Yegâne Rabbimiz Alİah (Azze ve Celle) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu, etraflıca araştırın. Yoksa cehalet (bilgisizlik) sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da sonra işlediklerinize pişman olursunuz.
Ve bilin ki, Allah’ın Rasulü içinizdedir. Eğer o, size bir çok işlerde uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Ancak Allah, size imanı sevdirdi, onu kalblerinizde süsleyip çekici kıldı ve size, inkârı, fışkı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşâd) olanlardır.
Allah’dan bir fazl (bir ihsan ve lütuf) ve bir nimet olarak. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.[1]
Bu âyet-i kerimelerin daha iyi anlaşılması için nazil olma sebebinin bilinmesi faydalı ve yerinde olur…
el-Hâris b. Dırâr el-Huzâî (r.a.) anlatıyor:
Ben, Rasulullah (s.a.s.)’e geldim. O, beni İslâm’a davet etti. Ben, O’nun davetini kabul edip İslâm’a girdim. Beni, zekat vermeye davet etti. Ben de kabul ettim ve dedim ki:
Ya Rasulallah, kavmime döneyim. Onları, İslâm’ı kabul etmeye ve zekat vermeye davet edeyim. Davetimi kabul edenlerin zekatım toplayaymı. Topladığım zekatları sana getirmesi için şu zamanlarda bana bir elçi gönder.
Haris, davetini kabul edenlerden zekatı toplamış ve Ra-sulullah’ın elçi göndererek zekatları aldırma vakti gelmiştir. Fakat Rasulullah’ın elçisi, zekatları almak için gelmemiştir. Bunun üzerine Haris, Allah’ı ve Rasulünü gazablandıracak bir-şey yaptığını sanmıştır.
Haris, kavminin ileri gelenlerini toplayarak onlara şöyle demiştir:
Rasulallah, yanımda bulunan zekatları almak üzere bana elçi göndermek için belli bir vakit tayin etmişti. Rasulullah, verdiği sözden caymaz. Sanırım ki, Rasulullah’ın elçisine engel olan sebeb O’nu, herhangi bir şeyden dolayı kızdırma-mızdır. Hep beraber Rasulullah’a gidelim.
Bunun üzerine Haris, kavmiyle birlikte Rasulullah (s.a.s.)’e gitmek üzere yola çıktılar.
Diğer taraftan Rasulullah, Hâris’in toplamış olduğu zekatı almak üzere O’na, elçi olarak Velid b. Ukbe’yi göndermişti. Velid, yürüyüp yolun bir kısmını gittikten sonra (Haris ve kavmini grup hâlinde gelirken gördüğünden) korkarak geri dönmüştü. (Çünkü o kabile ile arasında cahiliyye dönemine aid bir düşmanlık vardı.)
(Gelenlerin kendisine bir zarar vereceğinden korkarak geri dönen Velid,) tekrar Rasulullah’a gelmiş ve O’na:
Ya Rasulullah, Haris, bana zekat verilmesine mani oldu ve beni öldürmek istedi, dedi.
Bunun üzerine Rasulullah, Hâris’e bir müfreze göndermeye karar verdi. Müfreze, Medine’den ayrılırken, Medine’ye gelmekte olan Haris ve arkadaşlarıyla karşılaştı.
Müfrezedeki ler:
İşte bu, Haris, dediler. Haris, onlara yaklaşınca:
Siz, kime gönderildiniz? dedi. Müfrezedekiler ise:
Sana gönderildik, dediler. Haris:
Niçin? dedi. Onlar:
Rasulullah sana, Velid b. Ukbe’yi gönderdi. Velid, senin ona zekat vermeye engel olduğunu ve onu öldürmek istediğini sanmış, dediler.
Haris:
Muhammed’i hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki ben, onu ne gördüm, ne de o, bana geldi! dedi.
Haris, Rasulullah’ın yanına varınca, Rasulullah şöyle buyurdu:
“Zekatı vermeye engel oldun, elçimi de Öldürmek istedin ha?”
Haris:
Seni, hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, ben onu, ne gördüm, ne de o, bana geldi! Benim yola çıkmama sebeb ise, senin elçinin bana gelmemesi ve Allah ve Rasulünü gazablandıracak bir şey yaptığımdan dolayı elçinin geri kaldığı korkusudur, dedi.
