Yegâne Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin (savaştan kaçmayın).
Kim onlara, böyle bir günde -yine savaşmak için bir yana çekilen, ya da başka bir bölüğe katılmak için yer tutanın dışında- arkasını çevirirse, gerçekten o, Allah’dan bir gazaba uğramıştır ve onun barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o!
Onları, siz öldürmediniz amma onları Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, amma Allah attı. Mü’minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şübhesiz Allah, işitendir, bilendir.
Sizin hâliniz işte budur. Gerçekten Allah, kâfirlerin hileli düzenlerini boşa çıkaracaktır.[1]
İman edenler ve imanlarında sadık olanlar, Rabbleri Allah Teâlâ’dan gelen her emre itarazsız itaat ederken kendilerine yasaklanan her şeyden hiç bir tereddüd ve itiraz etmeden uzaklaşırlar… Onlar, katıksız ve kesin iman etmişlerdir ki, Rabbleri Allah Teâlâ, onların faydasına olan şeyleri emretmiş ve zararlı olacak şeyleri de yasaklamıştır…
Alİah Teâlâ, mü’min müslüman kullarına, düşmanları olan kâfirlerle savaşmak üzere karşılaştıkları zaman, onlarla savaşmalarını ve onlardan asla kaçmamalarını emrediyor… Her zaman beyan edildiği üzre, yegâne hayat dini ve âdil dünya nizamı İslâm, barış dinidir… İslâm, Önce barışı ve kardeşliği emreder… Barışın esas olduğunu açıklar… Savaşı, ya barışın gerçekleşmesi, ya da bozulan barışın yeniden düzeltilmesi için emreder… Savaş, bansın sağlanması içindir…
Abdullah ibn Ebi Evfâ (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.), düşmanla karşılaştığı bazı savaş günlerinde (hemen savaşa başlamayıp) tâ güneş semâ ortasından batıya meyledinceye kadar bekleyip düşmanı gözetledi. Sonra ordu içinde ayağa kalktı da:
“Ey insanlar, düşmanla karşılaşmak (savaşmak) temenni etmeyiniz. Allah’dan afiyet isteyiniz. Fakat sizler, düşmanla karşılaştığınız zaman (savaşın bütün şiddetine karşı) sabrediniz. Ve biliniz ki cennet, muhakkak kılıçların gölgeleri altındadır.” buyurdu.
Bundan sonra şu duayı yaptı:
“Ya Alİah! Ey kitabı indiren, ey bulutlan akıtıp yürüten, ey toplanıp gelmiş olan düşman ordularını bozup dağıtan (Allah’ım)! Sen, düşmanları bozguna uğrat, onlar üzerine bizleri galib kıl, yardım et![2]
Abdullah b. Amr (r.a.)’m rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin ve Allah’dan sağlık isteyin! O (düşmanlarla) karşılaştığınızdaysa dayanın ve Allah’ı çokça anın! Sonra şayet onlar, gürültü, patırtı eder, bağınp çağırırlarsa, siz susun! (Ve onlar, size yaklaştığında Allah’a sığınıp üzerlerine hücum edin!)[3]
Kays b. Abbad (r.a.) şöyle demiş:
Rasulullah (s.a.s.)’in Sahabîleri (düşmanla) savaşırken ses çıkarmayı çirkin görürlerdi. [4]
Mü’min müslümanlar, her zamanda ve her mekânda ba-nştan yana oldukları için, savaşı, ilk başlatan olmamaya gayret etmişlerdir… Fakat mecbur bırakılmışlar ise, elbette Allah yolunda savaşmaktan asla çekinmezler… Mü’min müslümanlar, isterler ki, düşmanları onlar gibi iman etsin ve kardeş olsunlar… Eğer bu teklifleri, düşmanlan tarafından kabul görmezse ikinci teklifleri, İslâm’ın yüceliğini kabul edip barış içinde, İslâm’a boyun büksünler ve İslâm Devleti’nin gayr-ı müslim vatandaşı olarak yaşayıp cizye versinler… Bu iki hâl, barış içinde yaşamaktır… Eğer bu teklifler kabul görmezse, savaş mecburî olur. [5] Kaçınılınız hâle gelen savaşa girişen İslâm ordusu, arzu edilen barışı gerçekleştirmek için var gücüyle direnir… Savaştan kaçmaz, Rabbi Allah’a dayanıp güvenir ve devamlı O’ nu anar… Hem kalî, hemde fiilî dua hâlinde olur!..
