(31) Baştanbaşa Edeb

Yegâne Rabbimiz Alİah (Azze ve Celle) şöyle buyuru­yor:

“Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, yakınlık kurup (izin almadan) ve (ev halkına) selâm vermeden girme­yin. Bu, sizin için daha hayırlıdır. Umulur ki, öğüt alıp düşü­nürsünüz.

Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar artık oraya girmeyin ve eğer ‘dönün’ denirse, siz de dö­nün. Bu, sizin için daha temizdir. Allah, yaptıklarınızı bilendir.

İçinde oturulmayan ve sizin için bir meta’ (yarar) bulu­nan evlere girmenizde bir sakınca yoktur. Allah, açığa vurduk-larnızı da, sakladıklarınızı da bilir.[1]

Bu âyet-i kerimelerin esbâb ı nüzulü için şu olaylar be­yan edilmiştir:

Ensar’dan bir kadın gelip şöyle demişti:

Ya Rasulallah, ben evimde, bazan hiçbir kimsenin be­ni görmesini istemediğim bir hâlde bulunurum. Hatta babam ve çocuğum dahi olsa bundan hoşlanmam. Hâlbuki ben, bu hâlde iken bazan babam ve ailemden herhangi bir kimse izin almak­sızın yanıma girer ve çıkarlar. Şimdi ben ne yapayım?

Bunun üzerine bu âyet [2] nazil oldu.

Bu âyet nazil olunca Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a.) şöyle de­mişti:

Ya Rasulallah, peki, Şam yolunda içinde hiçbir saki­nin bulunmadığı hanlar ve mekânlar hakkında ne buyurursunuz?

Bunun üzerine Allah Teâlâ, şu âyeti indirdi:

“İçinde oturulmayan ve sizin için bir meta’ (yarar) bulu­nan evlere girmenizde bir sakınca yoktur.[3]

Yegâne Rabbimiz Allah, insan kullarını yaratan ve onları en güzel şekilde terbiye edendir… Onlara, nasıl iman edileceği­ni öğreten Allah, imanlarının gereği olan izzet ve şeref üzere nasıl yaşayacaklarını da öğretmiştir… Hayat dini olan İslâm, bütün kurallarıyla baştanbaşa edebdir… Her hâlin ve her yerin bir edebi var… Bu edebi, Alİah emretmiş, uygulamasıyla Rasu­lullah (s.a.s.) öğretmiş ve apaçık göstermiştir…

Rabbimiz Allah’ın:

“Şübhesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin. [4] diye beyan buyurduğu Rasulullah (s.a.s.)’in ahlâkı, yani yaşantısı, mü’min müslümanların biricik örneğidir. [5] Rasulullah (s.a.s.)’i, Ümmeti ve insanlık âlemi için hayat örneği kılanlah Teâlâ, O’nu terbiye edip, terbiyesini de en güzel yapmış­tır  [6]

Rabbimiz Allah, katıksız iman sahibi mü’min müslüman kullarına edebi emrederken, evlere nasıl girileceğini, girmeden önce selâm verip izin istemeyi ve izin verilmeyince geri dön­meyi, bunun çok hayırlı, aynı zamanda kulları için daha temiz olduğunu beyan buyurmuştur… Mü’min müslüman kullarının her hâli için bir kural buyuran, onları terbiye eden, kendilerine edebi öğreten Rabbimiz Allah’ın bu emrinini nasıl uygulanaca­ğını, önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.) göster­miştir…

1) Kapının veya zilin çalış şekli:

“Kapı işitilebilecek kadar yavaş çahnmahdır, şiddetle ça­lınmaz.

Enes b. Malik (r.a.) şöyle demektedir:

Peygamber (s.a.s.)’in kapıları tırnaklarla çalınırdı. [7]

2) Selâm verilir ve üç defa izin istenir: Mukatil ibn Hayyân (rh.a.):

“Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, sahibleriyle alışkanlık kurup selâm vermeden girmeyin.” âyeti hakkında der ki:

Cahiliye devrinde kişi, arkadaşına rastladığı zaman ona selâm vermez ve: İyi sabahlar, iyi akşamlar, derdi. Bu, kendi aralarındaki selâm idi. Onlardan birisi, bir arkadaşına gittiği zaman izin istemez ve ansızın girip: Ben, girdim, derdi.

Bu, kişiye ağır gelirdi. Zira belki de o, ailesiyle beraber olurdu. İşte Allah Teâlâ, bütün bunları bir örtü, bir iffet içinde değiştirmiş ve her türlü pislik ve kirden tertemiz kılmıştır. [8]

Ebu Musa el-Eş’arî (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):

“Sizden biriniz üç kerre izin istediği zaman kendisine izin verilmezse, hemen geri dönsün![9]

Katâde (rh.a.):

“Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere……. Selâm vermeden girmeyin.” âyeti hakkında der ki:

Bu, izin istemedir. İzin istemenin üç kere olduğu söy­lenirdi. Üç defa izin istediği hâlde kendisine izin verilmeyen kimse dönsün.

Bunlardan birincisi, (ev halkının) işitmesi içindir.

İkincisi, onların sakınma hâllerini, durumlarını almaları içindir.

Üçüncüsüne gelince, dilerlerse izin verirler, dilerlerse geri çevirirler.

Seni kapılarından geri çeviren bir kavmin kapısında bek­leyip durma. Şübhesiz, insanların ihtiyaçları, işleri ve meşguli­yetleri vardır. Allah Teâlâ, elbette özüre en lâyık olandır (özür­leri en çok kabul edendir). [10]

Cabir (r.a.) anlatıyor:

Ben, babam üzerinde bulunan bir borç hakkında Rasu­lullah (s.a.s.)’e geldim de kapısını vurup tıklattım.

Rasulullah (s.a.s.): “Kim o?” buyurdu. Ben de:

Ben! dedim.

Rasulullah, böyle cevab vermemden hoşlanmamışcasına:

“Ene, ene = Ben, ben!” diye ta’riz etti.[11]

Bu hadisin şerhinde, şunlar beyan edilmiştir:

“Peygamber (s.a.s.)’in:

“Kim ol” sorusuna, kapı çalanın münâsib cevabı kendi adını söylemesi iken, “Benim” demesi, uygun bir cevab sayıl­maz. Çünkü böyle bir cevab, kapıyı çalanın, ev sahibi tarafın­dan tanınmasına yeterli olmayabilir.

Bunun içindir ki Peygamber (s.a.s.), kapıyı çalan Cabir (r.a.)’ın, “Ene = Benim” demesinden hoşlanmamış olacak ki, “Ene, ene” sözcüğünü tekrarlamakla tenkidde bulunmuştur. Peygamber (s.a.s.)’in böyle bir cevabtan hoşlanmadığı kanaati, bazı rivayetlerde bulunan:

“O, bu cevabtan hoşlanmamış gibi idi.” cümlesinden an­laşılır.

İmam Nevevî (rh.a.) demiştir ki:

Âlimler şöyle demişlerdir:

Bir kimsenin bir eve girmek için izin istediğinde, “kim o?” veya “kimsin?” diye sorulduğu zaman, “Benim” demesi mekruhtur. Bu hadis, böyle cevab vermenin mekruhluğuna de­lâlet eder. Böyle bir cevabın mekruh olmasının sebebi ise, girmek isteyenin tanınması için yararlı olmamasıdır. Bu itibarla uygun cevab, kişinin kendi adını söylemesidir. Şayet “Ben fa­lanım” derse, bunda bir sakınca yoktur. Hatta yalnız isim ver­mek tanınması için yeterli değilse, tanıtmaya yararlı soyadını, görevini ve mesleğini de açıklayabilir. [12]

Bu konuda, hayat örneği Rasulullah (s.a.s.)’in talimatına tam uyan Emirü’1-mü’minin İmam Ömer ibnü’l-Hattab (r.a.)’m tavrı, diğer mü’min müslümanlara örnektir!..

İbn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:

Ömer (r.a.), Rasulullah (s.a.s.)’e geldi. Rasulullah (s.a.s.) makamında idi.

