(23) Savaştan Kaçmamak

Yegâne Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyuru­yor:

“Ey iman edenler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin (savaştan kaçmayın).

Kim onlara, böyle bir günde -yine savaşmak için bir ya­na çekilen, ya da başka bir bölüğe katılmak için yer tutanın dı­şında- arkasını çevirirse, gerçekten o, Allah’dan bir gazaba uğ­ramıştır ve onun barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir yatak­tır o!

Onları, siz öldürmediniz amma onları Allah öldürdü. At­tığın zaman sen atmadın, amma Allah attı. Mü’minleri kendin­den güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şübhesiz Allah, işitendir, bilendir.

Sizin hâliniz işte budur. Gerçekten Allah, kâfirlerin hileli düzenlerini boşa çıkaracaktır.[1]

İman edenler ve imanlarında sadık olanlar, Rabbleri Al­lah Teâlâ’dan gelen her emre itarazsız itaat ederken kendilerine yasaklanan her şeyden hiç bir tereddüd ve itiraz etmeden uzaklaşırlar… Onlar, katıksız ve kesin iman etmişlerdir ki, Rabbleri Allah Teâlâ, onların faydasına olan şeyleri emretmiş ve zararlı olacak şeyleri de yasaklamıştır…

Alİah Teâlâ, mü’min müslüman kullarına, düşmanları olan kâfirlerle savaşmak üzere karşılaştıkları zaman, onlarla savaşmalarını ve onlardan asla kaçmamalarını emrediyor… Her zaman beyan edildiği üzre, yegâne hayat dini ve âdil dünya ni­zamı İslâm, barış dinidir… İslâm, Önce barışı ve kardeşliği em­reder… Barışın esas olduğunu açıklar… Savaşı, ya barışın ger­çekleşmesi, ya da bozulan barışın yeniden düzeltilmesi için emreder… Savaş, bansın sağlanması içindir…

Abdullah ibn Ebi Evfâ (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), düşmanla karşılaştığı bazı savaş gün­lerinde (hemen savaşa başlamayıp) tâ güneş semâ ortasından batıya meyledinceye kadar bekleyip düşmanı gözetledi. Sonra ordu içinde ayağa kalktı da:

“Ey insanlar, düşmanla karşılaşmak (savaşmak) temenni etmeyiniz. Allah’dan afiyet isteyiniz. Fakat sizler, düşmanla karşılaştığınız zaman (savaşın bütün şiddetine karşı) sabredi­niz. Ve biliniz ki cennet, muhakkak kılıçların gölgeleri altında­dır.” buyurdu.

Bundan sonra şu duayı yaptı:

“Ya Alİah! Ey kitabı indiren, ey bulutlan akıtıp yürüten, ey toplanıp gelmiş olan düşman ordularını bozup dağıtan (Al­lah’ım)! Sen, düşmanları bozguna uğrat, onlar üzerine bizleri galib kıl, yardım et![2]

 

Abdullah b. Amr (r.a.)’m rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):

“Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin ve Allah’dan sağ­lık isteyin! O (düşmanlarla) karşılaştığınızdaysa dayanın ve Al­lah’ı çokça anın! Sonra şayet onlar, gürültü, patırtı eder, bağınp çağırırlarsa, siz susun! (Ve onlar, size yaklaştığında Allah’a sı­ğınıp üzerlerine hücum edin!)[3]

Kays b. Abbad (r.a.) şöyle demiş:

Rasulullah (s.a.s.)’in Sahabîleri (düşmanla) savaşır­ken ses çıkarmayı çirkin görürlerdi. [4]

Mü’min müslümanlar, her zamanda ve her mekânda ba-nştan yana oldukları için, savaşı, ilk başlatan olmamaya gayret etmişlerdir… Fakat mecbur bırakılmışlar ise, elbette Allah yo­lunda savaşmaktan asla çekinmezler… Mü’min müslümanlar, isterler ki, düşmanları onlar gibi iman etsin ve kardeş olsun­lar… Eğer bu teklifleri, düşmanlan tarafından kabul görmezse ikinci teklifleri, İslâm’ın yüceliğini kabul edip barış içinde, İs­lâm’a boyun büksünler ve İslâm Devleti’nin gayr-ı müslim va­tandaşı olarak yaşayıp cizye versinler… Bu iki hâl, barış içinde yaşamaktır… Eğer bu teklifler kabul görmezse, savaş mecburî olur. [5] Kaçınılınız hâle gelen savaşa girişen İslâm ordusu, arzu edilen barışı gerçekleştirmek için var gücüyle direnir… Savaştan kaçmaz, Rabbi Allah’a dayanıp güvenir ve devamlı O’ nu anar… Hem kalî, hemde fiilî dua hâlinde olur!..