“Onlar (mü’minler), Calût ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: ‘Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, adımlarımızı sabit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.[6]
“Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğiniz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge. Sen, bizim Mevlâ-mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” [7]
Rabbimiz Allah, mü’min müslüman kullarına, düşman ordusuyla karşı karşıya geldiklerinde direnmelerini ve Allah’ı çokça anmalarını emredip kurtuluş yolunun böyle davranmak olduğunu beyan buyuruyor… Muvahhid mü’minler, Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat etmeli, birbirine sımsıkı bağlanmalı, birbiriyle çekişmemelidir… Eğer birbirine düşer, çekişirlerse yıl-gınlaşrp çözülür, güç ve kuvvetten düşerler… Bu konuda çok sabretmeli ve direnç gösterilmelidir…
Rabbimiz Alİah şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklılık gösterin ve Allah’ı çok zikredin ki, kurtuluş (felah) bulaşınız.
Allah’a ve Rasulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin, şüb-hesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.
Bir de yurtlarından refahtan şimanp azıtarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve (halkı) Allah’ın yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Alİah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatandır. [8]
Kâfir ve müşrik düşman ordusuyla karşılaşan ve savaşmak zorunda kalan İslâm ordusu sebat gösterip sabırlı davranmalıdır… Asla savaştan kaçmamalı ve direnmelidir… Bilinmeli ve inanılmalıdır ki, böyle bir savaştan özürü olmadan kaçmak, insanı helak eden yedi şeyden biridir…
Ebu Hüreyre (r.a.)’m rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulüllah (s.a.s.):
“Helak edici olan yedi şeyden çekininiz:
Düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak.[9]
İmam Kurtubî (rh.a.), Allah yolunda savaş sırasında, “kâfirlerin önünden mü’minlerin kaçmamalarının şartlan'”nı beyan ederken şöyle diyor:
“Aziz ve Celîl olan Allah, bu âyet-i kerimede mü’minle-re, kâfirlerin Önünden arkalarını dönüp kaçmamalarını emretmektedir. Bu emir ise, mü’minlerin karşısındaki düşman sayısının iki kat olmamışı şeklinde nass ile bağlanan şart ile kayıt-lıdr. Dolayısıyla mü’minlerden bir kesim, mü’minlerin iki katı bulunan bir müşrik topluluğu ile karşılaşacak olursa, farz olan, onların önünden kaçmamaktır. İkiye karşı bir hâlinde kaçan kişi savaş kaçkınıdır. Ancak bire karşı üç hâlinde kaçan kişi, savaş kaçkını değildir ve tehdit, ona yönelik olmaz.
Savaştan kaçmak, Kur’ân-ı Kerim’in zahiri gereğince ve imamların çoğunluğunun ittifakı ile helak edici büyük bir günahtır. Onlardan bazıları da -birisi de “el-Vadiha” da görüşünü ortaya koyan Îbnü’l-Macişûn’dur- şöyle demektedir:
Bu hususta düşman sayısının kaç kat fazla olduğu, güç ve hazırlık göz önünde bulundurulur. Onların görüşlerine göre, eğer müşriklerin sahib oldukları savaş gücü ve kahramanlık, kendilerinin iki kat fazlası ise, yüz süvarinin, yüz süvariden kaçması caiz olur.
Cumhurun görüşüne göre ise, yüz kişinin ancak ikiyüz kişiden fazla düşman ile karşılaşması hâlinde kaçmaları helâldir. Müslüman, ne zaman ki, bire karşı ikiden fazla düşmanla karşılaşacak olsa geri dönüp kaçması caiz olur. Bununla birlikte sabretmek, daha güzeldir.[10]
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Ey Peygamber, mü’minleri savaşa karşı hazırlayıp teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, ikiyüz (kişiyi) mağlub edebilirler. Ve eğer içinizde yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar, (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.