Ömer (r.a.):

Es-Selâmüaleyke ya Rasulallah. Es-Selâmualeyküm. Ömer. İçeriye girsin mi? dedi.[13]

Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Ümmetinin her ferdine her hâlin edebini öğretiyordu… Kendilerine hâllerinin edebi öğretilenler, kendilerinin dışındaki mü’min müslümanlara öğ­retiyor ve Rasulullah (s.a.s.)’in o konudaki emrini onlara ulaş­tırıyorlardı…

Kilde b. Hanbel (r.a.) anlatıyor:

Safvan b. Ümeyye, onu (bir mikdar) süt, ağız ve küçük cins salatalıkla Peygamber (s.a.s.)’e gönderdi.

Rasulullah (s.a.s.), (Mekke) Vadi(si)nin en yukarısında bulunmakta idi.

Kilde b. Hanbel şöyle dedi:

İzin almadan ve selâm vermeden Rasulullah’m yanı­na girdim.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.): “Geri dön ve:

Es-Selâmualeyküm, gireyim mi? de!” buyurdu.

Bu hadise, Safvan’ın müslüman oluşundan sonradır.[14] Rib’i b. Hıraş (r.a.) anlatıyor:

Bize, Benî Âmir’den bir kimse haber verdi. O zat, Rasu­lullah (s.a.s.) evinin içinde iken, içeri girmek için izin istedi:

İçeri gireyim mi? dedi. Rasulullah (s.a.s.), hizmetçisine:

“Şu zatın yanma çık, nasıl izin isteneceğini ona öğret! Es-Selâmüaleyküm, içeri gireyim mi? de!” buyurdu.

Rasulullah’m söylediğini o zat işitti. Bunun üzerine:

Es-Selâmüaleyküm. İçeriye gireyim mi? dedi. Rasulullah (s.a.s.), ona izin verdi. O zat da içeri girdi. [15] Katâde (rh.a.) der ki:

Evine girdiğin takdirde ailene selâm ver. Çünkü on­lar, kendilerine selâm verdiklerin arasında bu işe en lâyık olan­lardır. Şayet evde seninle birlikte annen ya da kız kardeşin var­sa, ilim adamları derler ki:

Öksür, ayağını yere vur ki, senin girdiğinin farkına var­sınlar. Çünkü hanımının senden utanmanı gerektirecek bir taraf yoktur. Ancak annen ile kız kardeşinin, senin kendilerini gör­mek istemediğin bir durumda olmaları mümkündür.

Malik (rh.a.) dedi ki:

Kişi, annesinin ve kız kardeşinin yanına girmek iste­diği takdirde izin ister.[16]

Atâ b. Yesar (r.a.) anlatıyor: Bir adam, Rasulallah (s.a.s.)’e:

Ya Rasulullah, annemin huzuruna girmek için izin is­teyecek miyim? diye sordu.

Oda:

“Evet!” buyurdu.

Adam:

Ben, evde onunla beraber oturuyorum, deyince, Ra-sulullah (s.a.s.):

“Ondan izin iste!” buyurdu. Adam:

Ona, ben hizmet ediyorum, dediğinde, Rasulullah (s.a.s.) yine:

“Ondan izin iste! Onu, çıplak olarak görmek ister mi­sin?” dedi. Adam:

Hayır, dedi. Rasulullah (s.a.s.):

“O hâlde, izin almadan yanına girme!” buyurdu.[17] Zeyneb (r.anha) şöyle demiştir:

Abdullah (ibn Mes’ud), bir ihtiyacını gidermekten dönüp kapıya ulaştığında, bizim yanımıza girip hoşlanmayacağı bir durumumuzda görmekten hoşlanmadığı için öksürür ve­ya tükürürdü.

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Abdullah ibn Mes’ud, eve girdiği zaman seslenir, ko­nuşur ve sesini yükseltirdi.

İmam Ahmed b. Hanbel (rh.a.) şöyle demiş:

Kişinin evine girdiği zaman öksürmesi veya ayakka­bılarım hareket ettirmesi müstehabdır.[18]

3) Kapıda izin beklerken: Abdullah b. Bûsr (r.a.) anlatıyor:

Rasulullah (s.a.s.), bir kavmin kapısına geldiğinde tam kapının karşısında durmazdı. Ya sağ tarafa veya sol tarafa du­rur ve:

“Es-Selâmüaleykum, es-Selâmüaleykum.” derdi.

O zaman evlerin (kapılarının) üzerinde perde yoktu. [19]

Huzeyl (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.)’e bir zat geldi. Rasulullah (s.a.s.)’in kapısı önünde kapıya karşı durdu.

Rasulullah (s.a.s.), ona:

“Ya şöyle veya şöyle dur. Gerçekten izin almak, gözün bakmasından dolayıdır.” buyurdu. [20]

4) Kapıda izin beklerken bakışların durumu:

a) Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Göz, bir (evin) içine girdikten sonra izin almak yoktur! [21]

b) Müslim ibn Nezir (rh.a.) anlatıyor:

Bir adam, Huzeyfe’nin yanına girmek için izin istedi de (izin çıkmadan önce) içeriye baktı ve:

Gireyim mi? dedi. Huzeyfe:

Gözüne gelince içeri girdi, kıçın ise girmedi! dedi.[22]

c) Sahi b. Sa’d (r.a.)’dan.

Rasulullah (s.a.s.)’in evindeki pencerelerin birinden bir adam, içeriye doğru bakmıştı. O sırada Rasulullah (s.a.s.), be­raberindeki Mıdra denilen demir bir tarakla başını (tarayıp) ka­şıyordu.

O kişiye:

“Eğer senin böyle mahrem yere bakar olduğunu daha önce bilseydim, muhakkak şu demir tarağı gözünün içine sap­lardım.

İzin isteme, ancak gözün görmesinden dolayı vazife kı­lınmıştır.” buyurdu. [23]

d) Ebu Hüreyre (r.a.)’dan. Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Bir kimse izinleri olmaksızın bir kavmin evine bakarsa, gözünü çıkarmaları onlara helâl olur. [24]

e) Ebu Hüreyre (r.a.)’dan. Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Eğer sen evinde iken içeriye bakmasına izin vermediğin bir kimse, senin evinin içine baksa, sen de ona bir taş atıp gö­zünü çıkarsan, senin üzerine günah yoktur. [25]

f)  Emirü’1-mü1 minin İmam Ömer ibnü’l-Hattab (r.a.) şöyle demiştir:

Kendisine izin verilmeden önce kim bir evin köşe bu­cağı ile gözlerini doldurursa, gerçekten fasık olmuştur.[26]

Yegâne hayat nizamı İslâm, iman etmiş insanın hayatının her yönünü, insan şahsiyetine yaraşır bir biçimde düzenlemiş­tir… İnsan, iman ve İslâm ile insan olur… İnsan, İman ve İslâm ile aşağılıklardan kurtulup yüce makamlara erişir…

Rabbimiz Allah’ın, mü’min müslüman kullarının edeb-lerinden dolayı verdiği emirlerini, önderimiz Rasulullah (s.a.s.) ve O’nun iman mektebinde yetişen Ashab-ı Kiram, örnek ola­rak uygulamalarından bir kesit sunduk… Onlar, Rabbimiz Al­lah ne buyurmuş ise, Rasulullah (s.a.s.) nasıl göstermiş ise, o şekilde davranıyor ve bu amelleri gönül rızasıyla gerçekleştiri­yorlardı…

“Eğer ‘dönün’ denirse, siz de dönün. Bu, sizin için daha temizdir.”

Katâde (rh.a.)’in rivayetine göre, Muhacirlerden biri şöyle diyor:

Bütün ömrümce şu âyetin hükmünü yerine getirmek için uğraştım, fakat bir fırsat doğmadı. İstedim ki, kardeşlerim­den birinin yanına girmek için izin isteyeyim. Bana, ‘dön’ de­sin ve ben de Allah Teâlâ’nm:

“Şayet size ‘dönün’ denilirse dönün. Bu, sizin için daha temizdir ve Allah, yaptıklarınızı bilir.” sözünden hoşnud olarak döneyim.[27]

İslâm terbiyesi görmüş, her biri bir edeb sembolü olan Ashab-ı Kiram’ın uygulaması böyle idi! Onlar, boş bir eve gir­diklerinde bile selâmı ihmal etmiyorlardı.

