Yegâne Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler, Allah’dan sakının ve eğer inanmışsa-mz, faizden artakalanı bırakın.
Şayet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Rasulüne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz.
Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz.
Allah’a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese kazandığı noksansız ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır.[1]
Gerçekten iman edenler ve imanlarında samimi olanlar, yegâne Rabbleri Allah Teâlâ tarafından bir iman imtihanına tabi tutuluyorlar…
“Ey iman edenler, Allah’dan sakının ve eğer inanmışsa-nız, faizden artakalanı bırakın!”
Eğer gerçekten inanmış iseniz, bu imanınızı isbat etmeniz gerekir… İman etmek, isbatsız ve delilsiz sadece laf ile olmadığı bir gerçektir… İman, amel ile isbatlanmahdır… İmana aykırı olan bütün düşünce, anlayış, hâl ve hareketlerin terkiyle beraber, imanın gereği olan salih amelin ortaya konulması, imanın varlığına delil teşkil eder… Her ne kadar amel, imandan bir cüz değilse de, hiç salih amel işlemeden imanın varlığı anlaşılmaz!.. Bir kişinin iman sahibi olduğu, imanın gereği olan amelleri işlemesiyle anlaşılıp kabul görür!..
İman eden ve Allah’ın hükümlerine teslim olan mü’min müslümanlar, imanlarının gereği olan amel işlemeye davet olunduklarında, hiç tereddüd ve itaraz etmeden:
“İşittik ve itaat ettik!” deyip emrolundukları gibi davranmalıdırlar… Çünkü onlar, gerçekten iman etmiş ve imanlarına, en büyük zulüm olan şirki karıştırmamışlardır… Saf ve tertemiz bir imana sahib oldukları için, İslâm’ı hayatlarında yaşamaları konusunda asla zorlanmazlar… Fıtrat dini olan İslâm Dini’nde asla zoluk yoktur… Din, kolaylık dinidir…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Şübhesiz ki, bu din kolaylıktır![2]
İnsanoğlunun fıtratına en uygun olan ve onunla aynîleşen din, kolaylık dini olan İslâm’dır… İslâm’ın hayat ilkelerini hiç zorlanmadan, imkânlar ve şartlar dahilinde yaşamaya gayret eden mü’min müslümanlar, Allah’ın hükümleri, tabi olma konusunda herhangi bir engele takılmadan emre âmâde olurlar…
Rabbimiz Allah, mü’min kullarının vasfını beyan ederken şöyle buyurur:
“Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve Rasulüne çağrıldıkları zaman mü’min olanların sözü: ‘İşittik ve itaat ettik’ demeleridir, işte felaha kavuşanlar bunlardır.
Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse ve Allah’dan korkup, O’ndan sakınırsa, işte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır.[3]
Kendilerine, “ey iman edenler” diye hitab edilen mü’min müslümanlar, Rabbleri Allah’ın bu hitabına bütünüyle kulak kesilip ne emrederse hemen, “işittik ve itaat ettik” deyip teslim olmalıdırlar…
Rabbleri Allah, bu hitabtan sonra mü’min kullarına iki vazife ile emrediyor:
1) Allah’dan sakının! Allah için takva sahibi olun. Rab-binizin emrini yerine getirme konusunda asla geri durmayın ve nasıl emrolunup öğretilmiş iseniz öyle davranın… Rabbiniz Allah’ın emrini, önderiniz ve hayat örneğiniz Rasulullah (s.a.s.)’den gördüğünüz gibi yerine getirmeye çalışın…
2) Eğer inanmış ve imanınızda samimi iseniz, Rabbiniz Allah’ın size haram kılmış olduğu faizi terk edin… Madem ki, Allah Teâlâ size faizi haram kıldı, sizin vazifeniz O’nun emrine itiraz ve tereddüd etmeden hemen uymanızdır… Madem ki, Rabbiniz Allah’ın emrini işittiniz, hemen itaat edin… Böyle davranmanız, imanınızın olmazsa olmaz bir gereği ve imandaki samimiyetinizin bir isbatıdır!..
Bu âyet-i kerimenin inzal sebebine baktığımız zaman, mü’min müslümanların bir iman imtihanına tabi tutulduklarını ve Rabbleri Allah Teâlâ’ya takvada ne kadar samimi olduklarını isbata davet edildiklerini görüyoruz…
Abdulah ibn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:
Allah daha iyi bilir ya- bize gelen habere göre bu âyet, Sakif Kabilesinden Amr b. Umeyr b. Avf oğulları ve Mahzun Kabilesi’nden Muğire oğulları hakkında inmiştir. Mu-gire oğulları, Sakif oğullan’na faiz ödüyorlardı.
Allah Teâlâ, Peygamberini, Mekke’ye hakim kılınca, faizin her cinsini yasakladı. Bunun üzerine Amr b. Umeyr ve Mugire oğulları, Mekke Emiri olan Attâb b. Useyd (r.a.)’a geldiler.
Muğire oğullan dediler ki:
Riba (faiz) hususunda bizi, insanların en bahtsızı yapan şey nedir ki, bizden başka bütün insanlardan riba kaldırıldı (da bizden kaldırılmadı)?