Şimdi Allah, sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za’f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır. Eğer sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah sabredenlerle beraberdir. [11]
Abdullah ibn Abbas (r.anhuma) şöye demiştir: “Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, ikiyüz (kişiyi) mağlub edebilirler, [12] âyeti indiği zaman, mü’minler üzerine birinin, on düşmandan kaçmaması farz kılındığında bu, müslümanlara ağır geldi.
Akabinde şu hafifletme hükmü geldi de Allah, şöyle buyurdu:
“Şimdi Allah, sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za’f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır.[13]
İbn Abbas (r.anhuma):
Allah, mü’minlerden sayıyı hafifletince, onlardan ha-fifletilen mikdar mukabilinde sabırdan eksildi, demiştir.[14]
Allah yolunda, Alİah için, Allah’ın ve muvahhid mü’minlerin düşmanlarıyla savaş… Allah’ın hükümlerinin yerine kendi hükümlerim geçirip, Allah’ın hükümlerini bir yana bırakarak, heva ve heveslerinden kaynaklanan hükümlerle Allah’ın kullarına egemen olanlarla mücadele… Onların zulüm ve sömürülerini, zulmedip sömürdükleri mustaz’af mazlumların üzerinden kaldırma çalışması… Hakka karşı savaş açmış, batılı ile savaşma çabası… İşte muvahhid mü’minlerin vazifesi!.. Başkumandanı Rasuîullah (s.a.s.) olan İslâm ordusunda şirk ve küfür ordusuna karşı savaşan muvahhid mü’minler, düşmana sırtım çevirip savaş meydanını terk ederek savaştan kaçamazlar… Böyle bir davranış, insanı helak eden bir davranıştır… Büyük günahlardandır,..
Ebu Said el-Hudrî (r.a.) şöyle demiş:
Bu hüküm, Bedir Savaşı içindi. O sırada müslüman-lann, Rasulullah (s.a.s.)’den başka katılacakları bir askeri birlikleri yoktu. Bedir’den sonra ise, artık müslümanlar, birbirlerine destek olan birlikler meydana getirdiler.[15]
Bedir savaşı örneği gibi, hangi çağda ve dünyanın neresinde olursa olsun, batıla karşı hak cephesinde yer alan İslâm ordusunun her kahraman mü’min müslüman ferdi, başında Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat eden, Allah’ın hükümleriyle hükmeden bir kumandanı olduktan sonra Allah yolunda her zaman savaşa hazırdır… “İlâ-yı Kelimetullah” yani “Allah’ın kelimesi en yüce olsun” diye savaşan, ancak Allah yolunda olur… Allah yolunda ve Allah için olmayan hiç bir hareket, muvahhid mü’min tarafından kabul edilemez ve amel hâline getirilemez… Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun muvahhid mü’minler, ancak Allah yolunda ve Allah için savaşır, tağut yolunda olmayı ve tağut için savaşmayı asla kabul edemez!..
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tağut yolunda savaşırlar. O hâlde şeytanın velileri (dostlan) ile savaşın. Şübhesiz şeytanın hilesi pek zayıftır.[16]
Ebu Musa el-Eş’arî (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.)’e bir kimse geldi de:
Bir kısım kimseler, ganimet malı için savaşır, bir kısım kimseler de insanlar arasında adının söylenip övülmesi için savaşır, bir kısım insanlar da yiğitlikteki mevkii derecesi görülsün diye cihad eder. Şu hâlde Allah yolunda cihad eden kimdir? diye sordu.