Katâde (rh.a.) şöyle der:

Sen, içinde kimsenini bulunmadığı bir eve girecek olursan:

“es-Selâmualeyna ve alâ ibâdillahi’s-Salihîn,” de. Çünkü böyle demekle emrolunmuştur.

Bize nakledildiğine göre de melekler, böyle diyenlerin selâmını alırlar.[28]

Rabbimiz Allah’ın âyetlerinde beyan buyurduğu ve Ön­derimiz Rasulullah (s.a.s.)’in uygulamalarında gösterdiği haya­tî edeblerden birisi, başkalarına aid olan evlere girmeden önce kapılan veya zillerini onların duyacağı kadar hafif çalınması, içerden gelen “kim o?” sorusuna selâm ile birlikte isim söyle­nilerek tanıtılması ve içeri girmek için izin istenmesidir… Bu­nunla beraber Rabbimiz Allah’ın verdiği teknolojik nimetler­den faydalanmak gerek… Ziyaret edilecek yer ve kişelere, tele­fon ve benzeri aletlerle daha önce ulaşarak izin istenmesi ye­rinde bir harekettir… Daha sonra randevu saatinde ziyaret edilecek yerin kapısına varılır ve âyet ile Sünnet’te emrolunup öğ­retildiği gibi davranılır…

Rabbimiz Allah’ın mü’min müslüman kullarına emredip öğrettiği insanlar arası ilişkilerdeki edeblerden bazıları da şun-ladır:

1) “Ey iman edenler, sağ ellerinizin malik olduğu ile siz­den olup da henüz erginlik çağına ermemiş olan (çocuk)lar, (odalarınıza gelmek için şu) üç vakitte izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit ve yatsı namazından sonra. (Bu) üçü sizin için mahrem (vakitleri)dir. Bunlann dışında size de, onlara da bir sakınca yoktur. Onlar, yanınızda dolaşabilirler, birbirinizin yanında olabilirsiniz, işte Allah, size âyetleri böyle açıklamaktadır. Allah, bilendir, hü­küm ve hikmet sahibidir.

Sizden olan çocuklar, erginlik çağma erdikleri zaman, kendilerinden öncekilerin izin istediği gibi, bundan böyle izin istesinler. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah, bilen­dir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Kadınlardan evliliği ummayıp oturmakta (yaşlı) olanlar, süslerini açığa vurmaksızın (dış) elbiselerini çıkarmalarında kendileri için bir sakınca yoktur. Yine de iffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah, işitendir, bilendir.

Kör olana güçlük yoktur, topal olana güçlük yoktur, has­ta olana güçlük yoktur. Sizin için de, gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, er­kek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarını­zın evlerinden, anahtarlarına malik olduğunuz (yerlerden) ya da dostianmzm (evlerin)den yemenizde bir güçlük yoktur. Hep bir arada veya ayrı ayrı yemenizde de bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selâm verin. İşte Allah, size âyetleri böyle açıklar, umulur ki, aklınızı kullanırsınız.[29]

2) “Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin. Belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da ka­dınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp küçük düşür­meyin ve birbirinizi olmadık kötü lakablarla çağırmayın. İman­dan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse işte onlar, zalim olanların tâ kendileridir.

Ey iman edenler, zandan çok kaçının. Çünkü zannm bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz, kiminizin gıybetini yapmasın (arkasın­dan çekiştirmesin). Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan tiksindiniz. Allah’dan korkup sakının. Şübhesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir. [30]

İnsan olmak, gerçekten iman edip İslâm edebiyle edeb-lenmekle gerçekleşir… Çünkü insan-ı kâmil, ancak mü’min-i kâmil olmak ile ortaya çıkar… Her mü’min-i kâmil, bir insan-ı kâmildir…

Yegâne Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyuru­yor:

“Ey iman edenler, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırla­yın. Hani size ordular gelmişti, böylece Biz de onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görendir.

Hani onlar size, hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayan­mıştı ve siz, Alİah hakkında (bir takım) zanlarda bulunuyordu­nuz.

İşte orada iman edenler, sınanmış ve şiddetli bir sarsıntı­ya uğratılmışlardı.

Hani münafık olanlar ve kalblerinde hastalık bulunanlar: ‘Alİah ve Rasulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey va’det-medi’diyorlardı.”[31]

Ümmü’1-mü’minin Aişe (r.anha),

“Hani onlar size, hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve siz, Allah hakkında (bir takım) zanlarda bulunuyordu­nuz.[32]âyeti hakkında:

Bu âyetin içindeki işlerin hepsi Hendek günü oldu, de­miştir. [33]

Hendek Savaşı… Âyet-i kerimede beyan buyrulan Al­lah’ın nimetinin ve yardımının mü’min müslümanlara ulaştığı, katıksız iman sahihlerinin imtihan edildiği ve başarıyla sonuç­landığı bir gün… Hendek Savaşı günleri… Allah Teâlâ, kendi uğrunda savaşanlara ve sabredenlere yardımını göndermiş, İs­lâm düşmanlarının üzerine şiddetli rüzgâr ve görülmez ordula­rım hücum ettirmiş, onları darmadağın edivermişti… İslâm düş­manları olan Mekke müşrikleri, Gatafan ve Benî Kureyza Ya­hudileri, İslâm Devleti’nin merkezi olan Medine’yi kuşatmış ve bütün mü’min müslümanları yok etmek üzere anlaşmışlar­dı… Benî Kureyza yahudîleri, Rasulullah (s.a.s.) ile yaptıkları anlaşmayı bozmuş, korkunç bir ihanetin içine düşmüş ve Mek-keli müşriklerle birlik olup Medine’ye saldırmışlardı… Allah, muvahhid mü’min kullarına yardım etmiş, İslâm düşmanları bir daha perişan ve zelîl olup geldikleri gibi geri dönmüşlerdi… Mü’min müsJümanlann aleyhine olan düşman grupları bir arya gelip hep beraber Medine’ye daldırmalarından olayı bu savaşa “Ahzab (hizibler) Savaşı” da denilmiştir.. [34]

Hendek Savaşı, başta Rasulullah (s.a.s.) olmak üzere As-hab-ı Kiram’ın çok zor anlar yaşadığı bir savaştı… Hendek Sa-vaşı’ni beyan eden âyetlerin inzal edildiği ortamı daha iyi kav­ramak için o günkü olaylardan bazısını anmak yerinde olur…

Huzeyfe ibnü’l-Yeman (r.anhuma) anlatıyor:

Ahzab gecesini hatırlıyorum. Saflar hâlinde oturmuştuk. Ebu Süfyan yanındaki müttefikleri ile üst tarafımızda, Benî Kureyza Yahudîleri ise, alt tarafımızda bulunuyorlardı. Yahudi­lerin, çoluk-çocuğumuza kötülük yapmalarından korkuyorduk. Şimdiye kadar bu gece gibi karanlık, bu gece gibi şiddetli fırtı­nalı bir gece ile hiç karşılaşmamıştık. Fırtınanın sesi, şimşekle­ri andırıyordu. Ortalığı öylesine zifiri bir karanlık kaplamıştı ki, parmaklarınızı bile göremez olmuştuk.

Münafıklar:

Evlerimiz hem açık, hem de Medine dışında. Bize izin ver de çoluk-çocuğunuzun başarına dönelim, diyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)’den izin istemeye başlamışlardı.

Hz. Peygamber (s.a.s.) de, onlardan izin isteyen herkese izin veriyor, izin alanlar ise, birer ikişer sıvışıp gidiyorlardı. Biz ise, üç kişi kadar kalmıştık. Derken Hz. Peygamber (s.a.s.), yanımıza çıkageldi. Bulunduğumuz yerdeki mü’minlerin ya­nından birer birer geçerek bana doğru geldi. Benim ise, düşma­na karşı bir kalkanım olmadığı gibi üzerimde de hanımıma aid olan ve dizlerimi geçmeyen bir hırkadan başka bir şey yoktu.