Amr b. Umeyr oğulları da dediler ki:
Ribamızın bize aid olduğuna dair sulh olunduk! Bunun üzerine Attâb, Rasulullah (s.a.s.)’e bu hususta mektub yazdı. Nihayet bu âyet ve ondan sonra gelen: “Böyle yapmazsanız, bunun, Allah’a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.” âyeti nazil oldu.[4]
Rasulullah (s.a.s.), Attâb’a gönderdiği mektubda bu âyet-i kerimeyi de yazarak O’na şöyle diyordu:
“Allah’ın hükmüne razı olurlarsa ne alâ! Aksi takdirde onlara harb ilân et!”
Bunun üzerine Attâb, her iki tarafa da mektub yazarak, onlara Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kendileri hakkında yazmış olduğu mektubu bildirdi.
Onlar:
Öyleyse Allah Teâlâ’ya tevbe ederiz. Çünkü bizim, Alİah ve Rasulü ile savaşacak gücümüz yok, dediler ve sermayelerini almaya razı oldular.
Ancak Muğire oğulları, bunu da ödemekten aciz kalınca, Sakif oğullarına, zor durumda bulunduklarını bildirerek borçlarının, mahsul dönemine kadar tehir edilmesini istediler. Sakif oğulları, borçların tehir edilmesine karşı çıktı. Bunun üzerine yüce Allah:
“Eğer borçlu darda ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin.” âyet-i kerimesini inzal buyurdu.[5]
Gerçekten iman etmiş ve imanlarının gereği olan salih amelleri işleyen muvahhid mü’minler, Rabbleri Allah’dan gelen bu emirleri işitir işitmez, hemen itaat etmişlerdir… Kendilerine, “Allah’dan sakının” denilmiş; onlar, hemen gereğini yapmışlar… Kendilerine, “faizden artakalanı bırakın” denilmiş; onlar, hemen bırakıp terk etmişler… Onlara, “borçlu olan zorluk içindeyse mühlet tanıyın” denilmiş; onlar, hemen itaat ederek, borçlu olanlara borçların rahat ödeyecekleri zamana kadar müsaade etmişlerdir…
Çünkü eğer, takva sahibi olmaz ve Allah’a itaat etmez de faizli muameleye devam edecek olurlarsa, bu itaatsizlik ve bu harama devam edip Allah’a isyan hâli, Allah ile Rasulüne harb açmak demektir… Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e savaş açmak ise, mü’min olanların asla yapamayacakları bir şeydir… Gerçek i-man, bu korkunç felâketi engelleyicidir…
Medine halkının kıraatina göre mânâ:
“Şayet sizler, bu emredileni yapmazsanız, Allah ve Rasulü tarafından size savaş açılmış olduğunu bilin.” demektir…
Küfe kurralarmın kıraatma göre ise, mânâ şöyle olur: “Şayet sizler, emrolunanı yapmazsanız, Allah ve Rasulü-ne karşı savaştığınızı diğer insanlara ilân edin.” [6]
“Namazı, bütün ibadetleri, hayatı ve ölümü, yalnızca kendisi için olduğu[7] yegâne Rabbi Allah’a karşı savaş ilân etmek!.. Allah’ım Sana sığınırız!.. Bu, ne korkunç bir vakıa!.. Gerçekten iman etmiş ve inandığım beyan eder bir mü’min, bunu yapabilir mi? Buna imkân var mı? Dünya, güneş ve ay oldukları hâl üzere durdukları müddetçe bu, asla mümkün değildir!.. Kâmil imana sahib ve salih amel üzere olan hiç bir mü’min, Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e karşı savaşmak olan faiz ile uğraşmaz, faizli ahş-veriş yapamaz ve faizden elde edilmiş olan kazancı yiyemez!..
Katâde (rh.a.) diyor ki:
Alış-verişlerinizi faizle karıştırmaktan sıkınınız! Allah, helâli genişletmiş ve temiz kılmıştır. Hiç bir darlık sizi, bu günaha itmesin! [8]
Bütün şartlan oluşmuş “ikrah-ı mülci” ve ”zaruret hâli” ‘inden başka mü’min müslümanları, böyle bir duruma mecbur kılan ne olabilir?!..
Mü’min müslüman olduğu hâlde, Allah ve Rasulü (s.a.s.) ile savaşmak olan faiz yemek, ya da faizli ahş-verişte bulunmak suçunu işleyen bir insan bu korkunç hâlinin farkına varınca, ya da kendisine hatırlatılıp ikaz edilince hemen vazgeçip tevbe etmelidir… Eğer tevbe edip faizli muamelelerden vazgeçerse, ne zulmeden, ne de zulme uğrayan biri olur… Eğer vazgeçmez de bu cinayeti devam ettirecek olursa, hem zulmeden, hem de zulme uğramış bir tip hâline gelir!,.
Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e karşı savaş açan ve Allah ve Rasulü (s.a.s.) tarafından kendisine savaş açılan bir kişi, ya da masiyet içinde bir toplum asla iflah olmaz… Böyle kişiler veya kitleler, nasuh tevbesine davet edilirler… Eğer mü’min müslü-manların kendilerini tevbeye davetine tabi olurlarsa ve zulüm işlemekten vazgeçerlerse, hem nefislerini, hem de toplumun kurtulmasını sağlarlar… Eğer faiz suçunu işlemeye devam ederlerse, onlar, bu işi terk edinceye kadar kendileriyle mücadele edilir… Çünkü faiz, Allah ve Rasulü (s.a.s.) tarafından haram kılınmıştır… Faizli muameleye devam eden, Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e karşı, dolayısıyla mü’min müslümanlara karşı isyan edip baş kaldırmış, böylece toplumun mahvına sebeb olmuşlardır… Toplumsal bir katliâmın gündeme gelmesine vesile olanların, durdurulması, ıslah edilmesi ve bu suçtan alıkonulması, diğer insanların ertelenmez bir vazifesidir… Bu, aynı zamanda imanın bir gereğidir de!..
Ebu Said el-Hudrî (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Sizden herhangi biriniz bir kötülük görürse, onu, hemen eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa, diliyle değiştirin. Ona da gücü yetmiyorsa, kalbiyle değiştirsin (buğz etsin)! manın en zayıfı da budur![9]
Ebu Bekr (r.a..)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Bir Millet ki, aralarında kötülük işlenir, sonra onlar o kötülüğü değiştirmeye güçleri yettiği hâlde değisürmezlerse, Allah, yakın bir zamanda mutlaka onlara genel bir azab verir.[10]
Faiz belâsı, toplumu felâkete götüren ve helak eden bir toplumsal masiyet, bir korkunç cinayettir… Eğer engellenmeyecek olursa, toplumsal bir intihardır!..
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan,
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Helak edici olan yedi şeyden çekininiz!”
Sahabîler:
Ya Rasulullah, bu yedi şey nedir? diye sordular.
Rasulullah (s.a.s.):
Bunlardan birisi de:)
Riba (faiz kazancı) yemek!” buyurdu. [11]
Gerek ferdi, gerek aileyi, gerekse toplumu helak eden faiz belâsından kurtulmak için her önlemi alan yegâne hayat nizamı İslâm, önce insanları bilgilendirip aydınlatmış ve onların bu cineyetten vazgeçmelerini sağlamıştır… Konuya iman noktasından yaklaşmış, faizden vazgeçmenin bir iman iş olduğunu, gerçekten iman etmiş olanların faizle muamele yapamayacaklarını ve bundan hemen vazgeçmelerinin gereğini beyan etmiştir… İman noktasında zayıf veya sakatlığı olduğu için faizden vazgeçmeyenler içinse, maddî ve manevî cezalar koymuştur!..
Abdullah ibn Abbas (r.anhuma):
“Şayet böyle yapmazsanız (faizi bırakmazsanız) Allah’a ve Rasulüne karşı savaş açtığınızı bilin.[12] âyet-i kerimesi hakkında şöyle demiştir:
Kim faize devam eder ve bırakmazsa, müsiümanlarm İmamı’nın onu, tevbeye davet etme hakkı vardır. Bırakırsa ne âlâ, yoksa boynu vurulur![13]
Katâde (rh.a.) şöyle söylemiştir:
Gördüğünüz gibi Allah, faiz yiyenleri öldürmekle tehdid etmiş ve onlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kanlarını heder etmiştir.
Rebi’ b. Enes (rh.a.) de:
Allah Teâlâ’nın bu âyet-i kerime ile, faiz yiyenleri öldürmekle tehdid etttiğini, söylemiştir. [14]
İmam Kurtubî (rh.a.), tefsirinde şu açıklamayı yapar: “Denildiğine göre bu buyruğun anlamı şudur: Şayet sizler, faizden vazgeçmezseniz Allah’a ve Rasulüne karşı savaş açmış kimselersiniz. Yani sizler, onların düşmanlarısınız. İbn Huveyzimendad da der ki:
Bir şehir halkı, helâl görerek faiz alıp verme hususunda anlaşsalar mürted olurlar. Onlar hakkındaki hüküm, irtidad edenler hakındaki hüküm gibidir. Şayet bunu helâl kabul ettiklerinden dolayı yapmayacak olurlarsa, o vakit İmam’ın (İslâm Devlet Başkam’nın), onlarla savaşması caiz olur.
Nitekim yüce Allah, şu buyruğunda bunu ilân etmiş ve böyle bir savaşa izin vermiş olduğu görülmektedir:
“Allah ve Rasulü tartından size savaş açıldığını bilin.[15]
İmam Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et Taberî (rh.a.) ise, bu konuda şunları söyler:
“Âyet-i kerime faizin korkunç bir cinayet olduğunu ortaya koymaktadır. Bu cinayetin büyüklüğünü anlamak için, Kur’ân-ı Kerim’in, faizcileri nasıl vasıflandırdığını dikkatle incelemek yeterlidir. Kur’ân-ı Kerim faizcileri, şeytanın çarptığı, sara hastalığına yakalanmış, kendini yerden yere atan ve aklından zoru olan deliler gibi sağa-sola yalpa yapan bir kimseye benzetmiştir.