Rasulullah (s.a.s.):
“Her kim, İlâ-yı Kelimetullah için (Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye) savaşırsa, onunkisi Allah yolundadır. [17]
Bedir Savaşı günü, muvahhid mü’minler, “İlâ-yı Keli” için İslâm ordusunda yerlerini almış, kâfir ve müşriklerle savaşmışlardı… Tağut yolunda savaşan kâfirler de, İslâm’a ve mü’min müslümanlara karşı küfür ve şirk ordusunda yerlerini alıp savaşa başlamışlardı… Hakka karşı savaşan batıl ordusunun askerleri olmuş, Allah’ın hükümleri, yani İslâm egemen olmasın, küfür ve şirk ile yöneten zalim tağutlann egemenliği devam etsin diye İslâm ve mü’min müslümanlarla savaşıyorlardı…
Hak ve batıl mücadelesi konusunda, dünyanın her yeri Bedir meydanı ve her gün de Bedir günüdür!..
Bundan dolayı mü’min müslümanlar, çok dikkatli davranmalı, imanla beraber takva ve ilim de olmalıdır… Dostunu, düşmanını iyi tanımalı… Dostuna dost, düşmanına düşman olmalı… İslâm saflarında yerini almalı… Tevhid ordusunun bir askeri olduğunu unutmamalı ve Ebu Cehil’in başkumandanı olduğu tağutun şirk ordusuna kesinlikle katılmamalı… Çünkü Bedir’de, Ebu Cehil’in ordusunda yer almış, kendisini müslü-man kabul edenler vardı…
İkrime (rh.a.)’den.
Abdullah ibn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:
Müslümanlardan (Mekke’de kalıp hicret etmeyen) bir takım insanlar, Rasulullah (s.a.s.) zamanında müşriklerle beraber olarak onların camiasını çoğaltıyorlardı. Bedir savaşı sırasında düşman safflan arasında bulunan bu kişilere ok atılıyor ve atılan ok, varıp bunlardan birisine isabet ediyor ve onu öldürüyordu, yahud kılıçla vurulup öldürülüyordu.
Bunun üzerine Allah:
“Melekler, kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: ‘Nerde (ne işte) idiniz?’ Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (mustaz’aflar) idik’ derler. (Melekler de:) ‘Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o.” [18]
Apaçık gerçek bu olduktan sonra, dünyanın neresinde olursa olsun hiç bir muvahhid mü’min, Ebu Cehil*in tağut ordusunda bulunamaz, onlarla beraber olup İslâm’a ve mü’min müslümanlara karşı savaşamaz
İslâm ordusunun kahraman bîr eri olan katıksız iman sahibi muvahhid bir mü’min, Rabbimiz Allah’ın kendisine verdiği ruhsatı kullanarak ve şartlarına riâyet ederek, ordudaki bulunan yerini değiştirebilir…
“Kim onlara, böyle bir günde -yine savaşmak için bir yana çekilen ya da başka bir bölüğe katılmak için yer tutanın dışında- arkasını çevirirse, gerçekten, o, Allah’dan bir gazaba uğramıştır ve onun barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o!” [19]
Ebu Said el-Hudrî (r.a.), bu âyetin Bedir savaşı günü inmiş olduğunu beyan etmiştir. [20]
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu âyetin tefsirinde şunları beyan eder:
“Müfessirler, bu hükmün Bedir gününe mi tahsis edilmiş olduğu, yoksa mutlak mânâda her zaman mı söz konuu olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.
1) Bu cümleden olarak, Ebu Said el-Hudrî, Hasan el-Basrî, Katâde ve Dahhâk’tan nakledildiğine göre bu hüküm, Bedir günü düşmana sırtını çevirip kaçan kimselere mahsustur. Bu zatlar şöyle demişlerdir:
Bu hükmün, Bedir gününe mahsus olmasının pek çok sebebi vardır:
a) Şübhesiz Hz. Peygamber (s.a.s.), Bedir’de hazır bulunuyordu. Binaenaleyh O, orada bulunuyorken, başka topluluklar nazar-ı dikkate alınamaz. Bu da, ya diğer birliklerin Pey-gamber’e müsavi olmayıp, aksine Hz. Peygamber’in diğer birliklerden daha yüce ve daha kıymetli olmasından, veyahud da Cenab-i Hakk’ın, Hz. Peygamber’e yardım ve muzafferiyeti va’detmiş olmasındandır. Binaenaleyh, onların diğer cemaatlere gitmeleri, onlara iltihâk etmeleri caiz değildir.
