfları olduğunu söylemişlerdir.[13] İslâm saflarında bozgunculuk yapan bu tiplere çok dikkat edilmesi lâzımdır…
İmam Taberî (rh.a.) şöyle diyor:
“Allah Teâlâ, bu âyetle münafıkların savaş hakkında tutumlarını bildirmektedir. Şayet onlar savaşa katılırlarsa, sadece ganimet elde etmek gayesiyle katılırlar. Eğer katılmazlarsa, kalblerindeki şübheden dolayı katılmazlar. Yoksa onlar, ne savaşa katılmaktan sevab ümid ederler, ne de katılmamaktan dolayı cezalandırılmaktan korkarlar. [14]
Mü’min müslümanlar arasında bulunan bu tipler, her hayırlı hareket hakkında isteksizlik niyeti ve hâlini gündeme getirirler… Başta namaz olmak üzere kulluk vazifelerini yerine getirmekte çok ağır davranır, üşene üşene namaza kalkarlar… Yatsı ve sabah namazlarında cemaate katılmak istemezler… Yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in peşinde yatsı ve sabah namazım kılmak, bu tiplere ağır geliyordu…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetıyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Münafıklar üzerine sabah ve yatsı (cemaat) namazlarının daha ağır hiçbir namaz yoktur. Halbuki bu iki namazda olan şeyleri bilselerdi, emekleye emekleye de olsa, onlara muhakkak gelirlerdi.[15]
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun, içimden öyle geliyor ki, emredeyim de bir çok odun toplatıp yığdırayım. Sonra namaz için ezan okunmasını emredeyim de, birine cemaate imam olsun diyeyim. Sonra o cemaatı bırakıp (namaza gelmeyen) adamların üzerlerine gidip (kendileri içlerinde iken) evlerini üzerlerine yıkıvereyim!
Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, cemaatten bu geri kalanlarınızın herhangisi, burada semiz etli bir kemik parçası, yahud iki tane iyi paça bulacağını bilir olsaydı, elbette yatsı namazına gelip hazır bulunurdu. [16]
Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in münafıklara ve hayırlı amellere karşı gevşek davrananlara karşı net tavrı bu hadislerde apaçık ortaya konulmaktadır… Ümmet de, her konuda olduğu gibi bu konuda da önderi Rasulullah (s.a.s.)ı takib etmeli ve asla tavizkâr davranmamalı, ihmalkâr olmamalıdır!..
Rabbimiz Allah, mallarım ve canlarını cennet karşılığı kendisine satan muvahhid kullarına[17] şöyle seslenir:
“Öyleyse dünya hayatına karşılık ahireti satın alanlar,
Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşırken öldürülür ya da galib gelirse, ona büyük bir ecir vereceğiz.”
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) bu âyetin tefsirinde şunları beyan eder:
“Bu, ‘Alİah yolunda savaşan herkese, ister düşman tarafından öldürülmüş olsun, ister düşmana galib gelip (gazî) olsun, büyük mükâfaat vereceğiz’ manasınadır. Bu büyük mükâ-faat, şerefli ve devamlı olan yüce, hâlis bir menfaattir. Bu iki ihtimalin dışında, bir üçüncüsünün olmayacağı herkesçe malumdur. Her iki ihtimalde de, mükâfat tahakkuk edeceğine göre, cihaddan daha şerefli bir şey yoktur. Bu da, mücahidin, kafasına mutlaka şu iki hususu, yani ya şehid edileceğini, yahud da düşmana galib gelip onu ezeceğini iyice yerleştirmesi gerektiğine delâlet eder. Çünkü mücahid, buna iyice azmettiğinde, düşmandan kaçmaz ve savaştan geri durmaz. Fakat bu azim olmadan savaşa katılırsa, çabukça firar eder. İşte Cenâb-ı Hakk’ın, “öldürülür veyahud galib gelirse” buyruğu ile, iki ihtimali de belirtmesinin mânâsı budur.[18]
Ebedî ahiret hayatındaki cennet yurdunu, geçici dünya yurduna tercih eden muvahhid mü’minler, Allah yolunda bütün gayretlerini sarfederek kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalışırlar… Alİah yolunda olmaya gayret ederken, kendisini bu yoldan alıkoyan her türlü engelleyici olan ile savaşır… onunla mücadele eder… Onu, bertaraf ederek yoluna devam etmeye çalışır… Elbette bu mücadele ve mücahede, büyük bir gayret ister… Yılmadan, yorulmadan ve usanmadan çalışıp çabalamak ister… Ölmek, öldürmek, galib gelmek ve mağlub olmak, bu yoldaki imtihanın gereğidir…
Rabbimiz Allah, yalnız kendisine iman edip ibadet eden muvahhid mü’min kullarını, bu cihadda başarıya ulaştıracağını beyan buyurur… Eğer düşmanları tarafından öldürülecek olurlarsa, Allah katında diri ve mükâfata ulaşan şehid olurlar… Eğer düşmanına galib gelirlerse, muzaffer gazı olurlar… Ya şe-hadet, ya zafer… iki güzel şeyden birisi!..