Faizciler ise, Kur’ân-ı Kerim’in bu tasvirine rağmen, faizin zararlarını yok gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Allah’ın, bu kadar kötü olduğunu bildirdiği faizi meşru gören ve onunla muamele yapanları, Allah ve Rasulünün kendilerine karşı savaş ilân ettiğini beyan eden âyete rağmen, faizle iştigal ederek, Rabblerine karşı savaşmayı basit bir olay gibi gösterenlerden ve o faizi helâlmış gibi takdim etmeye çalışanlardan daha zalim kim olabilir?..
Hangi müslüman, bu tehdidi duyduktan sonra faizli muameleye devam etmek ister? Bu âyet-i kerimeyi duyduktan sonra yaptığından vazgeçip tevbe etmeyen bu korkunç cinayeti işlemeye devam eden kişilere yazıklar olsun!.. İmanla faiz birbirinin zıddıdır, Hiç bir zaman birleşmezler. [16]
Merhamet olunmuş ve “insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet”in[17]mutlak müctehid âlimlerinden İmam Malik b. Enes (rh.a.)’in bu konuda beyan ettiği görüşüne bakıldığında, bir mü’min müslümanm, faiz hakkında nasıl davranacağı apaçık ortaya çıkar!..
İbn Bükeyr (rh.a.) anlatıyor:
Bir adam, Malik b. Enes (rh.a.)’in yanma gelerek şöyle dedi:
Ya Ebu Abdullah, sarhoş bir adamın içki içip durduğunu ve (gökteki) ayı yakalamak istediğini gördüm. Ben de:
Şayet Âdemoğlunun karnına içkiden daha kötü bir şey giriyor ise, karım benden boş olsun! dedim. Malik:
Senin bu mes’eleni tetkik edebilmem için geri dön (bana süre tanı)! dedi.
Ertesi gün gelince yine ona:
Senin mes’eleni tetkik edebilmek için geri dön! dedi. Bir sonraki gün yine dönünce, ona:
Hanımın, senden boş oldu. Çünkü ben, Allah’ın Kitabı ile Peygamberinin Sünnetini sahife sahife tetkik ettim. Faizden daha kötü bir şey göremedim. Çünkü yüce Allah, faiz dolayısıyla (faizcilere) savaş ilân etmiştir, dedi.[18]
Faizli muamelelerle meşgul olan ve kendisini müslüman kabul eden her insan, Rabbi Allah’ın kendisi için haram kılmış olduğu bu hükmünü duyunca, hemen faizin her türünden vazgeçmeli ve nasuh tevbesiyle tevbe etmelidir… Ne faiz almakla zulmetmeli, ne de faiz vermekle zulme uğramah!.. Ne zalim, ne muzlum!.. Zulmün ortadan kaldırılması ve adaletin egemen kümmas, mü’min müslümanlann yaratılış gayesi gereği kulluk vazifelerindendir…
Süleyman b. Amr’ın babası (Amr b. el-Ahfaş (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.)’i Veda Haccı’nda dinledim şöyle buyurdu: “Haberiniz olsun! Şübhesiz, cahiliyye faizlerinden olan tüm faizler kaldırılmıştır. Sermayeleriniz size, kendinize aiddir. Siz, zulmetmeyiniz, zulme de uğramayımz!” [19]
Cabir b. Abdullah (r.anhuma)’dan.
(Rasulullah, Veda Haccı sırasında) Urane vadisine geldi ve cemaate hutbe okuyarak şöyle buyurdu:
“Şübhesiz, sizin kanlarınız ve mallarınız, şu beldenizde, şu ayınızda, şu gününüz hürmeti gibi birbirinize haramdır.
Dikkat edin! Cahiliyyet umuruna (işlerine) aid herşey ayaklarımın altına konmuştur…
Cahiliyyet devrinin ribası (faizi) da sakıttır (kaldırılmıştır). İlk kaldırdığım riba, bizim (yani) Abbas b. Abdulmutta-lib’in ribasıdır. Bu ribanın hepsi muhakkak sakıttır (geçersizdir). [20]
Alİah ve Rasulü (s.a.s.) tarafından faiz yasaklandıktan sonra, alacaklılar, faizden tamamen vazgeçtiler ve faize verdikleri paralarının kendilerine aid olan kısmını borçlularından istediler… Borçlular, onların sermayelerini ödemekte güçlük çekince Allah, alacaklıların borçlulara kolaylık tanımalarını ve onların borçlarını ödemeleri için zaman imkânı verilmesini emretti… Hatta imkân sahihlerinin alacaklarını, ödeme imkânı bulunmayan fakir borçlulara sadaka olarak bağışlamalarının daha hayırlı olacağı, Rabbimiz Allah tarafından beyan buyrulmuştur…
İmam Taberî (rh.a.) bu konuda şu açıklamayı yapmıştır: “Bu âyet, müslüman olmadan önce, malını faize veren kimselere hitab etmektedir. Ancak her ne kadar âyet, faizli muamele yapan kimseler hakkında inmişse de hükmü, her alacaklı için geçerlidir. Bu nedenle borcunu ödemede darlık içinde olan her borçluya, alacaklısı tarafından, imkânı oluncaya kadar zaman tanınması gerekmektedir. Zira, alacaklının alacağı, borçlunun malı üzerinde bir haktır. Onun vücûdu üzerinde bir hakkı değildir. Borçlunun ödeme gücü yoksa, alacaklının, onun hürriyetini kayıt altına alıp onu hapsetmeye veya onu köleleştirerek satmaya hakkı yoktur. Zira alacaklının alacak hakkı, ya malının tümü üzerinde bir hak, ya borçlunun vücûdu üzerinde bir hak, veya malından belli şeyler üzerinde bir hak farzedilebiiir. Şayet alacaklının hakkı, borçlunun vücûdu üzerinde olsaydı, borçlunun ölmesiyle bu hakkın sona ermiş olması gerekirdi. Halbuki bunun, böyle olduğunu kimse söylememektedir. Şayet borçlunun belli bir malı üzerinde bir hak kabul edilecek olursa, o malın yok olmasıyla da alacaklının hakkının ortadan kalkması gerekirdi. Bunun böyle olduğunu da kimse söylememektedir.