b) Allah Teâlâ, Bedir’e katılanlar hakkında işi sıkı tutmuştur. Çünkü Bedir savaşı, ilk cihad hareketi idi. Binaenaleyh, Bedir’de müslümanlar için bir bozulma söz konusu olsaydı, bu bozgundan (İslâm’ın aleyhine) büyük zararlar, büyük çatlaklar ortaya çıkardı. İşte bundan dolayı, onlara bu konuda çok sıkı davranılması gerekmişti. İşte yine bu sebeble Cenab-ı Hak o gün, esirlerden fidye almayı nıen’etti,
2) Bu âyette, zikredilen bu hüküm, bütün harbler için geçerli olan umumî bir hükümdür. Bunun böyle olduğunun delili ise, Cenab-ı Hakk’ın: “Ey iman edenler, toplu bir hâlde kâfirlerle karşılaştığınız zaman…” buyruğunun umumî bir ifade olup, bütün harbleri ve durumları içine almasıdır. Bu konuda nihaî söz olarak şunu diyebiliriz:
Bu âyet, her ne kadar Bedir harbi hakkında nazil olmuşsa da, ibret çıkarılacak hüküm, sebebin hususî olması değil, lafzın umumî olması itibariyledir.
Âlimler, diğer birliklere katılıp iltihâk etmenin ordu büyük olduğu zaman mahzurlu olup olmadığı, yahud da ordunun sayısı az olduğunda, cephede çakılıp kalmanın gerekli olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimler, ordunun sayısı kalabalık olduğunda, bunun caiz olmayacağını söylerken, bazıları da bütün durumların eşit ve müsâvî olduğunu söylemişlerdir ki bu görüş, âyetin zahirine daha uygun olan bir görüştür. Zira âyetin zahirinde, bu iki durum arasında fark belirtilmemiştir.[21]
İmam Taberî (rh.a.) âyetin, Bedir’de savaşanlar hakkında nazil olmasına rağmen hükmünün, bütün mü’minler için geçerli olduğunu, bu itibarla, herhangi bir mü’minin bir taktik kullanma veya başka bir birliğe katılma dışında, savaştan kaçmasının haram olduğunu, buna rağmen savaştan kaçarsa, Allah’ın affetmesi dışında âyetin neshedildiğini gösteren kesin bir delil olmadığından, muhkem olduğun belirtmiştir. [22]
Yegâne önderimiz Rasululullah (s.a.s.), savaştan kaçmış olanın, işlemiş olduğu suçtan pişman olup tevbe etmesi sonucu günahının bağışlanacağım beyan buyurmuştur… Günahkârın tevbesi, işlemiş olduğu günahdan tamamen pişman olup vazgeçerek kendisini düzeltmesi ile gerçekleşir…
Zeyd (b. Bula, r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.)
“Kim:
Kendisinden başka İlâh olmayan hayy ve kayyum olan Allah’dan beni bağışlamasını dilerim, O’na tevbe ederim, derse, -savaştan kaçmış bile olsa- günahları bağışlanır.[23]
Muvahhid mü’minler, İslâm ordusunda küfre ve şirke taraftar olanlara karşı savaşırken sabırlı olur ve direnirlerse, Allah’ın yardımı kedilerine ulaşır… Rabbimiz Allah, Bedir savaşı ve Huneyn savaşı sırasında nasıl yardım etmişse, [24] yalnız O’-nun rızası için ve O’nun yolunda savaşan bütün mü’min müs-lüman kullarına yardım eder…
Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:
“Ey Peygamber, sana ve seni izleyen mü’minlere Allah yeter. [25]
“Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: ‘Nice küçük topluluklar, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galib gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir. [26]
Abdullah ibn Ömer (r.anhuma) anlatıyor:
Kendisi, Rasulullah (s.a.s.)’in (düşmana baskın yapmak üzere gönderdiği) seriyyelerinden birinde imiş.