“Onlar (mü’minler), Calût ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: ‘Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, adımlarımızı sabit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğu­na karşı bize yardım et.[6]

“Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğiniz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge. Sen, bizim Mevlâ-mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” [7]

Rabbimiz Allah, mü’min müslüman kullarına, düşman ordusuyla karşı karşıya geldiklerinde direnmelerini ve Allah’ı çokça anmalarını emredip kurtuluş yolunun böyle davranmak olduğunu beyan buyuruyor… Muvahhid mü’minler, Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat etmeli, birbirine sımsıkı bağlanmalı, bir­biriyle çekişmemelidir… Eğer birbirine düşer, çekişirlerse yıl-gınlaşrp çözülür, güç ve kuvvetten düşerler… Bu konuda çok sabretmeli ve direnç gösterilmelidir…

Rabbimiz Alİah şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklılık gösterin ve Allah’ı çok zikredin ki, kurtu­luş (felah) bulaşınız.

Allah’a ve Rasulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düş­meyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin, şüb-hesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.

Bir de yurtlarından refahtan şimanp azıtarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve (halkı) Allah’ın yolundan alıko­yanlar gibi olmayın. Alİah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşa­tandır. [8]

Kâfir ve müşrik düşman ordusuyla karşılaşan ve savaş­mak zorunda kalan İslâm ordusu sebat gösterip sabırlı davran­malıdır… Asla savaştan kaçmamalı ve direnmelidir… Bilinmeli ve inanılmalıdır ki, böyle bir savaştan özürü olmadan kaçmak, insanı helak eden yedi şeyden biridir…

Ebu Hüreyre (r.a.)’m rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulüllah (s.a.s.):

“Helak edici olan yedi şeyden çekininiz:

Düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak.[9]

İmam Kurtubî (rh.a.), Allah yolunda savaş sırasında, “kâfirlerin önünden mü’minlerin kaçmamalarının şartlan'”nı beyan ederken şöyle diyor:

“Aziz ve Celîl olan Allah, bu âyet-i kerimede mü’minle-re, kâfirlerin Önünden arkalarını dönüp kaçmamalarını emret­mektedir. Bu emir ise, mü’minlerin karşısındaki düşman sayısı­nın iki kat olmamışı şeklinde nass ile bağlanan şart ile kayıt-lıdr. Dolayısıyla mü’minlerden bir kesim, mü’minlerin iki katı bulunan bir müşrik topluluğu ile karşılaşacak olursa, farz olan, onların önünden kaçmamaktır. İkiye karşı bir hâlinde kaçan ki­şi savaş kaçkınıdır. Ancak bire karşı üç hâlinde kaçan kişi, sa­vaş kaçkını değildir ve tehdit, ona yönelik olmaz.

Savaştan kaçmak, Kur’ân-ı Kerim’in zahiri gereğince ve imamların çoğunluğunun ittifakı ile helak edici büyük bir gü­nahtır. Onlardan bazıları da -birisi de “el-Vadiha” da görüşünü ortaya koyan Îbnü’l-Macişûn’dur- şöyle demektedir:

Bu hususta düşman sayısının kaç kat fazla olduğu, güç ve hazırlık göz önünde bulundurulur. Onların görüşlerine göre, eğer müşriklerin sahib oldukları savaş gücü ve kahramanlık, kendilerinin iki kat fazlası ise, yüz süvarinin, yüz süvariden kaçması caiz olur.