O hâlde ordada, ‘alacaklının hakkı, borçlunun malının tümü üzerindedir’ demekten başka bir ihtimal kalmamıştır. Madem ki, alacaklının hakkı, borçlunun malı üzerindedir, o hâlde alacaklının, borçlunun vücûdu üzerinde herhangi bir tasarruf hakkı yoktur. Alacaklının, böyle bir hakkı olmadığına göre, borcunu ödemekten aciz kalan borçluya, gücü yetinceye kadar mühlet tanınmasından başka bir yol yoktur. Bu da, bu âyet-i kerimede zikredilen borçludan maksadın, her çeşit borçlu olduğunu göstermektedir.[21]
Ebu’1-Yüsr (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Her kim bir yoksula mühlet verir, yahud borcunu bağışlarsa, Allah onu, kendi (gölgesinden başka bir gölge bulunmayan kıyamet gününde) gölgesinde gölgelendirir.[22]
Abdullah b. Ebi Katâde (rh.a.) anlatıyor:
Ebu Katâde, bir borçlusunu aramış da borçlu, ondan gizlenmiş. Sonra onu bulmuş.
Borçlu:
Ben fakirim, demiş. Ebu Katâde:
Allah’a yemin eder misin? diye sormuş.
Borçlu:
Billahi, diye yemin etmiş.
Ebu Katâde:
Zira ben, Rasulullah (s.a.s.)’i:
“Her kimi Allah’ın, kıyamet gününün dehşetinden kurtarması memnun ederse, fakire nefes aldırsın, yahud alacağını ona bağışlasın!” buyururken işittim, demiş. [23]
Büreyde (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kim güç durumda olana (borçluya) mühlet verirse, her gün mühlet verdiği kadar bir sadaka sevabı alır.”
Ben dedim ki:
Ya Rasulallah, senin:
“Kim sıkıntıda olana mühlet verirse, her gün için onun kadar sadaka sevabı alır.” dediğini duydum.
Sonra şöyle dediğini de duydum:
“Her kim güç durumda olana mühlet verirse, verdiği mühletin iki misli kadar sadaka sevabı alır.”
(Rasulullah) şöyle buyurdu:
“Borcun vadesi dolmadan bir mislini alır, amma vadesi dolduktan sonra ertelerse, o zaman her gün için iki misli sadaka sevabı alır!”[24]
Ebu Mes’ud (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Sizden önceki ümmetlerden bir zât, (kabirde) hesaba çekildi. Fakat hayır namına hiç birşeyi bulunmadı. Yalnız insanlarla düşüp kalkardı, zengindi. Hizmetkârlarına, fakiri (borcundan) affetmelerini emrederdi.
Allah (Azze ve Celle):
Biz buna, ondan daha lâyıkız. Onu affedin! buyurdu. [25]
“Süddî, Rebi’ b. Enes, Dehhak ve İbn Zeyd’e göre bu âyet-i kerime ifade etmektedir ki, alacaklı kişinin alacağını, borcunu ödemekte güçlük çeken borçlusuna bağışlaması daha evlâdır. Zengin olan borçlusuna böyle davranmasının daha evlâ oluşu söz konusu değildir.
Taberî, bu görüşü tercih etmiştir. Zira âyetin bu bölümü, borcunu ödemede güç durumda olan borçlunun durumunu izah eden âyetin sonunda zikredilmiştir. Bu itibarla bağışlama işi-ninde böyle bir borçlu için yapılacağını söylemek daha uygundur.[26]
Yegâne Rabbimiz Allah, yine iman eden kullarına hitab ederek, her ne olursa olsun faiz yememelerini, almamalarını ve vermemelerini emrediyor:
“Ey iman edenler, faizi, kat kat arttırılmış olarak yemeyin. Ve Allah’dan sakının, umulur ki, kurtulursunuz.
Ve kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.
Allah’a ve Rasulüne itaat edin ki, merhamet olunası. [27]
Bu âyetin iniş sebebi için Atâ (rh.a.) şöyle diyor:
Arablar, veresiye alış-veriş yapıyorlardı. Borcun vakti geldiğinde -ödenmediği takdirde- alacaklılar, borcun mikdarmı artırır, müddeti de uzatırlardı.
Cahiliyye devrinde, Sakif oğullan Kabilesi, Nadir oğulları kabilesine borç verirdi. Borcun vakti geldiğinde Nadir oğulları:
Biz, size faiz vereceğiz, siz de borcumuzu erteleyeceksiniz, derlerdi.
Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. [28]
Zeyd b. Eşlem (r.a.) anlatıyor:
Cahiliyye devrinde faiz şöyle olurdu:
Birisinde vadeli bir alacağı olan kimse, alacağının zamanı gelince borçlusuna:
Borcunu ödeyecek misin, yoksa arttıracak mısın? dedi.
Verirse alır, vermezse alacağının üzerine faiz ilavesiyle bir müddet dahe ertelerdi.[29]
imam Kurtubî (rh.a.), tefsirinde şunları beyan eder:
“Yüce Allah’ın, ‘Allah’dan korkun’ yani, faizden elde ettiğiniz mallar hususunda Allah’dan korkup onları yemeyin. Daha sonra onları korkutarak:
“Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakınınız.” diye buyurmaktadır. Bu tehdid, faizi helâl kabul eden kimseyedir. Faizi helâl kabul eden kişi, kâfir olur ve kâfir olduğuna hükmedilir. Şöyle de açıklanmıştır:
Bunun anlamı, size imam söküp alan ve bundan dolayı da cehenneme girmenizi gerekli kılan böyle bir işten uzak durunuz. Çünkü kimi günahlar, kişinin imanının sökülüp alınmasını gerektirir ve imansız bırakacağından korkulur. Anne-baba-ya kötü davranış da bunlardandır. [30]
Yegâne Rabbimiz Allah, faizle alış-veriş yapmaktan ve faiz yemekten tevbe etmeyen kişilerin ahiretteki ceza olarak görecekleri azabı şöyle beyan buyurur:
“Faiz (riba) yiyenler, ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: ‘Alış-veriş de ancak faiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, ahş-verişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a aiddir. Kim (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.
Allah, faizi yok eder de, sadakaları arttırır. Allah, günahkâr kâfirlerin hiçbirini sevmez.
İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekatı verenler, şübhesiz onların ecirleri Rabbleri-nin katmdadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.[31]
Abdullah ibn Abbas (r.anhuma):
Kıyamet günü faiz yiyene: “Savaş için silahını al!” denilir, demiş ve:
“Faiz yiyenler ancak, şeytan çarpan kimsenin kalktığı gibi kalkar” âyet-i kerimesini okuyarak:
Ve bu, kabirden kalktığı andadır, diye eklemiştir. [32]Yalnız faiz yiyenler değil, her türlü faizli muamele ile
meşgul olanlar, bu âyetin kapsamı içindedir… Faizli muamelelerle ilgili olan herkes, ayrı suça iştirak ettikleri için birbirlerine eşittirler…
Cabir b. Abdullah (r.anhuma) şöyle demiştir:
Rasulullah (s.a.s.):
Ribayı (faizi), yiyene, yedirene, kâtibine ve şahidlerine lanet etti ve:
“Onlar, müsavidirler!” buyurdu. [33]
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyudu:
“Faiz yetmiş çeşit günahtır. Bunların en hafifi, erkeğin kendi annesiyle zina etmesi (veya evlenmesi) günahı kadardır.”[34]
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“(Mi’rac’a) götürüldüğüm gece, karınları odalar gibi (büyük) olan bir kavmin üzerine vardım. Bunların karınlarında dışardan görülen yılanlar vardı.
Ben:
Ya Cebrail, bunlar kimdir? diye sordum. Cebrail:
Bunlar, faiz yiyicilerdir! dedi.” [35]
Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e karşı savaş ilân etmek demek olan faiz, işgal edilen İslâm topraklarında egemen olan tağutî düzenlerin ekonomilerin vazgeçilmez bir temel taşı hâline getirilmiştir… Tağutî düzenlerin ekonomileri faiz üzerine kurulmuş ve faizin her çeşidinin işlendiği ortamlar hâline gelmiştir… İşgal edilen İslâm topraklarında egemen olan tağutların zulmü altında yaşamaya mecbur kılınan mü’min müslümanlar, bu korkunç cinayete ortak edilmişlerdir… Ahş-verişlerinde faizli muamelelere mecbur edilen esaret altındaki mü’min müslümanlar, her ne kadar kendilerini faizden alıkoymaya çalışırlarsa da, kıyısından-köşesinden kendilerine bulaşmaktadır.., Mü’min müslümanların içine düştükleri bu zillet hâli, daha önce Rasulullah (s.a.s.) tarafından beyan olunmuştur…
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, faiz yemeyen tek bir kişi kalmayacak! Faiz yemese bile, faizin buharından ona bulaşacak!”
İbn İsa, rivayetinde:
“Ona, faizin tozundan bulaşacak.” dedi.[36]
Bu hadisin şerhinde şöyle denilmiştir:
“Rasulullah (s.a.s.), bu hadisi ile tâ asırlar öncesinden bugünü görmüş, insanlığın düştüğü bu ekonomik batağı mucizevî bir tarzda haber vermiştir. Gerçekten de Hz. Peygamber’in bildirdiği tahakkuk etmiş, faize doğrudan ya da dolaylı olarak dalmayan hemen hemen kalmamıştır.