Askerler, tamamen bozguna uğradılar. Ben de, bu bozguna uğrayanlar arasında idim. (Bu kargaşalıktan kurtulup da bir kenara) çıkınca:
(Şimdi) ne yapacağız? Biz, savaştan kaçtık. (Allah’ın) gazab (ı) ile geri döndük, demeye başladık ve:
Medine’ye girelim, (gündüzün) orada kalalım, (geceleyin) bizi hiç kimse görmeden (evlerimize) gideriz, dedik.
Ve Medine’ye gir(meye kesinlikle karar ver)dik. (Fakat) hemen arkasından da:
Eğer biz, Rasulullah (s.a.s.)’e (varıp da) durumumuzu arzetseydik (daha hayırlı olurdu. O zaman) eğer bize tevbe gerekiyor idiyse (tevbe eder, ondan sonra tevbekâr olarak Medine’de) kalırdık. Eğer bundan başka bir şey (yapmamız gerekiyor) idiyse, (Medine’den) gider (o görevi yerine getirir)dik, dedik.
Bunun üzerine sabah namazından önce Rasulullah (s.a.s.)'(i beklemek) için oturduk. (Evinden çıkınca kendisine (doğru) ayağa kalktık ve:
Biz, savaştan kaçanlarız! dedik.
“Hayır! Bilâkis siz, tekrar savaşa dönen kimselersiniz.” buyurdu.
Biz de, yaklaşıp elini öptük. Bunun üzerine:
“Ben de, müslüman birliğinden bir kimseyim.” buyurdu.[27]
Emirü’l-mü’minin İmam Ömer ibnü’l-Hattab (r.a.) Me-cusî ordusunun çokluğundan İran arazisinde bir köprü üzerinde öldürüldüğü zaman Ebu Ubeyd hakkında:
Şayet bana dönüp gelseydi, ben onun için (katılacağı) topluluk olurdum. Ben, her bir müslümamn (katılacağı) topluluğum, demiştir. [28]
Rabbimiz Allah, yalnız O’nun yolunda ve O’nun için, O’nun düşmanlarıyla savaşan muvahhid mü’min kullarının her zaman yanlarında olmuş ve onlara yardım etmiştir…
“Onları, siz öldürmediniz amma onları Allah öldürdü……”
İmam Kurtubî (rh.a.) şöyle diyor:
“Yüce Allah’ın: ‘Onları, siz öldürmediniz amma onları Allah öldürdü’ buyruğu ile Bedir günü kasdedilmektedir.
Rivayete göre Rasulullah (s.a.s.)’in Ashabı, Bedir’den geri döndüklerinde herbiri, kendisinin yaptıklarını sözkonusu etmeye başlayarak:
Ben, şu kadar kişi öldürdüm, şunu yaptım, demeye koyuldu.[29]
İşte onların bu ifadelerinden karşılıklı övünme ve benzeri hâller ortaya çıktı. Öldürenin de, herşeyi takdir edenin de yüce Allah olduğunu, kulun ise, bu işe yalnızca kesbi ve kas-dı ise katıldığını bildirmek üzere bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu âyet-i kerime aynı zamanda “kulların fiilleri, kullar tarafından yaratılmaktadır” diyenlerin görüşlerini de reddetmektedir.
Şöyle de açıklanmıştır: Yani, onları siz öldürmediniz. Fakat Allah, onları sizin önünüze sürüklemek ve sonunda onlara karşı size imkân vermek suretiyle onlan öldürdü.
Bir diğer açıklama şekli de şöyle yapılmıştır: Fakat Allah, size yardım olmak üzere göndermiş olduğu melekler vasıtasıyla onları öldürdü. [30]
“Attığın zaman sen atmadın, amma Allah attı…..”
imam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) bu âyeti şöyle açıklamıştır.