Bunun üzerine bu âyet [2] ve bundan sonra gelen iki âyet nazil oldu.[3]
İmam Kurtubî (rh.a.) şöyle diyor:
“Bu âyet-i kerimede, adaletli olması hâlinde bir kişinin haberinin (Haberu’l-Vahid)’in kabul olunacağına delil vardır. Allah, fasık olan kimsenin haber nakletmesi esnasında işin iyice araştırılmasını emretmiştir. Fasıklığı sabit olan kimsenin ise, verdiği haberlere dair sözü, icma ile batıl olur (hükümsüzdür). Çünkü haber, bir emanettir. Fasıklık ise, onu ibtal eden bir karinedir.[4]
Gerek ferd olarak, gerekse cemaat olarak mü’min mü-lümanlann, kendilerine ulaştırılan haberler ve haberci hakkında çok dikkatli, bir o kadar da hassas olmalıdırlar!.. Haberi getirenin takva sahibi salih bir insan ve aynı zamanda işin ehli bir şahsiyet olursa, kendisine itibar edilip haberi dikkate alınır… Eğer haberci fasık bir kişi ise, onun getirdiği haberin doğru olma ihtimali var ise de, acele edilmeden teenni ile karşılanmalı, sabır ile aslı araştırılmalıdır… Bu konuda acele etmek, şeytanın tuzaklarına düşmek ile sonuçlanabiliniz.. Şeytanın vesvesesi, nefsin hevası, kişiyi belânın içine iter… Bundan dolayı acele etmeden, sabırlı davranarak, fasıkın getirdiği haberin aslının ve doğruluğunun salih kişiler tarafından araştırılması gerekir…
Sehl b. Sa’d es-Saidî (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Teenni (düşünerek hareket) Allah’dan ve ecelecilik şeytandandır. [5]
Attığı adımı, bilerek, düşünerek ve dikkatli atanların ayaklan yer tutar ve düzgün yürüyerek hedeflerine ulaşırlar… Bunun için acele etmeden, teennî ile çalışmak gerek… Mü’min müslüman ferdi ve ümmeti ilgilendiren bütün haberlerin sahih kaynaklardan gelmesi gerekir… Sahih kaynaklardan gelen haberler, tahlile ve yoruma tabi tutularak faydalı sonuçlara ulaşılır… Eğer haber, fasıklar tarafından ve doğru olmayan bir hâl ile gelecek olursa, yapılacak tahlil ve yorum yanlış olacaktır… Elbette haber doğru olmazsa, yorum doğru olmaz ve doğru bir sonuca ulaşılmaz… Dolayısıyla bu bilgisizlik ve yanlış sonuç, ferdin, cemaatın ve ümmetin başına belâ açar… Sonunda çok üzücü hâllere düşülüp perişan olunur…
Hâl bu olunca, haberin kaynağı sağlam, getiren sağlam, yorum ve tahlilini yapan işin ehli sağlam şahsiyetler olmalıdır… Eğer böyle olursa, gelen sağlam habere karşı gerekli hazırlıklar yapılır, ferd, cemaat ve ümmet hayırlı bir sonuca ulaşır…
Bu konuda İmam İbn Kesir (rh.a.), şu uyarıda bulunuyor:
“Allah Teâlâ, günahkâr birinin getireceği haberin ihtiyatla karşılanarak iyice araştırılmasını emrediyor. Yoksa yalancı veya hatalı olduğu hâlde onun sözüyle hükmolunabilir. Neticede hâkim, onun yalanma uymuş olabilir. Allah Teâlâ burada, bozguncuların yoluna uymayı da yasaklamıştır. Alimlerden bir grup, buradan hareketle gerçekte günahkâr olması ihtimâline mebnî durumu meçhul olan kimsenin rivayetinin kabul edilmemesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Diğer bazıları ise, durumu meçhul olanın haberini kabul etmektedirler. Zira bize emrolu-nan, günahkâr kişinin haberini ihtiyatla karşılayıp iyice araştırmaktır. Halbuki böyle kimsenin günahkârlığı kesin değildir. Zira onun durumu meçhuldür.[6]
Rabbimiz Allah, duyulan veya gelen haberler nasıl değerlendirilmeli konusunda şu emrini beyan buyuruyor:
“Kendilerine güven ve korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştınverirler. Oysa bunu, peygamber’e ve kendilerinden olan emir sahihlerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç çıkarabilenler (yetkili kişiler, peygamber, müctehidler, emir sahileri), onu bilirlerdi. Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasıydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.[7]
Bu âyetin tefsirinde İmam Kurtubî (rh.a.) şu açıklamayı yapıyor:
“Bu buyruğun anlamı şudur:
Onlar, müslümanların zafer kazanmaları, düşmanlarının öldürülmeleri gibi, güvenlik ihtiva eden herhangi bir husus işitecek olurlarsa “veya korkuya dair bir haber geldiğinde” yani, bunun zıddı bir haber alacak olurlarsa, ‘Onu hemen yayıverir-Ier’ ifşa edip açılarlar. İşin gerçek mahiyetini kavramadan onu, dillerine dol ayı verirler.