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kendisini (evinden sırf) Allah yolunda cihad etmek ve kelimetullaah’ı tasdik etmek niyeti çıkararak Allah yolunda cihad eden kimseye Allah onu, şehid olmak suretiyle cennete girdirmeyi, yahud içinden çıkmış olduğu meskenine sevabla, yahud ganimetle salimen döndürmeyi tekeffül etmiştir.[19]
Abdullah b. Amr (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Allah yolunda savaşarak ganimet alan hiç bir ordu yoktur ki, ahirette alacakları ecirlerinin üçte ikisini peşin almış olmasınlar. Kendileri için üçte biri kalır. Ganimet alamazlarsa, ecirleri kendilerine tamam verilir.[20]
[1] Nisa, 4/71-74.
[2] Enfal, 8/61.
[3] Nisa, 4/90.
[4] Nisa, 4/128.
[5] Bakara, 2/193, Enfal, 8/39.
[6] Tevbe, 9/36.
[7] Enfal, 8/57.
[8] Tevbe, 9/12
[9] teybe, 9/41-
[10] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 5, Sh. 316-317.
[11] Sünen-i Tirmizî, Kitabu Sıfatu’l-Kıyame, B. 22, Hds. 2636. Kuzâî, Şihâbü’l-Ahbâr, Sh. 130, Hds. 404. Hadisin tahkiki için Bkz. Aclunî, Keşfu’1-Hafa, C.1, Sh.144, Hds. 418.
[12] Sahih-i Müslim, Kitabu’1-İman, B. 51, Hds. 186. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, B. 27, Hds. 2291. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Fiten, B. 2, Hds. 4259. Sünen-i ibn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 10, Hds. 3961.
[13] Bkz. Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 8, Sh. 156-157.
[14] et-Taberî, A.g.e. C. 3, Sh. 41.
[15] Sahih-i Buhârî, Kitabu’1-Ezan, B. 34, Hds. 50. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Mesacid, B. 42, Hds. 252. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-İmamet, B. 45, Hds. 843. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Mesacid, B. 18, Hds. 797. Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Salat, B. 53, Hds. 1273.
[16] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Ahkâm, B. 53, Hds. 80. Kitabu’1-Ezan, B. 29, Hds. 41.
Sünen-i Neseî, Kitabu’l-İmamet, B. 49, Hds. 848. Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Salat, B. 54, Hds. 1277. İmam Malik, Muvatta’, Kitabu Salatu’l-Cemaat, Hds. 3.
[17] Bkz. Tevbe, 9/111.
[18] Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 8, Sh. 161.
[19] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Humus, B. 8, Hds. 31.
Kitabu’t-Tevhid, B. 28, Hds. 83. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B. 28, Hds. 104. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B. 1, Hds. 2753. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Cihad, B. 14, Hds. 3108.
Kitabu’1-İman, B. 24, Hds. 4996-4997. Sünen-i Dârimî, Kitabu’l-Cihad, B. 2, Hds. 2396. İmam Malik, Muvatta’, Kitabu’l-Cihad, Hds. 2.
[20] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B. 44, Hds. 153-154. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 12, Hds. 2497. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Cihad, B. 15, Hds. 3111. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B. 13, Hds. 2785. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 2, S. 169.