“Attığın bir avuç toprağı, hakikatte sen atmadın. Çünkü senin atmanın tesiri, ancak diğer insanların atmasının tesirinin ulaşacağı yere kadar ulaşır. Ancak bil ki onu, Allah attı. Çünkü Allah, o toprağının bütün parçalarını, o müşriklerin gözlerine kadar ulaştırıp oralara girdirendir. Binaenaleyh, şekil itibariyle atma işi, Peygamber (s.a.s.)’den sadır olmuştur. Amma onun tesiri ise, Allah’dandır, demektir. İşte bu mânâdan dolayı, âyetteki ifadelere, nefy-isbat şeklinde getirilmiştir.[31]
Bu mucizeyi, Abdullah ibn Abbas (r.anhuma) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.), Bedir günü iki elini semâya kaldırarak:
“Ya Rabbi, bu küçük topluluğu helak edecek olursan, yeryüzünde sana bir daha ebediyen ibadet edilmez.” diye dua etti. [32]
Bu sırada Cebrail (a.s.) gelip O’na: Bir avuç toprak al! Onu, müşriklerin yüzüne at! dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Ali (r.a.)’a: “Bana, bir avuç kumlu toprak ver!” buyurdu. Ali, kumlu toprağı getirince Hz. Peygamber, onları kâfirlerin yüzlerine doğru:
“Yüzleri kararsın, çirkin olsun!” diyerek fırlattı.
Bu atılan kumlardan gözlerine, burun deliklerine, ağızlarına isabet etmedik tek bir müşrik dahi kalmadı. Sonra mü’minler gelip onlardan bir kısmını öldürüp, bir kısmını da esir aldılar. Böylece onların hezimetlerine, Peygamber (s.a.s.)’in atmış olduğu bir avuç kumlu toprak neden olmuş oldu.
Bunun üzerine Allah:
“Attığın zaman sen atmadın, amma Allah attı.[33] âyet-i kerimesini inzal buyurdu.[34]
Madem ki, hakikat budur ve Allah Teâlâ, muvahhid mü’min kullarına savaş meydanında asla yalnız ve yardımsız bırakmıyor, o hâlde O’nun yolunda ve O’nun için düşmanlarla savaşmaktan hiç bir zaman çekinmemek gerekir!..
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Ey iman edenler, ne oldu ki size, Allah yolunda savaşa kuşanın denildiği zaman, yer(iniz)de ağırlaşıp kaldınız? Ahiret-ten (cayıp) dünya hayatına mı razı oldunuz? Amma ahiretteki-ne (göre) bu dünya hayatının yaran pek azdır.
Eğer savaşa kuşanıp çıkmazsanız, O (Allah), sizi pek acı bir azabla azablandıracak ve yerinize bir başka topluluğu getirip değiştirecektir. Siz, O’na hiç bir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, herşeye güç yetirendir.[35]
Allah yolunda ve Allah için olan bu savaş, Allah’ın hükmünü beğenmeyip kabul etmeyen ve onun yerine il anlaştırdıkları nevalarından kaynaklanan hükümleri koyup uygulatan zalim tağutlarla, en yakınından, en uzağına doğru gerçekleşmelidir… İslâm’ı tebliğ ve İslâm’a davet hareketi de, en yakında olandan başlamalı ve halka halka genişlemelidir…
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Ey iman edenler, inkâr edenlerden size en yakın olanlarla savaşın. Sizde bir güç ve caydırıcılık görsünler. Ve bilin ki, gerçekten Allah, takva sahibleriyle beraberdir.[36]
“(Öncelikle) en yakın hısımlarını (aşiretini) uyar! [37]
[1] Enfal, 8/15-18.
[2] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 55, Hds. 228.
Kitabu’t-Temennî, B. 8, Hds. 12.
Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 6, Hds. 39-20. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 89, Hds. 2631.
[3] Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Siyer, B. 6, Hds. 2445.
[4] Sünen-i Ebu Davud, Kİtabu’l-Cihad, B. 102, Hbr. 2656-2657.
[5] Bkz. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 2, Hds. 3. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 82, Hds. 2612. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B. 38, Hds. 2858. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’s-Siyer, B. 47, Hds. 1666. Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Siyer, B. 8, Hds. 2447.