el-Hasen (rh.a.)’in, “bu davranışı, zayıf müslümanların gösterdiğini” söylediği nakledilmiştir. Çünkü bunlar, Peygamber (s.a.s.)’in durumunu açıklıyor ve bundan dolayı haklarında herhangi bir sorumluluğun sözkonusu olmayacağını sanıyorlardı.
ed-Dahhak ve İbn Zeyd ise, derler ki:
Bu buyruk, münafıklar hakkındadır. Haberleri bu şekilde yaygınlaştırdıkları için yalan söylediklerinden ötürü, bu şekilde davranmaları onlara yasaklandı.
“Halbuki bunu, Rasulüne veya içlerinden emir sahibleri-ne döndürmüş olsalardı” yani, Peygamber (s.a.s.)’in kendisi, yahud emir sahihleri olan kimseler bunu, söyleyip açıklaymcaya kadar kendileri bunu dillerine dolayıp açıklamamış olsalardı…
Emir sahihleri:
el-Hasen, Katâde ve başkalarından:
İlim ve fıkıh sahibi kimselerdir, diye nakledilmiştir. es-Süddî ve İbn Zeyd ise:
Yöneticilerdir, diye açıklamıştır.
Maksadın, askerî birlik kumandanları olduğu da söylenmiştir.
“İçlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu elbette bilirlerdi.” Yani, bu kimseler, neyin açıklanması gerektiğini, neyin de gizlenmesi gerektiğini bilirlerdi.
İşin içyüzünü araştırıp çıkarmak (istinbat), suyu kaynağından çıkarmak demektir. Nebat ise, ilk kazıldıktan sonra kuyunun dışarıya çıkartılan ilk suyudur. Buna, nebat adının verilmesi ise, onların (bu şekilde su çıkarmalarının) yerde bulunan şeyleri dışarı çıkartmalarından dolayıdır. Sözlükte istinbat çıkartmak anlamındadır. Daha önce geçtiği gibi, nass ve ic-ma’nın bulunmaması hâlinde içtihatta bulunmaya da delâlet etmektedir.[8]
Haberin kaynağı sağlam ve habercinin âdil şahid olması gerekir… Bir kavme olan kini veya sevgisi onu, adaletten ayırmaması lâzımdır… Takvaya yakışın adalet yapmaktır. [9] Takva, mesuliyetini idrak ederek Allah’dan korkmaktır… Katıksız iman sahibi ve müttakî olan habercinin getirdiği haber ciddîye alınıp tahlil ve yoruma tabi tutulur… Ancak böyle bir haber ve haberci, ferde, cemaate ve ümmete faydası dokunan doğru haberi ulastrabilir…
Akîde konusunda sakat, amel konusunda fasık olanların haberlerine asla itibar edilmez… Gelen haber, yeniden araştırılmaya başlanır ve ehli tarafından vazifeli kılınan kişiler tarafından kaynağına ulaşılıp doğru olup olmadığı konusunda sıhhatli haber getirilir…
Her işitilen olayın doğruluğu sabit olmadıkça beyanı, kişiyi mesuliyet altına sokar, yalancı durumuna getirir ve suçlu bir hâle büründürür…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Her işittiğini söylemek, bir insana yalan namına kâfidir.” [10]
Süfyan b. Üseyd el-Hadremî (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Senin söylediklerini tasdik edecek bir mü’min kardeşine yalan söylemen, çok büyük bir ihanettir. [11]
Muvahhid mü’min müslüman bir haberci, Allah’dan korkan bir müttakî olmalı ve haberci olmanın âdil şahidlik olduğunu idrak ederek, mesuliyetini hissederek hareket etmelidir!..