Dinine bağlı olarak bilinen, faizin haram olduğuna inanan birçok insan bile maalesef ya bile bile ya da bilmeden faize bulanmıştır. Çünkü gayr-ı İslâmî bir sisteme dayanan ve bu sistemin piyasasında gelişen ekonomi, insanlığı kıskacına almış, bütün çıkış kapılarına faizi yerleştirmiştir. Öyle ki, piyasada iş yapmak isteyen tüccar, yatırım yapmak isteyen sanayici, ister istemez faiz müeseselerinin kapılarına gitmek zorunda kalmıştır. Kredi ve banka ile hiçbir ilgi kurmayan esnaf da faizden uzak kalmamaktadır. Çünkü İslâm’ın koyduğu şartlara uyulmadan yapılan ve yaygınlaşan fasid akidler de faiz hükmündedir. Bu akidlerden uzak kalmak, zamanımız tüccarı için imkânsız hâle gelmiştir.
Ticaret, sanayi ve banka ile hiçbir ilgisi olmayan çiftçi, işçi, memur da yakasını bu illetten kurtaramam aktadır. Ürününe karşılık aldığı bedel, çalışmasına karşılık aldığı ücret, faiz kurumlarından geçmekte, faize bulanmaktadır. Dostunda yediği yemekte, arkadaşından aldığı hediyede faiz bulaşığının olmadığı, hiç kimse tarafından garanti edilemez durumdadır.
İşte Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, insanların faiz alıp yemese bile onun tozuna dumanına bulaşacağı yolundaki haberi budur.
“Avnü’l-Ma’bûd” sahibinin ifadesine göre, AIiyyü’1-Ka-rî; kişinin, faizin tozuna bulaşmasını şöyle açıklar:
“Yani kişiye faizin eseri ulaşır. Bu, faiz muamelesine şa-hid olmakla, o muameleyi yazmakla, faiz yiyenin ziyafetine iştirak etmekle veya hediyesini kabul etmekle olur. Kişi, faizden korunsa bile, onun izlerinden kendisini kurtaramaz.[37]
Allâme Aliyyül-Karî (rh.a.)’ın işaret ettiği, faizden dolayı gündeme gelen bu çıkmazdan nasıl kurtulabilinir? Tağutla-nn işgali ve esareti altında işkence gören mazlum ve mustaz’af mü’min müslümanlar, bu esaret zincirini nasıl kıracaklar? Sorulanna verilecek ciddî cevablan ve sıhhatli çözümleri hep birlikte düşünmeli, elbirliği ile gündeme getirmeli!.. Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, çözümü, Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e döndürür ve ona göre hareket ederler!..
İnsanların, faiz aldatmacasından kurtulmaları için önce bilgilendirilmeli, aydınlatılmalı ve olayı şuurlu bir şekilde idrak etmeleri sağlanmalıdır!.. İnsanlar, faizin bir artış, bir kâr olarak görmekteler… Halbuki faiz, asla bir kazanç, bir kâr ve bir artış değildir… İşgalci tağutların faiz düzeni, iyice araştırılıp, maskesi düşürülerek, gülümseyen maskenin arkasındaki bilenmiş vampir dişleriyle o çirkin suratı ortaya çıkarılmalıdır!..
Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“İnsanların mallarından artsın diye, verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Amma Allah’ın yüzünü (rızasını) isteyerek vereceğiniz zekat ise, işte (sevablarını ve gelirlerini) kat kat artıranlar onlardır.[38]
Abdullah ibn Mes’ud (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur.
“Faizden mal çoğaltan hiç bir kimse yoktur ki, işinin akıbeti malın azalmasına dönüşmesin!” [39]
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah, sadakayı kabul eder ve onu, sağı ile alır. Sonra onu, herhangi biriniz için büyütür. Tıpkı sizden birinizin tayını besleyip büyütmesi gibi. Hatta lokma bile, şübhe yok ki, Uhud (dağı) gibi olur.
Allah Azze ve Celle’nin kitabında bunun tasdiki şudur: “Onlar, bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah, kullarından
tevbeleri kabul edecek ve sadakaları alacak olan O’dur” [40]
“Allah, faizi yok eder de, sadakaları arttırır.[41]/[42]
[1] Bakara, 2/278-281.
[2] Sahih~i Buhârî, Kitabu’1-İman, B. 29, Hds. 32. Sünen-i Neseî, Kitabu’1-İman, B. 28, Hds. 5001.
[3] Nur, 24/51-52. Ayrıca bkz. Bakara, 2/285.
[4] İmam el-Vahidî, A.g.e. Sh. 93-94. İmam Suyutî, A.g.e. C. 1, Sh. 128. İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1073.
[5] Abdulfettah el-Kadî, A.g.e. Sh. 62. İmam el-Vahidî, A.g.e. Sh. 95.
[6] et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 162.
[7] Bkz. En’am, 6/162.
[8] İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1073.
[9] Sahih-İ Müslim, Kitabu’1-İman, B. 20, Hds. 78. Sünen-i Tinnizî, Kitabu’l-Fiten, B. 10, Hds. 2263. Sünen-i Neseî, Kitabu’1-İman, B. 17, Hds. 4975-4976. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4013. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Melahim, B. 17, Hds. 4340.
[10] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Melahim, B. 17, Hds. 4338. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4009. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 6, Hds. 3249. Kitabu’l-Fiten, B. 8, Hds. 2257.