[6] Bakara, 2/250.
[7] Bakara, 2/286.
[8] Enfal, 8/45-47.
[9] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Vesâya, B. 24, Hds. 29. Sahih-i Müslim, Kitabu’1-İman, B. 38, Hds. 145. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Vesâya, B. 10, Hds. 2874. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Vesâya, B, 12, Hds. 3654.
[10] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 7, Sh. 605.
[11] Enfal, 8/65-66.
[12] Enfal, 8/65
[13] Enfal, 8/66
[14] Sahİh-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B. 135, Hbr. 174. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 96, Hbr. 2646. Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’l-Cihad, çev. M. Adil Teymur, İst. 1980, Sh. 137, Hbr. 116.
[15] et-Taberî, A.g.e. C. 4, Sh. 194.
[16] Nisa, 4/76.
[17] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 15, Hds. 25.
Kitabu’t-Tevhid, B. 28, Hds. 84. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B. 42, Hds. 149-151. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B, 13, Hds. 2783. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Cihad, B. 21, Hds. 3122. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 24-25, Hds. 2517. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Fedailu’l-Cihad, B. 16, Hds. 1697.
[18] Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B. 92, Hbr. 118.
Kitabu’l-Fiten, B. 12, Hbr, 35. Ayrıca bkz. İmam el-Vahidî, A.g.e. 183-184. İmam Suyutî, Esbâb-ı Nüzul, C. 1, Sh, 223.
Not: Bu âyet-i kerimeden sonra beyan buyurulan iki âyet-i kerimede, mü’min müslüman olup da bütün imkânlarını harcamalarına rağmen hiç bir çâreleri kalmıyanlar istisna edilmiştir. Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan mustaz’aflar olup hiç bir çâreye güç yetiremeyenler ve bir yol (çıkış) bulamayanlar başka.
Umulur ki Allah, bunları affeder. Alİah, affedicidir, bağışlayıcıdır.” Nisa, 4/98-99.
Tefsiri için bkz. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 5, Sh. 422. İbn Kesir, A.g.e. C. 5, Sh. 1876. Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 8, Sh. 270-272.
[19] Enfal, 8/16.
[20] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 96, Hbr 2648.
[21] Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 11, Sh. 276.
[22] et-Taberî, A.g.e. C. 4, Sh. 195.
[23] Sünen-i Ebu Davud, Kİtabu’1-Vitr, B. 26, Hds. 1517. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’d-Daavat, B. 7, Hds. 3810. Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, C. 2, Sh. 268, Hds. 576. İbn Kesir, A.g.e. C. 7, Sh. 3263.
[24] Bkz. Âl-i İmrân, 3/123. Tevbe, 9/25-26.
[25] Enfal, 8/64.
[26] Bakara, 2/249.
[27] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 96, Hds. 2647. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B. 36, Hds. 1770. İbn Kesir, A.g.e. C. 7, Sh. 3261.
Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C. 2, Sh. 58, 70, 86, 99, 100, 111) ve İbn Ebu Hatim’den.
[28] İbn Kesir, A.g.e. C. 7, Sh. 3262. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 7, Sh. 609.
[29] Bkz. Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 11, Sh. 277. Mücahid’den.
[30] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 7, Sh. 610.
[31] Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C, 11, Sh. 277.
[32] Bkz. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad veVSiyer, B. 18, Hds. 58. Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 88, Hds. 126. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 9, Hds. 3274.
[33] Enfal, 8/17
[34] Abdulfettah el-Kadî, A.g.e. Sh. 187. Taberânî ve İbn Mer-devehy’den.
İmam el-Vahidî, A.g.e. Sh. 252.
İbn Hişam, A.g.e. C. 2, Sh. 363-364.
et-Taberî, A.g.e. C. 4, Sh. 196.
İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihayes C. 3, Sh. 424-426.
[35] Tevbe, 9/38-39.
[36] Tevbe, 9/123.
[37] Şuara, 26/214.