Cumhurun görüşüne göre ise, yüz kişinin ancak ikiyüz kişiden fazla düşman ile karşılaşması hâlinde kaçmaları helâl­dir. Müslüman, ne zaman ki, bire karşı ikiden fazla düşmanla karşılaşacak olsa geri dönüp kaçması caiz olur. Bununla birlik­te sabretmek, daha güzeldir.[10]

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

“Ey Peygamber, mü’minleri savaşa karşı hazırlayıp teş­vik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, ikiyüz (kişiyi) mağlub edebilirler. Ve eğer içinizde yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar, (gerçeği) kav­ramayan bir topluluktur.

Şimdi Allah, sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za’f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onla­rın) iki yüzünü bozguna uğratır. Eğer sizden bin kişi olursa, Al­lah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah sabredenlerle be­raberdir. [11]

Abdullah ibn Abbas (r.anhuma) şöye demiştir: “Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, ikiyüz (kişiyi) mağlub edebilirler, [12] âyeti indiği zaman, mü’minler üzerine birinin, on düşmandan kaçmaması farz kı­lındığında bu, müslümanlara ağır geldi.

Akabinde şu hafifletme hükmü geldi de Allah, şöyle bu­yurdu:

“Şimdi Allah, sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za’f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onla­rın) iki yüzünü bozguna uğratır.[13]

İbn Abbas (r.anhuma):

Allah, mü’minlerden sayıyı hafifletince, onlardan ha-fifletilen mikdar mukabilinde sabırdan eksildi, demiştir.[14]

Allah yolunda, Alİah için, Allah’ın ve muvahhid mü’minlerin düşmanlarıyla savaş… Allah’ın hükümlerinin ye­rine kendi hükümlerim geçirip, Allah’ın hükümlerini bir yana bırakarak, heva ve heveslerinden kaynaklanan hükümlerle Al­lah’ın kullarına egemen olanlarla mücadele… Onların zulüm ve sömürülerini, zulmedip sömürdükleri mustaz’af mazlumların üzerinden kaldırma çalışması… Hakka karşı savaş açmış, batılı ile savaşma çabası… İşte muvahhid mü’minlerin vazifesi!.. Başkumandanı Rasuîullah (s.a.s.) olan İslâm ordusunda şirk ve küfür ordusuna karşı savaşan muvahhid mü’minler, düşmana sırtım çevirip savaş meydanını terk ederek savaştan kaçamaz­lar… Böyle bir davranış, insanı helak eden bir davranıştır… Bü­yük günahlardandır,..

Ebu Said el-Hudrî (r.a.) şöyle demiş:

Bu hüküm, Bedir Savaşı içindi. O sırada müslüman-lann, Rasulullah (s.a.s.)’den başka katılacakları bir askeri birlikleri yoktu. Bedir’den sonra ise, artık müslümanlar, birbirleri­ne destek olan birlikler meydana getirdiler.[15]

Bedir savaşı örneği gibi, hangi çağda ve dünyanın nere­sinde olursa olsun, batıla karşı hak cephesinde yer alan İslâm ordusunun her kahraman mü’min müslüman ferdi, başında Al­lah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e itaat eden, Allah’ın hükümleriyle hükmeden bir kumandanı olduktan sonra Allah yolunda her za­man savaşa hazırdır… “İlâ-yı Kelimetullah” yani “Allah’ın ke­limesi en yüce olsun” diye savaşan, ancak Allah yolunda olur… Allah yolunda ve Allah için olmayan hiç bir hareket, muvahhid mü’min tarafından kabul edilemez ve amel hâline getirilemez… Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun muvahhid mü’minler, ancak Allah yolunda ve Allah için savaşır, tağut yolunda olma­yı ve tağut için savaşmayı asla kabul edemez!..

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tağut yolunda savaşırlar. O hâlde şeytanın velileri (dostlan) ile savaşın. Şübhesiz şeytanın hilesi pek zayıftır.[16]

Ebu Musa el-Eş’arî (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.)’e bir kimse geldi de:

Bir kısım kimseler, ganimet malı için savaşır, bir kı­sım kimseler de insanlar arasında adının söylenip övülmesi için savaşır, bir kısım insanlar da yiğitlikteki mevkii derecesi görül­sün diye cihad eder. Şu hâlde Allah yolunda cihad eden kim­dir? diye sordu.