Dizlerimin üzerinde durur bir vaziyette iken yanıma gel­di ve:

“Bu kimdir?” diye sordu.

Ben:

Huzeyfe, diye cevab verdim.

Yere doğru büzülmüş bir vaziyette duruyordum. Hz. Peygamber (s.a.s)’e: (Elbisem kısa olduğu için) kalkmaya çekiniyorum ya Rasulallah, dedim.

Hz. Peygamber (s.a.s.):

“Kalk!” buyurdu.

Ben de emri üzerine kalktım.

Bana:

“Git, bana düşmandan haber getir.’1 buyurdu.

Ben ise, müslümanlar içinde en çok korkanı, en çok üşü­yeni idim. Derhâl düşman karargâhlarına doğru yöneldim.

Hz. Peygamber (s.a.s.):

“Ey Allahım, Sen onu, önünden, arkasından, sağından, solundan, yukarısından, aşağısından, her taraftan koru.” diye d-ua etti.

Allah’a yemin ederim ki, bu dua üzerine Allah’ın içimde yarattığı korku ve üşüme birden yok olup gitti, onlardan bir es­er kalmadı. Tam ayrılacağım sırada Hz. Peygamber (s.a.s.), ba­na:

“Ey Huzeyfe, buraya bana dönünceye kadar sakın bir o-lay çıkarma!” buyurdu.

Hemen düşman karargâhına doğru yürmeye başladım. Karargâha yaklaştığım sırada, yaktıkları ateşin verdiği ışık sa­yesinde, siyah iri bir adamın ellerini ateş üzerinde hareket etti­rip (ısıtıp) böğrünü ovuşturduğunu gördüm.

Adam:

Haydi, hazır olun! Buradan ayrılacağız, diye sesleni­yordu.

Bir müddet sonra karargâhın içine girdim. Birden kar­şımda Amiroğullarını gördüm. Onlar da birbirine:

Ey Amiroğullan, haydin yola çıkacağız! Artık burada kalmamız mümkün değil, diye bağrışıyorlardı.

O sırada bir de ne göreyim! Karargâhı kasıp kavuran o

şiddetli fırtına karargâhın bir arpa boyu bile ilerisine geçmiyor. Allah’a yemin ederim ki, rüzgârın kaldırdığı taşların, kum ta­nelerinin eşyalarına çarparak çıkardığı sesleri duyuyordum. Fırtına, o taş, kum tanelerini müşriklere savuruyor, onlar ise:

Haydin! Bir an evvel buradan uzaklaşalım! diyorlardı.

Bir müddet daha bu korkunç manzarayı seyrettikten son­ra, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yanına varmak için oradan ayrıl­dım. Yolu yarıladığımda, birden karşımda yirmi kadar atlı gör­düm.

Bana:

Peygamberine haber ver! Allah, düşmanın hakkından geldi, dediler.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’m yanına vardığım zaman, O, uzun örtüsüne bürünmüş vaziyette namaz kılıyordu. Zor du­rumlarda hep namaz kılardı. Hz. Peygamber (s.a.s.), namazı bi­tirince O’na, düşmanın durumunu, ben oradan ayrılırken, onla­rın geri dönmek üzere olduklarını haber verdim. Bunun üzerine bu âyet-i kerime (Ahzab, 33/9) nazil oldu.[35]

Huzeyfe ibnü’l-Yeman (r.anhuma)’mn “Sahih-i Müs-lim'”de yer alan beyanları, “Hendek Savaşı” sırasındaki sıkın­tılı anları biraz daha netleşen bir görüntü ile ortaya koymakta­dır…

İbrahim et-Teymî’nin babası anlatıyor:

Huzeyfe’nin yanında idik.

Bir adam:

Rasulullah (s.a.s.)’e yetişseydim, O’nunla birlikte sa­vaşır, kendimi gösterirdim, dedi.

Bunun üzerine Huzeyfe, şunları söyledi:

Bunu, sen mi yapacaktın? Vallahi ben, kendimizi Ah-zab (savaşı) gecesi, RasuluUah (s.a.s.) le birlikte görmüşüm-dürî Bizi, şidetli bir rüzgâr ve soğuk yakalamıştı.

Derken RasuluUah (s.a.s.):

“Bana, bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu? Allah, onu kıyamet gününde benimle beraber haşredecektir!” buyurdu.

Biz, sustuk! Kendisine, bizden hiçbir kimse cevab ver­medi.

Sonra (tekrar):

“Bize, bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu? Allah, onu kıyamet gününde benimle beraber haşredecektir!” buyurdu.

Biz, (yine) sustuk! Kendisine, bizden hiç bir kimse ce­vab vermedi.

Sonra (yine):

“Bize, bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu? Allah, onu kıyamet gününde benimle beraber haşredecektir!” buyurdu.

Biz, (yine) sustuk! Kendisine, bizden hiç bir kimse ce­vap vermedi.

Bunun üzerine:

“Kalk ya Huzeyfe! Bize, bu (düşman) kavmin haberini getir!” buyurdu.

Çâre bulamadım. Çünkü ismimle beni kalkmaya davet etmişti!

“Git de bana, bu kavmin haberini getir! Amma onları, aleyhime kışkırtma!” buyurdu.

O’nun yanından çekildiğim zaman hamamda yürüyor gi­bi oldum. Nihayet düşmanlara vardım. Baktım ki, Ebu Süfyan, sırtını ateşle ısıtıyor. Hemen yayın içine bir ok koydum ve O’-na atmak istedim. Fakat RasuluUah (s.a.s.)’in:

“Amma onları, aleyhime kışkırtma!” sözünü hatırladım. Atmış olsam O’nu, mutlaka vururdum! Sonra döndüm, amma yine hamamda yürüyor gibiydim.

RasuluUah (s.a.s.)’e geldiğimde düşmanın haberini ken­dilerine iletip bitirdiğim vakit üşüdüm!

Bunun üzerine RasuluUah (s.a.s.), üzerinde bulunan ve içinde namaz kıldığı bir abanın artan yerini bana örttü. Artık sabahlayincaya kadar uyudum kaldım.

Sabahladığım zaman (bana):

“Kalk ey uykucu!” buyurdular.[36]

Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ, dinine yardım eden mu-vahhid, müttakî mü’min kullarına yardım etmiş, onlardan kor­kuyu gidermiş ve düşmanlarını mağlub etmiştir… Düşmanların üzerine gönderdiği rüzgâr ve görünmez orduları, düşmanı peri­şan edip dağıtmıştı…

Abdullah ibn Abbas (r.anhuma)’ın rivayetiyle RasuluUah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Ben, Sabâ rüzgarı ile yardım olundum. Âd Kavmi ise, batı rüzgârı ile helak edildi.[37]

Bu hadisin şerhinde şunlar beyan edilmiştir:

“RasuluUah (s.a.s.) Efendimizin Sabâ rüzgârı ile mansûr olması, Hendek harbindedir. Müslümanların son derece açlık ve sıkıntı içinde bulundukları bir zamanda vuku bulan bu ga­zada, Rasul-i Ekrem (s.a.s.) Ashabı ile meşveret ederek, müda­faa harbi yapılmasına karar verilmiş ve bu maksadla Medi­ne’nin etrafına hendek kazılmıştı. Medine’yi muhasara eden düşman ordusu oniki bin kişiden mürekkeb ve her türlü teçhi­zata malik idi.

Zahire bakılırsa, müslümanların harbi kazanacağına ümit yoktu. Fakat kadir-i mutlak olan Teâlâ Hazretleri, Nebî-i Zî-şân’ına imdat olmak üzere Sabâ rüzgârını gönderdi. Mevsim kıştı. Soğuk gecelerde esen bu dondurucu rüzgâr, müşriklerin ateşlerini söndürdü, kazanlarını devirdi, çadırlarım alt-üst etti. Bu suretle hiç harb etmeden geceleyin bozguna uğradılar. Ve oradan kaçtılar. Bıraktıkları yiyeceklerle sair eşya müslümanla-ra ganimet oldu.

Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de:

“Ey iman edenler, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırla­yın. Hani size ordular gelmişti, böylece Biz de onların üzerine, bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik..[38] buyrulmuştur.

Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, Teâlâ Hazretleri, Hendek harbinde Peygamber-i Zîşân’ına yalnız rüzgâr gönder­mekle değil, Bedir gazasında olduğu gibi, bir de melek gönder­mekle, i’zâz u ikramda bulunmuştur.[39]

Rabbimiz Allah, Ad kavmini helak eden rüzgâr hakında şöyle buyuruyor:

“Ad (halkın)a gelince, onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helak edildiler.

(Allah) onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki o kavim, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.

Şimdi onlardan hiç arta kalan (birşey) görüyor mu­sun?”»

İmam Kurtubî (rh.a.), şunları beyan eder:

“Hani sizlere ordular” yani Ahzab orduları “gelmişti. Biz de, üzerlerine bir rüzgâr…. göndermiştik.”

Mücahid dedi ki:

Bu, Sabâ rüzgârı idi. Hendek günü Ahzab’ı teşkil e-den ordular üzerine salıverilmişti. Öyle ki, kazanlarım devirmiş ve çadırlarını sokmuştu. Sözü edilen ordulardan kasıd, melek­lerdir. Melekler, o gün çarpışmadılar.

Bu rüzgâr, Peygamber (s.a.s.)’in bir mucizesi idi. Çünkü Peygamber (s.a.s.) ile müslümanlar, rüzgârın estiği yere çok yakın idiler. Hatta ikisi arasında sadece hendek bulunuyordu. Fakat müslümanlar, o rüzgârın getirdiği felâketen yana afiyette idiler ve hatta o rüzgârın esişinden haberleri dahi olmadı.

Müfessirler dediler ki:

Yüce Allah, üzerlerine Melekleri gönderdi ve bu me­lekler, çadırların kazıklarını söktü. Çadırların iplerini kopardı, ateşleri söndürdü, kazanları devirdi, atlar birbirine girdi. Yüce Allah, üzerlerine korkuyu saldı. Karargâhın her bir yanında Melekler çokça tekbir getirdi. Öyle ki, her bir çadırın başkanı:

Ey filan oğullan, yanıma geliniz! diyordu. Yanına geldiklerinde de onlara:

Kurtulmaya bakın! Kurtulmaya bakın! diyordu. Buna sebeb ise, yüce Allah’ın kalblerine saldığı korku idi.[40]

Birleşik İslâm düşmanları, hem alt taraflarından, hem de üst taraflarından mü’min müslümanların üzerine hücum etmek üzere gelmişlerdi… Gayeleri, bütün mü’min müslümanlan Me­dine’de öldürmek, kökünü kesmek, böylece İslâm’ı ortadan kaldırmaktı… Onların çokluğu ve birleşmiş düşmanlıkları, in­sanlar üzerinde korkunç bir korku meydana getirmiş, gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı…

İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.)’in tabiriyle: “Yürekler gırtlaklara dayanmıştır” ifadesi, o sıkıntının doruk noktasına çıkmış olmasından kinayedir. Bu, böyledir. Zi­ra kalb, öfke anında kabarır, korku anında büzülür ve böylece de boğazı tıkar. Bazan da nefes borusunu tıkayacak bir hâl alır. Böylece kişi, hava teneffüs edemez de o zaman korkudan ölür. O hâlde bu cümlenin anlamı, ‘can boğaza geldiğinde’ şeklinde

olur.[41]

Böyle bir korku anında insanlar, Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunurlar… Hendek Savaşı’ndaki korku ve sıkıntı an­larında gerek mü’minler, gerekse münafıklar Allah hakkında bir takım zanlarda bulunmuşlardı…

İmam Hasan (rh.a.):

“Siz, Allah hakkında (bir takım) zanlarda bulunuyordu­nuz.” kavli hakkında şöyle demiştir:

Muhtelif zanlarda bulunuyorlardı.

Münafıklar: Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ve Ashabı’nın kökten yok olacağını sanıyorlardı.

Mü’minler ise, Allah’ın va’dinin ve Rasulullah (s.a.s.)’in sözünün hak olduğunu kesinkes biliyor, Allah’ın İslâm’ı, müş­rikler istemese de bütün dinlere üstün kılacağına kanaat getiri­yorlardı. [42]

Durum bu merkezde iken, mü’minleri karanlıklardan nura çıkaran [43]en güzel Mevlâ ve en güzel vekil olan Allah Te-âlâ, [44]katıksız iman eden müslüman kullarının velisi, yani dostu ve yardımcısı olduğu için her zaman ve her mekânda on­larla beraberdir… Onların yardımcısı olup en sıkışık anlarında onlara bir kurtuluş yolu gösterir ve ummadıkları bir yönden on­ları rızıklandırır.. [45]

Allah Teâlâ, rüzgâr ve görünmez ordusuyla Rasulü (s.a.s.)’e ve muvahhid mü’min kullarına yardım ederken, onla­rın hiç hesablarında olmayan kullarına hidayet nasib ederek, onlara yardım ettirmiş ve kendilerini sıkıntıdan kurtarmıştır…

Hendek savaşı sırasında kendisine hidayet nasib olan ve iman eden Nuaym b. Mes’ud (r.a.) onlardan birisidir… İman e-den ve imanında sadık olan bu mü’min müslüman şahsiyet, Rasulullah (s.a.s.)’in emriyle bir savaş hilesi gündeme getir­miş, böylece düşmanın parçalanıp birbirine düşmesine vesile olmuştur…

Cabir b. Abdillah (r.anhuma)’nın rivayetiyle şöyle buyu­ruyor Rasulullah (s.a.s.):

“Harb, hile (bir aldatma)dır. [46] Ebu Hüreyre (r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.s.), harbe:

“Bir hud’a (hile)dir” diye isim verdi. [47] Bu hadisin şerhinde şunlar beyan olunmuştur: “Harbte, küffara hile yapmak, bütün ulemânın ittifakı ile caizdir ve nasıl imkân bulunursa öyle yapılır. Yalnız küffara verilen söz ve emanı bozmak caiz değildir.

Bu hususta İbni’l-Arabî, şunları söylemiştir: Harbte aldatma: Gizlemek, örtmek ve sözden dönmek gibi şeylerle olur. Bu, haramdan istisna ve tahsis edilen câizat-tandır. Yalan, bilittifak haram, fakat bazı yerlerde bilittifak ca­izdir. Bunların başında harb gelir. Kulların za’fından harb ve emsalinde Alİah, yalan söylemeye bir lütuf olarak izin vermiş­tir. Onun helâl kılınmasında aklın hiçbir te’siri yoktur. Bu iş, sadece Şeriat’a aiddir. Şayet bid’atçılann dediği gibi, yalanın haram kılınması aklî ve haram kılma işi nefsî bir sıfat olsaydı yalan söylemek, ebediyyen helâl olmazdı. Bu mesele, aklî me­selelerden değildir ki, cevab vermeye değsin! Bu cihet, ulemâ­mıza gizli kalmıştır. Taberî (rh.a.):

Yalan, ancak ta’rîz yolları ile caiz olur. Hakikî yalanı söylemek helâl değildir, demiş.

Nevevî (rh.a.):

Zahire bakılırsa, hakikî yalan söylemek mubahtır, lâ­kin yalnız ta’rizle yetinmek efdaldir, mütaleasında bulunmuş­tur.[48]

Nuaym b. Mes’ud (r.a.)’ın hidayet bulması ve caiz olan bir harb hilesi gerçekle ştırmesiyle, düşman birliklerin çözülme­si gündeme gelmişti…

İbn İshak (rh.a.), “müşrikleri, m üs İtim anlardan caydır­mak için Nuaym’m çalışmalarını şu şekilde anlatıyor:

“Rasulullah (s.a.s.) ve Ashabı, düşmanlarının onlara kar­şı birbirine yardım etmelerinden ve her taraftan onlara saldır­malarından dolayı, Allah’ın vasfettiği korku ve şiddet içinde kaldılar.