[11] Sahih-i Buharı, Kitabu’l-Vesaya, B. 24, Hds. 29. Sahih-i Müslim, Kitabu’1-İman, B. 38, Hds. 145. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’l-Vesaya, B. 10, Hds. 2874. Sünen-i Neseî, Kitabu’l-Vesaya, B. 12. Hds. 3652.
[12] Bakara, 2/279
[13] İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1073. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 604. et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 162. Fahruddin er-Razî, A.g.e. C. 6, Sh. 32.
[14] et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 162. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 604.
[15] İmam Kuıtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 604.
[16] et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 162-163.
[17] Bkz. Âl-iİmrân, 3/110.
[18] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 604-605.
[19] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Buyu, B. 5, Hds. 3334. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 10, Hds. 3281. Sünen-i Dârimî, Kitabu’1-Buyu, B. 3, Hds. 2537.
İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1075. İbn Ebİ Hatim’den.
[20] Sahih-i Müslim, Kitabu’1-Hacc, B. 19, Hds. 147. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’1-Menasik, B. 84, Hds. 3074. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Menasık, B. 56, Hds. 1905. Sünen-i Tirmizî, Kitabu Tefsiru’l-Kur’ân, B. 10, Hds. 3281. Sünen-i Dârimî, Kitabu Menasıku’1-Hacc, B. 34, Hds. 1857.
[21] et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 165-166.
Ayrıca bkz. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 613-619.
[22] Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zühd, B. 18, Hds. 74. Sihıen-i İbn Mace, KitabuVSadaka, B. 14, Hds. 2419. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’1-Buyu, B. 65, Hds. 1322. Sünen-i Dârimî, Kitabu’1-Buyu, B. 50, Hds. 2591.
[23] Sahİh-i Müslim, Kitabu’l-Müsakat, B. 6, Hds. 32. Sünen-i Dârimî, Kitabu’1-Buyu, B. 50, Hds. 2592.
İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1076. Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C 5, Sh. 300, 308)’den.
[24] İmam er-Rûdânî, A.g.e. C. 2, Sh. 350, Hds. 4795. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 5, Sh. 366’dan.
İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1075.
[25] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Müsakat, B. 6, Hds. 30. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’1-Buyu, B. 104, Hds. 1323. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’s-Sadaka, B. 14, Hds. 2420. Taberânî, A.g.e. C. 2, Sh. 500, Hds. 799.
İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1076, Hafız Ebu Ya’lâ el-Mavsilî (Hu-zeyfe ibnu’l-Yeman)’dan.
[26] et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 166. İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 618.
[27] Âl-iİmrân, 3/130-132.
[28] Abdulfettah el-Kadî, A.g.e. Sh. 81. İmam Suyutî, A.g.e. C. 1, Sh. 154. İbn Kesir, A.g.e. C. 4, Sh. 1362.
[29] İmam Malik, Muvatta’, Kitabu’1-Buyu, Hbr. 83.
[30] İmam Kurtubî, A.g.e. C. 4, Sh. 372.
[31] Bakara, 2/27’5-277.
[32] İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1064.
[33] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Müsakat, B. 19, Hds. 106.
Sahih-i Buharı, Kitabu’1-Buyu, B. 13, Hds. 180. B. 25, Hds. 38. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’I-Buyu, B. 2, Hds. 1221. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 58, Hds. 2277. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Buyu, B. 4, Hds. 3333. Sünen-i Neseî, Kitabu’t-Talak, B. 13, Hds. 3400. Sünen-i Dârimî, Kitabu’1-Buyu, B. 4, Hds. 2538. Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 1, Sh. 83, 133, 150.
[34] Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 58, Hds. 2274. et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 164.
İmam Hafız el-Munzirî, A.g.e. C. 4, Sh. 143-145, Hds. 9-12. Hakim, Beyhakî’den. İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1067. Hakim, Müstedrek’ten.
[35] Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 58, Hds. 2273. et^Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 163.
İmam Kurtubî, A.g.e. C. 3, Sh. 592-593.
İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1064. Beyhakî, İbn Ebu Hatim ve Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C. 2, Sh. 353, 363)’den.
[36] Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’1-Buyu, B. 3, Hds. 3331. Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 58, Hds. 2278. Sünen-i Neseî, Kitabu’1-Buyu, B. 2, Hds. 4433. İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1067. Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C. 2, Sh. 494)’den.
[37] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Hzr. Necati Yeniel – Hüseyin Kayapınar, İst. 1991, C. 12, Sh. 328-329.
[38] Rum, 30/39.
[39] Sünen-i İbn Mace, Kitabu’t-Ticare, B. 58, Hds. 2279. et-Taberî, A.g.e. C. 2, Sh. 160.
İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1069. Ahmed b. Hanbel, (Müsned, C. 1, Sh. 395,424)’den.
[40] Tevbe, 9/104
[41] Bakara2/276
[42] Sünen-i Tirmizî, Kitabu’z-Zekat, B. 28, Hds. 659.
İbn Kesir, A.g.e. C. 3, Sh. 1070. İbn Ebu Hatim ve Ahmed b. Hanbel’den. et-Taberî, A.g.e. C. 4, Sh. 357.