Rasulullah (s.a.s.):

“Her kim, İlâ-yı Kelimetullah için (Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye) savaşırsa, onunkisi Allah yolundadır. [17]

Bedir Savaşı günü, muvahhid mü’minler, “İlâ-yı Keli” için İslâm ordusunda yerlerini almış, kâfir ve müş­riklerle savaşmışlardı… Tağut yolunda savaşan kâfirler de, İs­lâm’a ve mü’min müslümanlara karşı küfür ve şirk ordusunda yerlerini alıp savaşa başlamışlardı… Hakka karşı savaşan batıl ordusunun askerleri olmuş, Allah’ın hükümleri, yani İslâm egemen olmasın, küfür ve şirk ile yöneten zalim tağutlann ege­menliği devam etsin diye İslâm ve mü’min müslümanlarla sa­vaşıyorlardı…

Hak ve batıl mücadelesi konusunda, dünyanın her yeri Bedir meydanı ve her gün de Bedir günüdür!..

Bundan dolayı mü’min müslümanlar, çok dikkatli dav­ranmalı, imanla beraber takva ve ilim de olmalıdır… Dostunu, düşmanını iyi tanımalı… Dostuna dost, düşmanına düşman ol­malı… İslâm saflarında yerini almalı… Tevhid ordusunun bir askeri olduğunu unutmamalı ve Ebu Cehil’in başkumandanı ol­duğu tağutun şirk ordusuna kesinlikle katılmamalı… Çünkü Bedir’de, Ebu Cehil’in ordusunda yer almış, kendisini müslü-man kabul edenler vardı…

İkrime (rh.a.)’den.

Abdullah ibn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:

Müslümanlardan (Mekke’de kalıp hicret etmeyen) bir takım insanlar, Rasulullah (s.a.s.) zamanında müşriklerle bera­ber olarak onların camiasını çoğaltıyorlardı. Bedir savaşı sıra­sında düşman safflan arasında bulunan bu kişilere ok atılıyor ve atılan ok, varıp bunlardan birisine isabet ediyor ve onu öldü­rüyordu, yahud kılıçla vurulup öldürülüyordu.

Bunun üzerine Allah:

“Melekler, kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: ‘Nerde (ne işte) idiniz?’ Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (mustaz’aflar) idik’ derler. (Melekler de:) ‘Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o.” [18]

Apaçık gerçek bu olduktan sonra, dünyanın neresinde olursa olsun hiç bir muvahhid mü’min, Ebu Cehil*in tağut or­dusunda bulunamaz, onlarla beraber olup İslâm’a ve mü’min müslümanlara karşı savaşamaz

İslâm ordusunun kahraman bîr eri olan katıksız iman sa­hibi muvahhid bir mü’min, Rabbimiz Allah’ın kendisine verdi­ği ruhsatı kullanarak ve şartlarına riâyet ederek, ordudaki bulu­nan yerini değiştirebilir…

“Kim onlara, böyle bir günde -yine savaşmak için bir ya­na çekilen ya da başka bir bölüğe katılmak için yer tutanın dı­şında- arkasını çevirirse, gerçekten, o, Allah’dan bir gazaba uğ­ramıştır ve onun barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir yatak­tır o!” [19]

Ebu Said el-Hudrî (r.a.), bu âyetin Bedir savaşı günü in­miş olduğunu beyan etmiştir. [20]

İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu âyetin tefsirinde şun­ları beyan eder:

“Müfessirler, bu hükmün Bedir gününe mi tahsis edilmiş olduğu, yoksa mutlak mânâda her zaman mı söz konuu olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.