Sonra Nuaym b. Mes’ud b. Amir b. Uneyf b. Sa’lebe b. Kunfüd b. Hilâl b. Helâve b. Eşçe b. Reys b. Gatafan (r.a.), Ra­sulullah (s.a.s.)’e geldi ve şöyle dedi:

Ya Rasulallah, şübhesiz ben, müslüman oldum ve kavmim, benim müslüman olduğumu henüz bilmiyorlar. Bana, dilediğin şeyi emret.

Rasulullah (s.a.s.) de şöyle buyurdu:

“Sen, ancak bizim içimizde bir tek adamsın. Eğer gücün yeterse, aralarına gir, onları dağıt! Çünkü harb, hiledir!”

Bunun üzerine Nuaym b. Mes’ud çıktı ve Benî Kurey-za’ya gitti. Cahiliyede onların dostu idi.

Dedi ki:

Ya Benî Kureyza, benim size olan dostluğumu bilirsi­niz ve hasseten benimle sizin aramızda olan şeyi bilirsiniz.

Doğru söyledin. Seni ittiham etmiyoruz, dediler. O da, onlara dedi ki:

Kureyş ve Gatafan, sizin gibi değillerdir. Belde, sizin beldenizdir. İçinizde mallarınız, çocuklarınız ve kadınlarınız bulunmaktadır. Ondan başka bir yere gitmeye gücünüz yetmez. Kureyş ve Gatafan ise, Muhammed ve O’nun Ashabı’yla sa­vaşmak için gelmişlerdir. O’na karşı, onlara yardımda bulundu­nuz. Halbuki onların beldeleri, mallan ve kadınları başka yer­dedir. Sizin gibi değillerdir. Eğer ganimet bulurlarsa, almaya Çalışırlar. Eğer başka bir hâl olursa memleketlerine gider, sizi, Muhammed ile başbaşa bırakırlar ki, bu durumda gücünüz O’ na yetmez. Bu hâlde, onların reislerini rehin almadan onlarla beraber savaşmayın. Muhammed’i elde edinceye kadar bu reis­ler ellerinizde güvence olsunlar!.. Onlar da, O’na dediler ki:

İyi bir görüşe işaret ettin!

(Nuaynı b. Mes’ud,) sonra çıkıp Kureyş’e geldi. Ebu Süfyan b. Harb’e ve onunla beraber olan Kureyş’in adamlarına şöyle dedi:

Benim size olan dostluğumu ve Muhammed’e olan uzaklığımı, ayrılığımı biliyorsunuz. Benim aklıma bir fikir gel­di ki, bunu size bir nasihat olarak bildirmemi üzerime bir görev görüyorum. Yalnız bu fikirin benden geldiğini gizleyiniz.

Onlar:

Dediğini yaparız! dediler. (Nuaym b. Mes’ud) dedi ki:

Biliniz ki, Yahudiler topluluğu, kendileriyle Muham-med’in arasında yapılan andlaşmaları bozduklarına pişman ol­muşlardır. Ve O’na haber göndermişler ve şöyle demişler:

“Biz, yaptıklarımıza pişman olduk. Senin için Ku-reyş’den ve Gatafan’dan eşraflarım alalım ve onları sana vere­lim ki, sen onların boyunlarını vurasın! Sonra onlara karşı se­ninle beraber oluruz ve onların köklerini kuruturuz!”

O da, onlara:

“Peki, olur!” diye haber gönderdi.

O hâlde, eğer Yahudiler size, sizden adamlarınızdan bir takım rehineler istemek için haber gönderirlerse, sakın onlara sizden hiçbir adam vermeyin!

Sonra çıkıp Gatafan’a geldi ve şöyle dedi:

Ey Gatafan topluluğu, şübhesiz siz, benim aslım ve aşiretimsiniz ve insanların bana en sevgilisisiniz! Beni töhmet altında tutacağınızı zannetmiyorum.

Doğru söyledin! Sen, bizim katımızda töhmetlenen bir kişi değilsin, dediler.

O hâlde bu sözlerin benden olduğunu gizli tutunuz! dedi.

Ne emredersen yaparız! dediler.

(Nuaym b. Mes’ud,) onlara, Kureyş’e dediğinin mislini söyledi ve onları kaçındırdığı şeylerden onları da kaçındırdı.

Hicrî beşinci senenin Şevval ayının Cumartesi gecesi ol­duğu zaman Allah’ın, Rasulü için yaptığı işlerden birisi de, E-bu Süfyan b. Harb ve Gatafan reislerinin, İkrime b. Ebu Cehl’i, Kureyş ve Gatafan’dan bir topluluk içinde Benî Kureyza’ya göndermesi olmuştur.

Gönderilenler, onlara dediler ki:

Biz, kalınacak bir yurtta değiliz. Develer ve atlar he­lak oldular. Yarın erkenden savaş için geliniz de, Muhammed ile savaşalım ve O’nunla bizim aramızda olan şeyden kurtula­lım!

Onlar da, bunlara heyetle şöyle bir haber gönderdiler:

Bu gün cumartesi günüdür. Bu, öyle bir gündür ki, biz, bugünde hiçbir iş yapmayız. Bugünde bazılarımız iş yaptı. Bildiğiniz gibi başlarına bazı şeyler geldi. Bununla beraber biz, sizinle birlikte Muhammed ile savaşacak değiliz. Siz bize, adamlarınızdan birtakım rehineler güvence için vermedikçe… Çünkü korkuyoruz! Eğer savaş size şidetlenirse siz, beldeleri­nize kaçıp gidersiniz. Bizi beldemizde Muhammed’le başbaşa bırakırsınız. Bizim gücümüz, O’na yetmez!

Elçiler onlara, Benî Kureyza’nın verdikleri cevabı alıp geri döndükleri zaman, Kureyşlilerle Gatafanlılar şöyle dediler:

Vallahi, Nuaym b. Mes’ud’un size verdiği haber ger­çektir, doğrudur. Benî Kureyza’ya haber gönderip deyin ki:

Vallahi, size, adamlarımızdan bir tek ikişiyi dahi rehin vermeyiz. Eğer siz, savaşmak istiyorsanız, çıkın ve savaşın!

Kureyş elçileri, bu cevabı Benî Kureyza’ya ilettiklerinde Benî Kureyza şöyle dedi:

Şübhesiz Nuaym b. Mes’ud’un bize anlattığı şey doğ­rudur. Kureyş ve Gatafan kabileleri savaşmaktan başka bir şey istemiyorlar. Eğer kazanırlarsa ganimet elde ederler. Eğer mağ-lub olurlarsa beldelerine giderler. Ve sizi, Muhammed’le baş-başa bırakırlar. Kureyş ve Gatafan kabilelerine şu haberi gön­derin:

Şübhesiz biz, sizinle beraber Muhammed’le savaşmayız. Ancak bize birtakım rehineler verirseniz savaşırız!

Onlar da, Benî Kureyza’ya rehin vermeye yanaşmadılar ve Alİah, iki tarafın arasını açtı. Allah, üzerlerine şiddetli bir şekilde soğuk kış gecelerindeki bir rüzgârı gönderdi. Rüzgâr, onların kaplarım, kaçaklarını ve kazanlarını ters çevirdi. Alt­üst etti.[49]

Kendisine hidayet nasib olan ve ihlâs ile gerçekten iman eden Nuaym b. Mes’ud (r.a.)’ın, Rasulullah (s.a.s.)’in izni ve emri ile gerçekleştirdiği savaş hilesi böyle idi… Herhangi bir zamanda ve herhangi bir mekânda, insanlar ve olaylar için bu örnek gündeme getirilmek istendiği takdirde, bu olayın illeti ve hikmeti iyice idrak edilmelidir… Kıyas olarak gündeme getiri­lecek ise, şartların iyi tesbit edilmesi ve birebir örtüşmesi gere­kir… Yoksa batıl bir kıyas yapılarak, çok yanlış sonuçlara varı­lır ve sevab umarken, günah bataklığına batılmış olur!..