Bu konu bu kadar önemli olduğu için, zalim tağutlar tarafından işgal edilen mazlum İslâm topraklarında esaret altında yaşayan mü’min müslümanların buna ciddî eğilip kalıcı çözümler getirmeleri gerekir…
Müstevli ve zalim tağutların emrinde olan haber kurum ve yayınlarına asla güvenilmez… Çünkü onların, küfrü, şirki, fışkı ve fücuru apaçık iken, kendilerine nasıl güvenilir!.. Onlar, egemen oldukları ve tağutî hükümlerle yönettikleri işgal edilmiş İslâm topraklarında yaşayan esir mü’min müslümanların doğru haberler alıp uyanmalarım kesinlikle istemezler… Bundan dolayı devamlı yalan haber üretir, onları uyutmaya devam ederler… Onların, morellerini ve ahlâklarını bozmaya yönelik yayınlar yapan, ümitsizliğe düşürmeye gayret eden egemen tağutlar, egemenliğinin devamı için en güvenilir yol olarak buna tutunmuşlardır… İnsan bilince, anlar… Anlayınca da imkânları el verdiği ölçüde gereğini yapar… İnsanlar, cehaletin içine itilerek, dünyaları karartılarak, kalbleri ve beyinleri tağutlar tarafından ipotek altına alınıp yönlendirildikten sonra, ne doğrusunu öğrenir, ne de yapar…
Zalim tağutlar tarafından işgal edilmiş olan İslâm topraklarında radyolar, televizyonlar, gazeteler, dergiler ve diğer haber araçları, egemen tağutların denetiminde ve onların men-faatına göre yayın yaptırılmaktadır!.. Böyle olunca esaret altındaki mü’min müslümanların sıhhatli bilgilenmeleri, doğru haber ve yorum alabilmeleri için, bu esaret zincirlerini kırmaları, doğru haber kaynaklarını oluşturmaları ve müesseselerini kurmaları gerekli… Ortamın şartlarını göz önünde bulundurarak, Rabbimiz Allah’ın verdiği bütün imkânları kullanarak ve taviz vermeden meşru zeminlerde kurulacak haber müesseseleri ve yayın organlarıyla, mü’min müslümanların doğru bilgilendirilmeleri, esaretten kurtuluşun şartıdır!..
İbn Ömer (r.anhuma)’mn rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Haber, göz ile görmek gibi değildir. Allah (Azze ve Celîe) Musa’ya, kavminin buzağı konusunda O’na yaptığım haber vermişti de Musa, (elindeki) levhaları yere atmadı. Onların yaptıklarını gözleriyle görünce, levhaları yere attı. Bunun üzerine levhalar kırıldı.[12]
Emirü’l-mü’minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.) da, bu konuda şöyle der:
Gözle görmek, bir şeyi duymaya benzemez! [13]
Doğru haberi, kaynağından duymak, görmek ve yakîn olmak, kalbi tatmin eder, insanı huzura kavuşturup sakinleştirir… Bütün sorular cevablamr ve problemler çözülür… Şeytanın vesvesesi giderilir, tereddüdler yok olur… İnkâr edilemez gerçek apaçık ortaya çıkar ve herkes tarafından görülür…
Dünyada İmam, ahirette salihlerden olan [14]İbrahim (a.s.)’m kıssasını beyan buyuran Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“Hani İbrahim: ‘Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster’ demişti. (Allah, O’na:) ‘İnanmıyor musun?’ deyince, ‘Hayır (inandım), ancak kalbimin tatmin olması için’ dedi. ‘Öyleyse dört kuş tut. Onları, kendine alıştır. Sonra onları (parçalayıp) her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır. Sana koşarak gelirler. Bil ki, şübhesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. [15]
“Haber, görmek gibi değildir!”