1) Bu cümleden olarak, Ebu Said el-Hudrî, Hasan el-Basrî, Katâde ve Dahhâk’tan nakledildiğine göre bu hüküm, Bedir günü düşmana sırtını çevirip kaçan kimselere mahsustur. Bu zatlar şöyle demişlerdir:

Bu hükmün, Bedir gününe mahsus olmasının pek çok sebebi vardır:

a) Şübhesiz Hz. Peygamber (s.a.s.), Bedir’de hazır bulu­nuyordu. Binaenaleyh O, orada bulunuyorken, başka topluluk­lar nazar-ı dikkate alınamaz. Bu da, ya diğer birliklerin Pey-gamber’e müsavi olmayıp, aksine Hz. Peygamber’in diğer bir­liklerden daha yüce ve daha kıymetli olmasından, veyahud da Cenab-i Hakk’ın, Hz. Peygamber’e yardım ve muzafferiyeti va’detmiş olmasındandır. Binaenaleyh, onların diğer cemaatle­re gitmeleri, onlara iltihâk etmeleri caiz değildir.

b) Allah Teâlâ, Bedir’e katılanlar hakkında işi sıkı tut­muştur. Çünkü Bedir savaşı, ilk cihad hareketi idi. Binaena­leyh, Bedir’de müslümanlar için bir bozulma söz konusu ol­saydı, bu bozgundan (İslâm’ın aleyhine) büyük zararlar, büyük çatlaklar ortaya çıkardı. İşte bundan dolayı, onlara bu konuda çok sıkı davranılması gerekmişti. İşte yine bu sebeble Cenab-ı Hak o gün, esirlerden fidye almayı nıen’etti,

2) Bu âyette, zikredilen bu hüküm, bütün harbler için ge­çerli olan umumî bir hükümdür. Bunun böyle olduğunun delili ise, Cenab-ı Hakk’ın: “Ey iman edenler, toplu bir hâlde kâfir­lerle karşılaştığınız zaman…” buyruğunun umumî bir ifade olup, bütün harbleri ve durumları içine almasıdır. Bu konuda nihaî söz olarak şunu diyebiliriz:

Bu âyet, her ne kadar Bedir harbi hakkında nazil olmuş­sa da, ibret çıkarılacak hüküm, sebebin hususî olması değil, lafzın umumî olması itibariyledir.

Âlimler, diğer birliklere katılıp iltihâk etmenin ordu bü­yük olduğu zaman mahzurlu olup olmadığı, yahud da ordunun sayısı az olduğunda, cephede çakılıp kalmanın gerekli olup ol­madığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimler, ordunun sa­yısı kalabalık olduğunda, bunun caiz olmayacağını söylerken, bazıları da bütün durumların eşit ve müsâvî olduğunu söyle­mişlerdir ki bu görüş, âyetin zahirine daha uygun olan bir gö­rüştür. Zira âyetin zahirinde, bu iki durum arasında fark belir­tilmemiştir.[21]

İmam Taberî (rh.a.) âyetin, Bedir’de savaşanlar hakkın­da nazil olmasına rağmen hükmünün, bütün mü’minler için ge­çerli olduğunu, bu itibarla, herhangi bir mü’minin bir taktik kullanma veya başka bir birliğe katılma dışında, savaştan kaç­masının haram olduğunu, buna rağmen savaştan kaçarsa, Al­lah’ın affetmesi dışında âyetin neshedildiğini gösteren kesin bir delil olmadığından, muhkem olduğun belirtmiştir. [22]

Yegâne önderimiz Rasululullah (s.a.s.), savaştan kaçmış olanın, işlemiş olduğu suçtan pişman olup tevbe etmesi sonucu günahının bağışlanacağım beyan buyurmuştur… Günahkârın tevbesi, işlemiş olduğu günahdan tamamen pişman olup vazge­çerek kendisini düzeltmesi ile gerçekleşir…

Zeyd (b. Bula, r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.)

“Kim:

Kendisinden başka İlâh olmayan hayy ve kayyum olan Allah’dan beni bağışlamasını dilerim, O’na tevbe ederim, derse, -savaştan kaçmış bile olsa- günahları bağışlanır.[23]

Muvahhid mü’minler, İslâm ordusunda küfre ve şirke ta­raftar olanlara karşı savaşırken sabırlı olur ve direnirlerse, Al­lah’ın yardımı kedilerine ulaşır… Rabbimiz Allah, Bedir savaşı ve Huneyn savaşı sırasında nasıl yardım etmişse, [24] yalnız O’-nun rızası için ve O’nun yolunda savaşan bütün mü’min müs-lüman kullarına yardım eder…

Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:

“Ey Peygamber, sana ve seni izleyen mü’minlere Allah yeter. [25]

“Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) de­diler: ‘Nice küçük topluluklar, daha çok olan bir topluluğa Al­lah’ın izniyle galib gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraber­dir. [26]

Abdullah ibn Ömer (r.anhuma) anlatıyor:

Kendisi, Rasulullah (s.a.s.)’in (düşmana baskın yapmak üzere gönderdiği) seriyyelerinden birinde imiş.