GAYBI YARDIMLAR

469

890)

İman edenlerin imtihan edildiği, korku, açlık ve sıkıntı­larla şiddetli bir sarsıntıya uğratıldıkları Hendek Savaşı günle­rinde, kalblerinde hastalık bulunanlar ve münafık olanlar ise:

“Allah ve Rasulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey va’detmedi” diyorlardı.

Bu âyet-i kerimenin inzal sebebi:

“Kaynaklarda belirtildiği veçhile, Hz. Peygamber (s.a.s.), Ahzab yılı düşmanlar gelmezden önce Medine çevresi­ne hendek kazdirmışti. Allah, hendeğin içinden beyaz yuvarlak bir kaya parçası çıkarmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), külüngü (kazmayı) eline alarak, kayaya bir darbe vurup onu çatlattı. Kayaya vurduğu zaman, ondan öyle bir kıvılcım çıktı ki, şehrin iki ucu arasındaki her tarafı aydınlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), tekbir getirince, müslümanlar da tekbir getirdiler.

Hz. Peygamber (s.a.s.), elindeki külüng ile ikinci kez vu­rup onu bir yerinden daha çatlattı. Yine kayadan öyle bir kıvıl­cım çıktı ki, şehrin iki ucunu baştan sona aydınlattı. Hz. Pey­gamber (s.a.s.) yine tekbir getirince, müslümanlar da tekbir ge­tirdiler. Nihayet Hz. Peygamber (s.a.s.), kayaya üçüncü kez vu­rup onu kırdığı zaman, yine kayadan kıvılcım çıkıp tüm şehri aydınlatıverdi. Hz. Peygamber (s.a.s.), bu sefer de tekbir getir­di. Müslümanlar da O’nunla birlikte tekbir getirdiler.

Müslümanlar, bu kıvıcımların hikmetini Hz. Peygamber (s.a.s.)’e sorduklarında, Hz. Peygamber (s.a.s.) onlara:

“Taşa ilk defa vurup da etraf aydınlandığı zaman bana, Hire’nin sarayları, Kisrâ’nın şehirleri göründü. Cibril (a.s.) ba­na, ümmetimin yakında buraları fethedeceğini müjdeledi. İkinci defa vurup da etraf aydınlandığında, bu sefer bana, Bizans’ın kırmızı sarayları göründü. Cibril (a.s.) bana, yine ümmetimin buraları da fethedeceğini müjdeledi. Nihayet üçüncü defa vurup da etraf aydınlandığında ise, bu seferde bana, San’â’nın saray-lan göründü. Cibril (a.s.) bana, ümmetimin buraları da fethede­ceğini müjdeledi,” diyerek kıvılcımların hikmetini açıkladı.

Mü’minler, bu müjdeye sevinirken, münafıklar ise, onla­rın bu sevinçlerini hazmedemeyerek onlara:

O’nun söyledikleri size tuhaf gelmiyor mu? Biz bura­da, güven içinde tuvalete gidemezken, O, kalkmış sizlerin, Kis-râ’nın, Kayser’in hazinelerinden yiyeceğinizi va’dediyor. Siz­ler burada, düşman karşısına çıkamayıp korkunuzdan hendek kazarken, O, Yesrib (Medine)’den Hire’nin saraylarını, Kis-râ’nın şehirlerini gördüğünü, yakında bu yerlerin sizler tarafın­dan fethedileceğini müjdeliyor. Bütün bunlar, batıl şeylerdir. O, sizi aldatmaktan başka bir şey yapmıyor, dediler.

Bunun üzerine bu âyet-i kerime [50] nazil ol­du.[51]

Muattib b. Kuşeyr’in şu sözü de bu konuyla ilgilidir:

Muhammed bize, Kisrâ’nın ve Kayser’in hazinelerini yememizi va’dediyordu. Bugün ise, bizden birimiz kaza-yı ha­cetini def için giderken kendi için emin olamıyor!. [52]

Allah Teâlâ, muvahhid mü’min kullarını imtihan ediyor­du… Katıksız iman, şirk, küfür ve nifaktan arınıyor, tertemiz oluyordu… Katıksız iman sahibi olan mü’min müslümanlar ile nifak içinde olan münafıkların tavırları, karakterleri ve durum-lan belli oluyor, mü’min ile münafık birbirinden ayrılıyorlar­dı…

Mü’min müslümanlar, imanlarıyla, ihlâslarıyla, sadık oluşlarıyla ve itaat edişleriyle belli olurken, münafıklar, kalble-rindeki nifakı dışlarına vurmakla, kaypak duruşlarıyla ve itaat-sizlikleriyle belli oluyorlardı…

Bu bir imtihandı!..

“Elif, Lâm, Mîm.

İnsanlar, (yalnızca) ‘iman ettik’ demeleri ile bırakılıveri-leceklerini ve imtihan edilmeyeceklerini rni sandılar?[53]

Rabbimiz Allah, yeryüzünde fitne kalmaymcaya ve din (egemenlik) yalnız Allah’ın oluncaya kadar, yeryüzünü ifsad e-den zalim tağutlarla savaşan[54] muvahhid kullarına yardım edip ayaklarım sağlamlaştıracağını va’detmiştir. [55]

“(Bu,) Allah’ın va’dir. Allah, va’dinden dönmez. [56]

Hangi çağda ve dünyanın neresinde olursa olsun, İslâm Milleti’nin mensubları olan muvahhid mü’minler, Hendek sa­vaşı Örneğinde olduğu gibi, yegâne Rabb Allah Teâlâ’ya katık-sız iman eder, tam teslim olup gereği gibi itaat edecek olurlarsa Allah, onları zafere ulaştırır… Muvahhid mü’minlerin vazifesi, emrolundukları gibi davranmaktır… Kendilerine emredileni ye­rine getirirlerse, Allah’ın va’dı gerçekleşir!..

Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:

“Allah yazmıştır: ‘Andolsun, Ben galib geleceğim ve Rasullerim de.’ Gerçekten Alİah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır.[57]

“Andolsun, (Peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir:

Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bu­lacaklardır.

Ve hiç şübhesiz, Bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır. [58]

 



[1] Nur, 24/27-29,

[2] Nur, 24/27-28

[3] İmam el-Vahidî, A.g.e. Sh. 364. Abdulfettah el-Kadî, A.g.e. Sh. 275.

İmam Suyutî, Esbâb-ı Nüzul, C. 1, Sh. 478-479. İbn Kesir, A.g.e. C. 11, Sh. 5853.

[4] Kalem, 68/4.

[5] Bkz. Ahzab, 33/21.

[6] Bkz. İmam Suyutî, Camiu’s-Sağir Muhtasarı, C. 1, Sh. 113, Hds. 179 (310). İbnu’s-Sum’anî’nin “Edebu’l-İmlâ'”smdan.

Aclunî, Keşfu’1-Hafa, C. 1, Sh. 70, Hds. 164. Münâvî, Feyzu’l-Kadir, C.l, Sh. 224, Hds. 310.

[7] İmam Kurtubî A.g.e. C. 12, Sh. 341.

İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 500, Hbr. 1080.

[8] İbn Kesir, A.g.e. C. II, Sh. 5855.

[9] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İsti’zan, B. 13, Hds. 18. Sahih-i Müslim, Kitabu’1-Adab, B. 7, Hds. 33-37. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Edeb, B. 138, Hds. 5180. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İsti’zan ve’1-Adab, B. 3, Hds. 2830. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’1-Edeb, B. 17, Hds, 3706.

[10] İbn Kesir, A.g.e. C. II, Sh. 5854. Fahruddin er-Razî, A.g.e. C. 17, Sh. 33.