Bundan dolayı, zalim tağutlann işgali altındaki İslâm topraklarındaki mü’min müslümanların, Ümmet arasında çok ciddî ve sapasağlam haber ağı kurmaları onların ertelenmez vazifesidir… Ümmetin her ferdini ve her bölgesini birbirinden haberdar etmek, onlara dostlarını ve düşmanlarını tanıtmak gerek… Dostlarla tanışıp, barışıp birlik ve beraberlik kurmak; düşmanlara karşı tedbirli olmak ve gerekli tavrı sergileyip onlardan gelecek zararlara karşı önlem almak şarttır…
Kâfir, müşrik, fasık ve facirlerden gelen yalan haberlere kanıp zarar görmek istemeyenler, adalet ve takva üzere kurulmuş haber müesseselerini gündeme getirip devamını sağlamak zorundadırlar… Bunun için gerekli maddî ve manevî bütün araç, gereç ve imkânların ortaya konulması gerekir… Bunun için mü’min müslümanların ne imkânı varsa onu sarf edip iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmalıdırlar… Mü’min müslü-manlar, üzerlerine düşen vazifeyi yaparlarsa, Allah’ın onlara va’dettiği yardımı kendilerine ulaşır.[16]
Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Eğer Allah, size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi yapayalnız ve yardımsız bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü’minler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler. [17]
[1] Hucurat, 49/6-8.
[2] Hucurat, 49/6
[3] et-Taberî, A.g.e. C. 7, Sh. 503-504.
İmam er-Rûdânî, A.g.e. C. 4, Sh. 129-130, Hds. 7230. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, Sh. 279’dan. İmam el-Vahidî, A.g.e. Sh. 449-451. Abdulfettah el-Kadî, A.g.e. Sh. 359-361. İmam Suyutî, Esbâb-ı nüzul, C. 2, Sh. 611.
[4] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 16, Sh. 241.
[5] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birri veVSıla, B. 65, Hds. 2081. Seyyici Mansur Ali Nâsıf el-Hüseynî eş-Şaiî, et-Tâcu’1-Camiu’l-Usul Fî Ahadisİ’r-Rasul – Taç Tercümesi, çev. Bekir Sadak, İst. 1980, C. 5, Sh. 112, Hds. 216. Beyhakî’den.
İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e. C. 3, Sh. 408, Hds. 48. Ebu Ya’lâ’dan. İbn Kesir, A.g.e. C. 13, Sh. 7405.
[6] İbn Kesir, A.g.e. C. 13, Sh. 7402.
[7] Nisa, 4/83.
[8] İmam Kurtubî, C. 5, Sh. 342.
[9] Bkz. Mâide, 5/8.
[10] Sahih-i Müslim, Mukaddime, B. 3, Hds. 5.
Sünen-i Ebu Davud, Kitabuİ-Edeb, B. 88- Hds. 4992. İmam Ebu Davud (rh.a)’in kaydında: “Günah yönünden yeter (ve artar).” buyrulmuştur. Ahmed ibn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, C. 1, Sh. 78, Hds. 249. Abdullah ibn Mübarek, Müsned, Sh. 8, Hds. 19.
[11] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Edeb, B. 79, Hds. 4971. İmam Buharı, Edebü’l-Müfred, B. 184, Hds. 393. Kuzâî, Şihabü’l-Ahbâr, Sh. 126, Hds. 394.
İmam Hafız el-Münzİrî, A.g.e. C. 5, Sh. 500, Hds. 26. Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C. 4, Sh. 183)’den.
[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 1, Sh. 215,271,
İmam er-Rûdânî, A.g.e. C. I, Sh. 61, Hds. 261. Ahmed Bezzar, Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir ve Mu’cemu’l-Evsat’ta (İbn Abbas’dan).
Aynı eser, C. 1, Sh. 412, Tahric: 261’de bu hadisin:
Hakim, Müstedrek, C. 2, Sh. 321’de olduğu kaydedilmiştir.
Konuyla ilgili ayetler için bkz. A’raf, 7/148-150. Tâhâ, 20/85-86.
[13] Hazret-i Emir Afi b. Ebi Talib, Nehcü’l-Belaga, çev. Abdulbaki Gölpınarh, Kum-İran, 1989, Sh. 431.
[14] Bkz. Bakara, 2/130.
[15] Bakara, 2/260.
[16] Bkz. Muhammed, 47/7. Hacc, 22/40.
[17] Âl-İİmrân, 3/160.