Askerler, tamamen bozguna uğradılar. Ben de, bu bozgu­na uğrayanlar arasında idim. (Bu kargaşalıktan kurtulup da bir kenara) çıkınca:

(Şimdi) ne yapacağız? Biz, savaştan kaçtık. (Al­lah’ın) gazab (ı) ile geri döndük, demeye başladık ve:

Medine’ye girelim, (gündüzün) orada kalalım, (gece­leyin) bizi hiç kimse görmeden (evlerimize) gideriz, dedik.

Ve Medine’ye gir(meye kesinlikle karar ver)dik. (Fakat) hemen arkasından da:

Eğer biz, Rasulullah (s.a.s.)’e (varıp da) durumumuzu arzetseydik (daha hayırlı olurdu. O zaman) eğer bize tevbe gere­kiyor idiyse (tevbe eder, ondan sonra tevbekâr olarak Medine’de) kalırdık. Eğer bundan başka bir şey (yapmamız gerekiyor) idiy­se, (Medine’den) gider (o görevi yerine getirir)dik, dedik.

Bunun üzerine sabah namazından önce Rasulullah (s.a.s.)'(i beklemek) için oturduk. (Evinden çıkınca kendisine (doğru) ayağa kalktık ve:

Biz, savaştan kaçanlarız! dedik.

“Hayır! Bilâkis siz, tekrar savaşa dönen kimselersiniz.” buyurdu.

Biz de, yaklaşıp elini öptük. Bunun üzerine:

“Ben de, müslüman birliğinden bir kimseyim.” buyurdu.[27]

Emirü’l-mü’minin İmam Ömer ibnü’l-Hattab (r.a.) Me-cusî ordusunun çokluğundan İran arazisinde bir köprü üzerinde öldürüldüğü zaman Ebu Ubeyd hakkında:

Şayet bana dönüp gelseydi, ben onun için (katılacağı) topluluk olurdum. Ben, her bir müslümamn (katılacağı) toplu­luğum, demiştir. [28]

Rabbimiz Allah, yalnız O’nun yolunda ve O’nun için, O’nun düşmanlarıyla savaşan muvahhid mü’min kullarının her zaman yanlarında olmuş ve onlara yardım etmiştir…

“Onları, siz öldürmediniz amma onları Allah öldür­dü……”

İmam Kurtubî (rh.a.) şöyle diyor:

“Yüce Allah’ın: ‘Onları, siz öldürmediniz amma onları Allah öldürdü’ buyruğu ile Bedir günü kasdedilmektedir.

Rivayete göre Rasulullah (s.a.s.)’in Ashabı, Bedir’den geri döndüklerinde herbiri, kendisinin yaptıklarını sözkonusu etmeye başlayarak:

Ben, şu kadar kişi öldürdüm, şunu yaptım, demeye koyuldu.[29]

İşte onların bu ifadelerinden karşılıklı övünme ve ben­zeri hâller ortaya çıktı. Öldürenin de, herşeyi takdir edenin de yüce Allah olduğunu, kulun ise, bu işe yalnızca kesbi ve kas-dı ise katıldığını bildirmek üzere bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu âyet-i kerime aynı zamanda “kulların fiilleri, kullar tara­fından yaratılmaktadır” diyenlerin görüşlerini de reddetmek­tedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani, onları siz öldürmediniz. Fakat Allah, onları sizin önünüze sürüklemek ve sonunda on­lara karşı size imkân vermek suretiyle onlan öldürdü.

Bir diğer açıklama şekli de şöyle yapılmıştır: Fakat Al­lah, size yardım olmak üzere göndermiş olduğu melekler va­sıtasıyla onları öldürdü. [30]

“Attığın zaman sen atmadın, amma Allah attı…..”

imam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) bu âyeti şöyle açıklamıştır.