[11] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İsti’zan, B. 17, Hds. 23. Sahih-İ Müslim, Kitabu’1-Adab, B. 8, Hds. 38-39. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İsti’zan ve’1-Adab, B. 18, Hds. 2853. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’1-Edeb, B. 17, Hds. 3709, Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Edeb, B. 139, Hds. 5187. İmam Nesaî, Amelü’l-Yevmi ve’l-Leyle -Hadisler Işığında Günlük Hayat, çev. Mehmet Yolcu, İst. 1996, C. 1, Sh. 373-374, Hds. 328.

[12] Haydar Hatİpoğlu, Sünen-i İbn Mace Tercemesi ve Şerhi, C. 9, Sh. 501.

[13] Sünen-i Ebu Davud, B. 146, Hbr 5201.

İmam Nesaî A.g.e. C. 1, Sh. 367-368, Hbr. 321-322. İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 503, Hbr. 1085.

[14] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Edeb, B. 137, Hds. 5176. İmam Nesaî A.g.e. C. 1, Sh. 363-364, Hds. 315. İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 501, Hds. 1081. İbn Kesir, A.g.e. C. 11, Sh. 5852.

Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C. 4, Sh. 414)’den.

[15] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Edeb, B. 137, Hds. 5177-5179. İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 502, Hds. 1084. İmam Nesaî, A.g.e. C. 1, Sh. 364, Hds. 316.

İbn Kesir, A.g.e. C. 12, Sh. 6428. Ahmed b. Hanbel’den.

[16] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 12, Sh. 344.

[17] İmam Malik, Muvatta,’ Kitabu’l-İsti’zan, Hds. f İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 487, Hbr. 1059-1060.

[18] İbn Kesir, A.g.e. C. 11, Sh. 5854.

[19] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Edeb, B. 138, Hds. 5186. İmam Buhârî, edebü’l-Müfred, B. 498, Hbr. 1078.

[20] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Edeb, B. 136, Hds. 5174. İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 495, Hds. 1071.

[21] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Edeb, B. 136, Hds. 5173. İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 506, Hds. 1089.

[22] İmam Buhârî, Edebü’I-Müfred, B. 506. Hbr. 1090. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 12, Sh. 343.

[23] Sahih-i Buhârî, Kitabu’I-İsti’zan, B. 11, Hds. 14. Sahih-i Müslim, Kitabu’1-Adab, B. 9, Hds. 41.

Sünen-i Tirmizî, Kitabu’I-İsti’zan ve’1-Adab, B. 17, Hds. 2851. İmam Buhârî, Edebü’I-Müfred, B. 495, Hds. 1070.

[24] Sahih-i Müslim, Kitabu’1-Adab, B. 9, Hds. 43. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Edeb, B. 136, Hds. 5172. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-İsti’zan ve’1-Adab, B. 16, Hds. 2849. (Bazı lafız değişikliğiyle).

Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 2, Sh. 266.

Hadisin yorumu ve hükmündeki ihtilaf için bkz. Fahruddin er-Râzî,

A.g.e. C. 17, Sh. 35-36.

[25] Sahih-i Buhârî, Kitabu’d-Diyât, B. 14, Hds. 26. İmam Buhârî, Edebü’I-Müfred, B. 494, Hds. 1068.

[26] İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 506, Hbr. 1098. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 12, Sh. 346.

[27] İbn Kesir, A.g.e. C. 11, Sh. 5855. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 12, Sh. 346.

[28] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 12, Sh. 345.

İmam Malik, Muvatta’, Kitabu’s-Selâm, Hbr.

[29] Nur, 24/58-61.

[30] Hucurat, 49/11-12.

[31] Ahzab, 33/9-12.

[32] Ahzab, 33/10

[33] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Mağazî, B. 31, Hbr. 139. Sahih-i Müslim, Kitabu’t-Tefsir, Hbr. 12.

[34] Hendek savaşı için bkz.

İbn Hişam, A.g.e. C. 3, Sh. 299-321.

Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev. Zakir Kadiri Ugan –

Ahmet Temir, İst. 1992, C. 5, Sh. 466-490.

İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, C. 4, Sh. 162-200.

İbnü’1-Esir, El-Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi İslâm Tarihi, çev. M.

Beşir Eryarsoy, İst. 1985, C. 2, Sh. 167-172.

İmam Zehebî, Tarihu’l-İslâm, çev. Muzaffer Can, İst. 2000, C. 3, Sh. 390-426.

[35] Abdulfettah el-Kadî, A.g.e. Sh. 305-307. Hakim, Ebu Nuaym ve Beyhakî’den.

İmam Suyutf, Esbâb-ı Nüzul, C. 2, Sh. 527-528. İmam Zehebî, A.g.e. C. 3, Sh. 421-423. İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-i Kerim Tefsiri, C. 12, Sh. 6480.

[36] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 36, Hds. 99. et-Taberî, Taberî Tefsiri, C. 6, Sh. 478.

İbn Hişam, A.g.e. C. 3, Sh. 319-320. İmam Zehebî A.g.e. C. 3, Sh. 420-421.

[37] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-İstiska, B. 25, Hds. 28.

Kitabu’I-Mağazî, B. 31, Hds. 141. Kitabu’I-BedTl-Halk, B. 5, Hds. 15. Sahih-i Müslim, Kitabu Salati’l-İstiska, B. 4, Hds. 17.

[38] Ahzab, 33/9

[39] Ahmed Davudoğlu, A.g.e. C. 5, Sh. 58-59.

[40] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 14, Sh. 48.

[41] Fahruddin er-Râzî, A.g.e. C. 18, Sh. 242.

[42] İbn Kesir, A.g.e. C. 12, Sh. 6482. İmam Kurtubî A.g.e. C. 14, Sh. 50.

[43] Bkz. Bakara, 2/257.

[44] Bkz. Enfal, 8/40. Hacc, 22/78.

[45] Bkz. Talak, 65/2-3.

[46] Sahih-i Buhârî, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 156, Hds. 231. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, B. 5, Hds. 17-18. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B. 5, Hds. 1726.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Cihad, B. 28, Hds. 2833-2834. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Cihad, B. 92, Hds. 2636-2637. Kuzâî, Şihâbü’l-Ahbâr Tercümesi, Sh. 34, Hds. 6. Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir, C. 1, Sh. 73, Hds. 15.

[47] Sahih-i Buhârî, Kitabu’I-Cihad ve’s-Siyer, B. 156, Hds. 230.

[48] Ahnıed Davudoğlu, A.g.e. C. 8, Sh. 466.

[49] İbn Hişam, A.g.e. C. 3, Sh. 416-419. Taberî, A.g.e. C. 5, Sh. 484-488. İmam Zehebî, A.g.e. C. 3, Sh. 404-407. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, C. 4, Sh. 192-195. İbnü’1-Esir, A.g.e. C. 2, Sh. 171-172. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 14, Sh. 38-39.

[50] Ahzab, 33/12

[51] Abdulfettah el-Kadî, A.g.e Sh. 307-308. Beyhakî ve İbn Ebu Ha-tim’den.

İmam el-Vahidî, A.g.e. Sh. 102-103.

İmam Suyutî, Esbâb-ı Nüzul, C. 2, Sh. 529.

Bu olay hakkında geniş bilgi için bkz.

İbn Hişam, A.g.e. C. 3, Sh, 306.

Taberî, A.g.e. C. 5, Sh. 470-473.

İmam Zehebî A.g.e. C. 3, Sh. 394.

İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, C. 4, Sh. 172-176.

İbnü’1-Esir, A.g.e. C. 2, Sh. 167-168.

Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Cihad, B. 42, Hds. 3162.

[52] İbn Hişam, A.g.e. C. 3, Sh. 309. Taberî, A.g.e. C. 5, Sh. 476.

[53] Ankebut, 29/1-2.

[54] Bkz. Bakara, 2/193. Enfal, 8/39.

[55] Bkz. Muhamed, 47/7. Hacc, 22/40.

[56] Zümer, 39/20. Ra’d, 13/31. Rum, 30/6.

[57] Mücadele, 58/2!.

[58] Saffat, 37/171-172.