“Attığın bir avuç toprağı, hakikatte sen atmadın. Çünkü senin atmanın tesiri, ancak diğer insanların atmasının tesirinin ulaşacağı yere kadar ulaşır. Ancak bil ki onu, Allah attı. Çünkü Allah, o toprağının bütün parçalarını, o müşriklerin gözlerine kadar ulaştırıp oralara girdirendir. Binaenaleyh, şekil itibariyle atma işi, Peygamber (s.a.s.)’den sadır olmuştur. Amma onun tesiri ise, Allah’dandır, demektir. İşte bu mânâdan dolayı, âyet­teki ifadelere, nefy-isbat şeklinde getirilmiştir.[31]

Bu mucizeyi, Abdullah ibn Abbas (r.anhuma) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.), Bedir günü iki elini semâya kal­dırarak:

“Ya Rabbi, bu küçük topluluğu helak edecek olursan, yeryüzünde sana bir daha ebediyen ibadet edilmez.” diye dua etti. [32]

Bu sırada Cebrail (a.s.) gelip O’na:  Bir avuç toprak al! Onu, müşriklerin yüzüne at! dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Ali (r.a.)’a: “Bana, bir avuç kumlu toprak ver!” buyurdu. Ali, kumlu toprağı getirince Hz. Peygamber, onları kâfir­lerin yüzlerine doğru:

“Yüzleri kararsın, çirkin olsun!” diyerek fırlattı.

Bu atılan kumlardan gözlerine, burun deliklerine, ağızla­rına isabet etmedik tek bir müşrik dahi kalmadı. Sonra mü’minler gelip onlardan bir kısmını öldürüp, bir kısmını da esir aldılar. Böylece onların hezimetlerine, Peygamber (s.a.s.)’in atmış olduğu bir avuç kumlu toprak neden olmuş oldu.

Bunun üzerine Allah:

“Attığın zaman sen atmadın, amma Allah attı.[33] âyet-i kerimesini inzal buyurdu.[34]

Madem ki, hakikat budur ve Allah Teâlâ, muvahhid mü’min kullarına savaş meydanında asla yalnız ve yardımsız bırakmıyor, o hâlde O’nun yolunda ve O’nun için düşmanlarla savaşmaktan hiç bir zaman çekinmemek gerekir!..

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

“Ey iman edenler, ne oldu ki size, Allah yolunda savaşa kuşanın denildiği zaman, yer(iniz)de ağırlaşıp kaldınız? Ahiret-ten (cayıp) dünya hayatına mı razı oldunuz? Amma ahiretteki-ne (göre) bu dünya hayatının yaran pek azdır.

Eğer savaşa kuşanıp çıkmazsanız, O (Allah), sizi pek acı bir azabla azablandıracak ve yerinize bir başka topluluğu geti­rip değiştirecektir. Siz, O’na hiç bir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, herşeye güç yetirendir.[35]

Allah yolunda ve Allah için olan bu savaş, Allah’ın hük­münü beğenmeyip kabul etmeyen ve onun yerine il anlaştırdık­ları nevalarından kaynaklanan hükümleri koyup uygulatan za­lim tağutlarla, en yakınından, en uzağına doğru gerçekleşmeli­dir… İslâm’ı tebliğ ve İslâm’a davet hareketi de, en yakında olandan başlamalı ve halka halka genişlemelidir…

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

“Ey iman edenler, inkâr edenlerden size en yakın olan­larla savaşın. Sizde bir güç ve caydırıcılık görsünler. Ve bilin ki, gerçekten Allah, takva sahibleriyle beraberdir.[36]

“(Öncelikle) en yakın hısımlarını (aşiretini) uyar! [37]

 



[1] Enfal, 8/15-18.

[2] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 55, Hds. 228.

Kitabu’t-Temennî, B. 8, Hds. 12.

Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 6, Hds. 39-20. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 89, Hds. 2631.

[3] Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Siyer, B. 6, Hds. 2445.

[4] Sünen-i Ebu Davud, Kİtabu’l-Cihad, B. 102, Hbr. 2656-2657.

[5] Bkz. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 2, Hds. 3. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 82, Hds. 2612. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B. 38, Hds. 2858. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’s-Siyer, B. 47, Hds. 1666. Sünen-i Dârimî, Kitabu’s-Siyer, B. 8, Hds. 2447.

[6] Bakara, 2/250.

[7] Bakara, 2/286.

[8] Enfal, 8/45-47.

[9] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Vesâya, B. 24, Hds. 29. Sahih-i Müslim, Kitabu’1-İman, B. 38, Hds. 145. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Vesâya, B. 10, Hds. 2874. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Vesâya, B, 12, Hds. 3654.

[10] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 7, Sh. 605.

[11] Enfal, 8/65-66.

[12] Enfal, 8/65

[13] Enfal, 8/66

[14] Sahİh-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B. 135, Hbr. 174. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 96, Hbr. 2646. Abdullah İbnü’l-Mübarek, Kitabu’l-Cihad, çev. M. Adil Teymur, İst. 1980, Sh. 137, Hbr. 116.

[15] et-Taberî, A.g.e. C. 4, Sh. 194.

[16] Nisa, 4/76.

[17] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 15, Hds. 25.

Kitabu’t-Tevhid, B. 28, Hds. 84. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, B. 42, Hds. 149-151. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B, 13, Hds. 2783. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Cihad, B. 21, Hds. 3122. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 24-25, Hds. 2517. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Fedailu’l-Cihad, B. 16, Hds. 1697.

[18] Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B. 92, Hbr. 118.

Kitabu’l-Fiten, B. 12, Hbr, 35. Ayrıca bkz. İmam el-Vahidî, A.g.e. 183-184. İmam Suyutî, Esbâb-ı Nüzul, C. 1, Sh, 223.

Not: Bu âyet-i kerimeden sonra beyan buyurulan iki âyet-i kerime­de, mü’min müslüman olup da bütün imkânlarını harcamalarına rağmen hiç bir çâreleri kalmıyanlar istisna edilmiştir. Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:

“Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan mustaz’aflar olup hiç bir çâreye güç yetiremeyenler ve bir yol (çıkış) bulamayanlar başka.

Umulur ki Allah, bunları affeder. Alİah, affedicidir, bağışlayıcıdır.” Nisa, 4/98-99.

Tefsiri için bkz. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 5, Sh. 422. İbn Kesir, A.g.e. C. 5, Sh. 1876. Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 8, Sh. 270-272.

[19] Enfal, 8/16.

[20] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 96, Hbr 2648.

[21] Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 11, Sh. 276.

[22] et-Taberî, A.g.e. C. 4, Sh. 195.

[23] Sünen-i Ebu Davud, Kİtabu’1-Vitr, B. 26, Hds. 1517. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’d-Daavat, B. 7, Hds. 3810. Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, C. 2, Sh. 268, Hds. 576. İbn Kesir, A.g.e. C. 7, Sh. 3263.

[24] Bkz. Âl-i İmrân, 3/123. Tevbe, 9/25-26.

[25] Enfal, 8/64.

[26] Bakara, 2/249.

[27] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 96, Hds. 2647. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B. 36, Hds. 1770. İbn Kesir, A.g.e. C. 7, Sh. 3261.

Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C. 2, Sh. 58, 70, 86, 99, 100, 111) ve İbn Ebu Hatim’den.

[28] İbn Kesir, A.g.e. C. 7, Sh. 3262. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 7, Sh. 609.

[29] Bkz. Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 11, Sh. 277. Mücahid’den.

[30] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 7, Sh. 610.

[31] Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C, 11, Sh. 277.

[32] Bkz. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad veVSiyer, B. 18, Hds. 58. Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 88, Hds. 126. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 9, Hds. 3274.

[33] Enfal, 8/17

[34] Abdulfettah el-Kadî, A.g.e. Sh. 187. Taberânî ve İbn Mer-devehy’den.

İmam el-Vahidî, A.g.e. Sh. 252.

İbn Hişam, A.g.e. C. 2, Sh. 363-364.

et-Taberî, A.g.e. C. 4, Sh. 196.

İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihayes C. 3, Sh. 424-426.

[35] Tevbe, 9/38-39.

[36] Tevbe, 9/123.

[37] Şuara, 26/214.